Besteci Pınar, 48 yaşında, şöhretinin doruğunda ve ölümüne 10 yıl kala yayımlanan bu röportajda hayatını, müzik yaklaşımını anlatıyor.
“1318 yılında İstanbul’un Küçük Çamlıca semtinde doğdum. Babam eski kadılardan ve hürriyet mebusu Sadık Bey’dir. Babam da musikiyi çok severdi. Zaman zaman o güzel sesiyle bize musikimizin birer incisi olan klâsik şarkılar okurdu. Ben ise musikiye hiç kimsenin teşviki olmaksızın 12-13 yaşlarında başladım.
O sıralarda evlerde ut çalma merakı almış yürümüştü. Annem de ut dersi alıyordu. Evde kimsenin bulunmadığı zamanlarda annemin udunu habersizce alır ve kendi kendime bir şeyler çıkarmaya uğraşırdım. Bu sıralarda Üsküdar’a taşınmıştık. Üsküdar, sonraları musiki hayatımda dönüm noktası oldu. Orada musikiye hevesli epeyce genç vardı. Zaman zaman onlarla buluşur ve bildiğimiz şarkıları birbirimize öğretmeye çalışırdık. Bir müddet sonra Ata isimli bir arkadaşımla küçük bir musiki mektebi sayılabilecek olan Üsküdar Musiki Cemiyeti’ni kurduk. Artık bu cemiyetteki çalışmalarımız ciddî ve metodlu bir seyre girmişti. Zira cemiyetimizin reisi olan meşhur Udi Sami Bey bize çok faydalı şeyleri rahatça öğretiyordu.
Refik Fersan’dan tek ders aldım
Gün geçtikçe cemiyetin azaları hızla çoğalmaya başladı. Kemani Necati Tokyay da o zaman azalarımız arasındaydı. Bir müddet sonra, Neyzen Yusuf Paşa’nın oğlu Celâl Bey ile meşhur Bestenigâr Ziya Bey de hocalarımız arasına katıldı. Bir kaç sene orada çalıştıktan sonra, Zekâi Dede merhumun en iyi talebelerinden Muallim Kâzım Bey ile zamanın en iyi hanendesi Kaşıyarık Hüsamettin Bey’den de meşketmeğe başladım. Bu arada tambur çalma arzusuna kapıldım ve bir tambur alarak çalışmağa başladım. Fakat baktım ki tambur çok zor bir âlet, onu kendi kendime öğrenemeyeceğim. İşte ancak o zaman ders almaya karar verdim ve üstad Tamburi Refik Bey’den (Fersan) bir tek ders aldım.
Bir ders deyip geçmeyiniz. Neden mi? Kudretli bir hoca, insana tek derste dahi çok şey öğretebilir. Filhakika o derste Refik Bey bana, tamburun nasıl vurulacağını ve Hamparsum notasını öğretti; Fakat üstaddan daha çok ders almaya imkân bulamadım. Tahsilde bulunuşum buna mâni olmuştu, O zamanlar Yüksek Ticaret Okulu’nda öğrenciydim. Zaman geçtikçe musiki aşkı beni o kadar sardı ki mektebi filân terk etmek zorunda kaldım. Nedense insan, bir şeye merak edince, artık dünyayı bile görmemeye başlıyor. O gün, bugün hâlâ, tanburumu elimden bırakmış değilim.”
Selahattin Pınar ve tanbur… Bu bahsi kenar sütunlara yazdım (bkz: yazı sonundaki anekdot); ama o bu küçük tellere asıl kendi ruhunun elini dokundurduğu zaman artisttir; ve ruhunun eli, bu tellere ilk defa, kuvvet ve isabetle mütareke yıllarından sonra, bilhassa 1926’da değiyor; bu ilk ruh sesinin söz tarafı şu;
Kalmadı bende ne arzu ne gönül
Sesime aldanmadı divane gönül
Yandı hep boş yere pervane gönül
Sesime aldanmadı divane gönül.
Muhabir, bu ısınmış ruhun üzerine, bu yılların arkasındaki sisler arasında yakalanmış parıltı halinde görünen gençlik ışıkları üzerine, şu sualin yağmurunu döküyor:
Şimdiye kadar kaç eseriniz var?
— Kimileri var ki beste sayısına göre kendilerine azamet izafe ederler. Bazıları da var ki, fazla sayıda şarkı yazmadıkları halde halk ve erkab onu sayıyor; yani şarkının sayısı mesele değildir, fakat iyi eser vermek, işte en önemli mesele odur.
Meselâ Zaharya, 10-12 eser yazdığı halde, bunlar ebediyete kadar yaşayacak kudrette. Muazzam, çok muazzam bir bestekâr olan Hamamizade İsmail Dede’nin de fazla sayıda eseri yoktur; fakat bu gün elimizde bulunan her eseri birer pırlanta gibidir, benim eserlerim ise 80’i mütecavizdir.”
Pınar’ın bu işi kemiyet ve keyfiyet merdivenlerinde indirip çıkardıktan sonra küçük bir cümlede verdiği sayı dikkat çekici: 80…
Kendim için yazıyorum, beğenilip
beğenilmemesi beni ilgilendirmez
Şarkılarınızın halk tarafından çok sevilmesinin sebebini nerede buluyorsunuz?
— Doğrusunu söylemek lazımsa, neden çok tutulduğunu bilmiyorum. Esasen ben tutulsun diye de şarkı yazmıyorum; sadece kendi zevkim için, ruhumun ince ürpertilerini tesbit etmek için yazıyorum. Başkalarının beğenip beğenmemesi beni hiç alâkadar etmiyor. Burada asıl mesele insanın kendisini tatmin edebilmesidir. Nedense hafif piyasa şarkıları bestelemek, içimden gelmiyor.
Bugünkü Türk musikisi bestekârını nasıl buluyorsunuz?
— Bestekârlık, sonradan kazanılan bir kabiliyet değildir. İnsan bestekâr doğarsa, eser sayılabilecek parçalar besteler. Bizde bugün iki türlü bestekâr vardır: Biri hakikî bestekar diğeri de dolandırıcı, karmanyolacı bestekâr… Hakikî bestekâr, içinden doğan güzel melodileri musiki bilgisine istinat ederek elinde tuttuğu bir balmumu gibi ona istediği şekli verebilir. Dolandırıcı bestekâr ise, soldan sağdan kaptığı nağmeleri az çok musiki bilgisine dayanarak, bir şarkı hâline koyar. Ben şahsen iki seneden beri hiç şarkı yapmıyorum.
Niçin?
— Bir yere kontratlı değilim ki.. Gelmiyor işte içimden. Eğer büyük bir arzu duymuş olsam belki o zaman, içimde yeni melodiler canlanır ve onları güzel bir şarkı hâline getirmek lüzumu hasıl olur.
Bazı Batı müziği eserlerini
dinlerken tüm vücudum ürperiyor
Türk musikisine karşı hücumlar hakkında düşünceleriniz?
— Bu mesele artık tahammül edilmez bir mahiyet aldı. Garp musikisi ile uğraşan bazı musikişinaslarımız Türk musikisi ile uğraşmayı dahi lüzumsuz görüyormuş. Ben şahsen bunu bir dalalet sayarım. Ben Garp musikîsini seviyorum ve o musikiyi anlıyorum. Hattâ diyebilirim ki, bazı eserleri dinlerken neredeyse bütün vücudum ürpermeye başlıyor. Çünkü ondaki atmosfer bambaşka bir karakter arzediyor. O, Garp haleti ruhiyesini ifade ediyor; bizim musikimiz ise Şark’ı…. Onun zevki başka, bunun zevki başka… Ben her iki musikiden de zevk aldığım halde, bizim Garpçı müzisyenler, Türk musikisinden hoşlanmıyorlarsa, her halde bu vaziyet onlar için bir fazlalık değil, fakat bir eksiklik olsa gerek.
Türk musikisini bugün içinde bulunduğu karışıklıktan ve düzensizlikten kurtarmak için sizce ne gibi tedbirler alınmalı?
— Her şeyden önce, halkımızın musiki terbiyesinin yükselmiş olması lâzımdır. O takdirde kıymetsizler, kendiliklerinden tasfiyeye uğrar. Bir şarkıcıyı veya bir saz sanatkârını radyoda dinlerken, onun değerli veya değersiz oluşu derhal fark edilebilir. Fakat, meselâ bir içkili gazinoda bunu fark etmek pek kolay değildir. İçkinin tesiriyle dumanlanmış kafalar, sahnede şarkı söyleyenin sesine değil ve fakat daha ziyade onun çehresine, vücuduna ve hareketlerine dikkat eder. Eğer beğendiği bir tip ise, artık onun nazarında, sahnedeki şahıs yüksek bir sanatkârdır.
Gazel yeni çıktı, eskiden
ona taksim derdik
Son zamanlarda bazı şarkıcılar aynı basit nağmeleri defalarca tekrar etmeye başladı. Buna da gazel ismini verdiler. Bu husustaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
— Gazel, artistin o dakikada bestekârlığına has bir şeydir. Eğer bir şarkıcı, gazel olarak yazılmış mısraları, hep aynı nağmelerle okumaktaysa basit bir okuyucudan başka bir şey değildir. Eskiden gazel diye bir şey yoktu. Şimdi gazel denilen şeye “taksim” denilirdi. Faslın bir yerinde güzel sesli bir hanende o makamın bütün hususiyetlerini üç beş dakikalık bir zaman zarfında söylediği tatlı nağmelerle ortaya çıkarırdı. Ve buna taksim denirdi. Sonradan gazel diye ismini değiştirdiler. Halbuki gazel divan edebiyatında şiir türlerinden biridir.
Boş zamanlarınızı nasıl geçirirsiniz?
— Okurum. Bol bol okurum. Musikimizin eski eserlerini tetkik ederim.
Ne tür kitaplar okursunuz?
— Tarih ve felsefe kitapları bana büyük bir zevk verir. Onları okurken bütün üzüntülerimi unutuyor ve bambaşka bir ruh hali içinde bulunuyorum.
Sinema ve tiyatroyu sever misiniz?
— Her ikisini de çok severim. Bilhassa beşerî ıstırapları ifade eden filmleri seyretmekten hoşlanırım.
Realist misiniz, yoksa romantik mi?
— Hayal mevzuu beni daha çok sarıyor.
Kıymetli sanatkar, ziyaretine gelen bir dostuyla konuşmak için konuşmaya ara verince bulunduğumuz odayı tetkik etmeye başladım. Şurada bir tanbur, diğer tarafta cilt cilt kitaplar. Kütüphanenin üstüne dikkat ettiğimde küçük boyuttaki Goethe büstünü görmeyeyim mi?
Pınar odaya döndüğünde tabiat ve ruh şairi Goethe’den aldığım ilhamla olacak sordum:
Tabiatı sever misiniz?
— Yeşil kırlar ve engin mavi deniz… İşte, benim en çok sevdiğim şeylerden ikisi, bunlardır.
Doğrusu balık tutmaya da bayılırım. Oltayı bırakıp uzun müddet bekledikten sonra bir küçük balığı yakalayıp çekmek, bilmezsiniz ne kadar tatlı bir şeydir. O heyecan anlarında bütün hayatı unutabilmek zevkini duyarsınız.
Atatürk’ün övgüsü cesaret verdi
Böyle bir sanatkârın muhakkak ki çok tatlı hatıraları vardır. Bunu kendisine sorduğum zaman bir anısını anlattı…
– Hayatta bana en büyük zevk veren hâdise Dolmabahçe Sarayı’nda geçmiştir. 1931 senesiydi. Atatürk, İstanbul’a gelmişti. Türk musikisini çok severdi. Her gelişinde musikişinasları saraya davet eder ve onları zevkle dinlerdi. O sene de bazı musikişinasları saraya davet etmişti. Bir akşam bir musikî ziyafeti esnasında sanatkâr Nubar (Tekyay) benim “Anladım, sevmeyeceksin beni sen, nazlı çiçek” isimli şarkımı okumuş. Atatürk şarkıyı çok beğenip bestekârını tanımak istemiş. Ertesi gün saraya dâvet edildim. O kadar sevindim ki, size bu sevincimi tarif etmem imkânsız. O akşam Dolmabahçe sarayına giderken duyduğum heyecanı, hayatımın başka hiç bir ânında hissetmedim.
Sarayda, önce bir fasıl yaptık; sonra ben, kendi şarkımı okudum. Atatürk beni dikkatle dinliyordu. Şarkıyı bitirdikten sonra, Ata’nın takdirkâr sözleriyle karşılaştım. O sözler bana ne kadar cesaret verdi, bilmezsiniz.
(Baha Kayserilioğlu / 12 Aralık 1950 / Bizim Yıldızlar / Arşiv araştırması, redaksiyon, internete aktaran Serhan Yedig)
BAHA KAYSERİLİOĞLU ANLATIYOR
Pınar’a ahşap tanbura geçmesini
Mustafa Şekip Tunç tavsiye etmişti
Mustafa Şekip Tunç..
Bu nâsir-mütefekkir ve şair-ressam, değerli dostla bir akşam; hadi dedik, şöyle bir alaturka dinleyelim..
Ve gittik, Pınar’ın tanburunun karşısına oturduk; bize kendi şarkılarını okudu. Hele, o:
“İçen bir daha ayılmaz
Aşkı gönül kadehinden”
Şarkısını dinletti; Pınar, bir az sonra davetimizi lütfen kabul ederek yanımıza geldi, Mustafa Şekip Tunç ona:
“Madenî ses” dedi…
“Güzel nağmeleriniz, tanburunuzun madenden yapılmış olması yüzünden tadını ve sıcaklığını kaybediyor; acaba ağaçtan bir tanbur yaptırmanız kabil değil mi?”
“Ne kadar haklı söylüyorsunuz hocam!” diye ürperdi Selahattin Pınar.
Ve Mustafa Şekip devam etti:
“Çünkü tabiatın sesi ağaçtan ılık çıkar; insanı daha, ziyade sarar.”
Aradan aylar geçti, bir gün yolumuz tekrar Pınar’ın karşısına düşünce elinde ağaçtan bir tanbur gördük…
NOT:
Bizim Yıldızlar dergisinin 5’inci sayısında yayımlanan bu röportaj toplam 10 sayfa. İlk iki sayfada Kayserilioğlu yaratıcı düşüncenin önemi konusunda kişisel görüşlerini aktarıyor. Pınar’a bu konuyu açtığında “Benim öyle ukala laflara tahammülüm yoktur” cevabını aldığını aktarıyor. Yazarın girişteki yorumları metne alınmamıştır. Kayserilioğlu bu arada Pınar’a aşka inanıp inanmadığını soruyor. Aldığı cevap:
– Aşksız bir günüm geçmedi hiç.
Kadın aşkı mı, sanat aşkı mı?
– Aşktır işte. Aşk olsun da ne olursa olsun. İnsan icabında kendinin gözüne bile aşık olur.
Aynı sayfada fotoğraf altında alıntılanan bu cümledeki “kendinin” sözcüğü “kedinin”e dönüşmüş.