Ahmet Hamdi Tanpınar / İsmail Dede, yaşadığı çağda zamanının ötesinde konuşan tek sesti

0

Türk Edebiyatı’nın usta kalemi Ahmet Hamdi Tanpınar, iyi bir müzik dinleyicisiydi. Makalelerinde Türk Müziği’nin, konservatuvarların sorunlarına değinmiş, çözümler önermişti. Geçen yüzyılın ortasında yayımlanan bu makalesinde, İsmail Dede’nin hayat öyküsünü anlatıyor, eserlerini değerlendiriyor.

Şeb-i lâhütta manzume-i ecram gibi
Lafz-ı “Bişnev”le doğan debdebe-i mânâyız
Yahya Kemal

İsmail Dede Itrî, Zaharya, Tab’î Mustafa Efendi, Ehubekir Ağa gibi her biri musikîmizin ayrı bir devrini temsil eden büyük musikişinaslarımızın sonuncusudur. Belki bu saydıklarımın aralarında bizim henüz tanımadıklarımız, yahut tekâmül zincirinde yerini henüz tayin edemediklerimiz vardır. Musikî tarihimizin henüz yazılmadığını başta hatırlatmak en doğrusudur. Fakat böyle de olsa Dede’nin vaziyeti değişmez. O, Türk musikîsinin son büyük üstadıdır. Hatta daha ileriye giderek diyebiliriz ki. bir inkırazı (batma, çöküş), muhteşem bir zafer yapan dehasıdır.
İsmail Dede, Osmanlı İmparatorluğu’nun, bir inkırazla beraber yürüyen medeniyet ve kültür değiştirme devrinin başında, neticeleri hayatımızda bugün dahi hissedilen vahim hâdiselerin arasında yetişti. Üçüncü Selim devrinin umumî hayatta çok mütereddit olan garpçılığını, kendi zevkimizde rokoko Rönesansı’nı, İkinci Mahmud devrinin kanlı ve elîm hâdiselerini ve 1826’dan sonraki ümit ve azaplarını, Abdülmecit zamanının toptan yenileşme ve değişme kararlarını gördü. Eseri, bu uzun ve buhranlı devrin vesika mahiyetinden öteye geçebilecek tek mahsulüdür, demek belki de hatalı olmaz, filhakika, zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan tek ses, onun sesidir.

İstidadını ilk kez Çamaşırcılar
Mektebi’nde gösterdi

1777’de İstanbul’da doğdu. Vaktiyle memur olduğu halde sonra vazgeçip satın aldığı bir hamamı işletmekle geçinen Manastırlı Süleyman Ağa adında bir zatın oğludur. Eldeki vesikalar ilk musikî istidadını Altımermer taraflarında Çamaşırcılar Mektebi’ne devam ederken daha çok küçük yaşta ilâhîler söylerken gösterdiğini kaydediyor. Hatta bu yüzden, oğlu da ayni mektebe devam eden Anadolu Kesedarı Uncuzâde Mehmed Efendi kendisiyle ilgilenmiş ve musikî dersi vermiştir. Ayrıca onu Muhasebe Kalemi’ne yazdırmıştı. Fakat. Dede’nin asıl mektebi, yetiştiricisi Yenikapı Mevlevihanesi olmuştur. Burada İsmail Dede, sadece musikîyi daha yüksek, kökleri daha derinde bir gelenekten öğrenmemiş, ayrıca şahsiyetinin özü olacak bir nizamı da almıştır. Hatta, onun asıl şahsiyeti, Mevlevî potasında, onun insana aşıladığı hasretle teşekkül eder, demek daha doğru olur.
İsmail Dede, Yenikapı Mevlevihanesi’nde devrin büyük musikî ustalarından Ali Nutkî Dede’yi ve onun küçük kardeşi Abdülbâkî Dede’yi tanımıştır. Birincisi, ölüm tarihi olan 1804’e kadar dergâhın postnişini idi. Onun yerine geçen Abdülbâkî Dede de 1820’ye kadar burada kalmıştır. Dede’nin neyi bu zattan öğrendiği söylenir.
Daha ziyade hanende olan ve sesi ile tanınan musıkîşinâsımızın saz kompozisyonlarında, bilhassa âyin peşrevlerinde ve terennümlerindeki kudreti bu çalışmalara bağlanabilir. Filhakika Dede neyin sırrına sahiptir. Ferah-fezâ peşrevinin ışık ve hasret yağmuru başka türlü elde edilemezdi. Fakat Ali Nutkî Dede’nin tesiri daha mühim olsa gerektir. Rauf Yekta tarafından bulunan ve kendi eliyle yazılmış dergâh âyin defterindeki bir haşiyede, İsmail Dede, Şevkütarâb Ayini’nin her nağmesini Ali Nutkî Dede’nin tarifi üzere yazdığını söyler. Mânâsı üzerinde hiç bir tereddüde düşmeye hakkımız olmayan bu vesika, eserin müşterek çalışma ile vücuda geldiğini gösteriyor. Bu âyin şüphesiz bütün Dede değildir. Fakat Dede’nin büyük eserlerine Sabâ, Neva, Sabâbûselik, Bestenigâr âyinlerine, hatta Ferah-fezâ’nın mucizesine bir kapı gibidir.

Sarayda ser müezzin oldu

Şevkü tarâb âyini 1804’de okunmuştur. İsmail Dede o zaman 27 yaşında idi. Öbür büyük eserlerini ise daha ziyade 1823’den sonra bestelemiştir. Arada geçen 19 sene içinde Dede’nin san’atı çok gelinmiş, genç istidat, hakikî dehâ olmuştur. Buna rağmen bu ilk eserin onlara bu kadar yakın vasıflar göstermesi üzerinde durulacak bir meseledir Belki İsmail Dede eseri üzerinde sonradan bazı değişiklikler yapmıştır Sur sim da söyleyelim ki Şevkü tarab Ayini’nin bestelendiği devirde İsmail Dede yalnız Yenikapı Dergâhı’ndaki musikî ustalarını tanımıyordu. İmkânları itibariyle daha zengin ve kalabalık bir başka muhite girmişti. Daha 1798’de bestelediği bir şarkı ile kendisini İstanbul’a tanıtan genç musikişinas, yine bu şarkının şöhretiyle Saray’a çağırılmış, Üçüncü Selim kendisini pek beğendiği için Saray hanendeleri ve musikî heyeti arasına alınmıştı. Hatta bu yüzden üç yıllık Mevlevî çilesinin bir senesi bile affedilir. Dede, kendisi de büyük bir musikişinas olan Üçüncü Selim devrinde olduğu gibi İkinci Mahmud devrinde de Saray’da kaldı. Evvelâ musâhib, sonra ser-müezzin oldu ve daima çok sevildi.
Osmanlı sarayı her zaman musikîye ehemmiyet vermişti. Musikî san’atı an’anesinin içinde idi. Onu “lâzime-yi saltanat’tan addederdi. Enderun’da istidatlılar çok dikkatli bir musikî tahsili görürlerdi. Fakat bu ehemmiyet Birinci Mahmud, Üçüncü Mustafa, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud gibi bizzat musikişinas olan veyahut musikîyi çok seven hükümdarların zamanında resmî bir alâkanın çok üstüne çıkar. Bu saydığımız hükümdarların musikişinaslardan mürekkep hususî bir maiyetleri vardı. Dede’nin, İkinci Mahmud devrinde Saray muhitinde nasıl sevildiğini ve hattâ kıskanıldığını “Letaif-i Rivayât-i Enderun’un bazı parçalarında görmek mümkündür. Şurası da var ki bütün san’atlarımızın yorulduğu, yüzümüzün  lâyıkıyle  bilmediğimiz  bir âleme. Garb’a çevrildiği bu devirde musikî ayakta duran tek san’atımızdı. Mevleviliğin bu devirde Saray’da ve halk arasında gördüğü büvük rağbet de musikîye olan bu bağlanışı besliyordu. Denebilir ki pek az yerde bu devirde İstanbul’da olduğu kadar musikî zevki hâkim olmuştur. Dede’nin ilk meşhur bestesinin bir şarkı, yani dinî olmayan bir musikî eseri ve bilhassa şehir halkının benimsediği cinsten bir eser olduğunu unutmayalım.
Saray’a giren Dede, mevlevî zevkinin bu Saray’a hâkimiyeti ne olursa olsun bir Saray adamı olmuştu.

Adnan Saygun, müziğin mihverini
İsmail Dede’nin değiştirdiğini söylemişti

Dede, ömrünün sonuna kadar bu iki vasfı, Mevlevî dervişi ve Saray adamı vasıflarını muhafaza edecektir. Fakat üçüncü bir vasfı ve hususiyeti de unutulmamalıdır. O halka açık adamdı. Ailesi Rumelili idi.
Bu itibarla, Rumeli türkülerini, serhat havalarını çocukluğundan tanıyordu. Devrinin hadiseleri ise bu çocukluk hatıralarının yenilenmesine imkân vermişti. Onun yetiştiği yıllarda Rumeli İstanbul’a birkaç defa akmıştır. Dede’nin san’atında üç tesirin daima yeri vardır. Bunlara bir dördüncüsünü. Garp tesirini de ilâve etmelidir. Seyyah Macfarlain daha 1828’de İstanbul’da İskoç havalarını duyduğunu hatıralarında nakleder. Dede’nin bir çok eserinde Garp musıkîsiyle bu ilk temasın akisleri vardır. Adnan Saygun, bir konferansında, onun, bazı eserlerinde musikîmizin mihverini hemen hemen değiştirdiğini söyler. Musikimizin en imkânsız denebilecek eseri olan Ferah-fezâ Âyini’nde de az-çok bu hususiyet vardır.
Dede’nin hayatı ve eserini üç devreye ayırarak mütalâa etmek en doğrusudur. İlk şöhret yılı olan 1798’den Sabâ Âyini’nin bestelendiği tarih olan 1823’e kadar devam eden devir. Dede’nin daha ziyade hazırlık devresi sayılmalıdır. Belki de dünya tecrübesi bu devirde daha ağır basıyordu. Belki Dede bu devrede daha ziyade Saray ve şehir için besteler yapıyordu. Büyük tecessüsü, dikkati, alma ve benimseme kabiliyetleriyle onun musikî an’anemizin ve şehrin içinde, her an biraz daha zenginleşerek, biraz daha san’atının sırlarına sahip olarak yaşadığını tasavvur edebilirsiniz. Saray’daki hanendeliği, dergâh âyinlerindeki vazifesi ona musikîmizin bütün sırlarını çözmek imkânını veriyordu.

Dehasının parladığı 16 yıl

Dede ayarındaki sanatkârlar için acemilik devri yoktur. Fakat tekniğin ötesinde kendilerini hakkıyla idrâk etme devri vardır. Yazık ki Dede’nin eserlerinin mukayeseli bir üslûb tahlili yapılmış değildir. Ancak böyle bir tahlil bize bu devrin mahsulü olan eserleri öğretebilirdi.
İkinci devri 1823’den itibaren yazdığı âyinlerle daha yakından takip etmek mümkündür. Bu devrin büyük hususiyeti Mevlevî ilhamına daha sıkı dönüşte aranabilir. Hatta bu devirdeki lirik eserlerinde bile sırrın kapısını zorlayan el hissedilir. Sabâ Âyini ile Neva Âyini arasındaki 16 senede Dede’nin dehası zaferden zafere uçar. Üst üste yenilikler icat eder, üslûbunu genişletir. Bugün bizim Garp musikî terbiye ve tecrübemiz arasında dahi zevkimiz hiç sarsılmadan dinlediğimiz ve muasır bir eser gibi kabul ettiğimiz eserler bu devrin mahsulü olsa gerektir. Bu devirde artık şehri fethe çalışan adam yoktur. Şöhretinin en yüksek noktasında olan Dede, kendi hakikatlerinin peşindedir Ayrıca bütün tekniğe sahiptir. Bilmem burada Ferah-fezâ makamının doğuşu hakkındaki rivayeti anlatmağa lüzum var mıdır? Şakir Ağa’nın yeni bir makam tecrübesini nasılsa haber alan Dede, bir kaç gün içinde ve rakibinin tecrübesine bütün dehâsiyle yüklenerek bu makamı bulur Ve hükümdarın huzurunda yapılan bir musikî meclisinde, Şakır Ağa’dan sözü alarak buluşunu arzeder. Merhum Rauf Yekta’da gördüğümüz bu hikâye, doğru olmasa bile mühim bir hakikati, Dede’nin san’atının sırrına nasıl kudretle sahip olduğunu öğretir.

İkinci Mahmud: Dede ile güreşilmez
o musikînin canavarıdır

Bu itibarla bence yine doğruların doğrusudur. Hakikat şudur ki Dede, Şakir Ağa’nın veya başka birisinin, yahut da bizzat vakıaların tereddüt ettiği noktadan işe başlar. Filhakika Dede’nin san’atında tereddüt yoktur. Onun kartalı doğrudan doğruya güneşe kanat açar. O bütün imkânları zorlamasını bilen, fakat cehdin azamîsini sarfettiği yerde bize rızânın tebessümünden başka bir şey göstermeyen adamdır. İkinci Mahmud Ferah-fezâ’yı dinledikten sonra Şakir Ağa’yı teselli için “Dede ile güreşilmez. O, musikînin canavarıdır!” demiş Dede’nin bu söze kırılmış olması bizim için o kadar mühim değildir Asıl mühim olan sözün altındaki mânâdır. Dede, tekniğe, muasırlarını şaşırtacak şekilde sahiptir, İkinci Mahmud da musikişinastır.
Üçüncü devir 1839’dan hacda Mina’da ölümü tarihine, 1845’e kadar olan devirdir. Bu devirde Dede daha ziyade varmış olduğu zirveleri muhafaza eder görünür. Fakat yepyeni bir iddiası, da vardır. Eski musikimize Garp tecrübesini sokmağa çalışır. Kârınev bu sakat iddiadan çıkan şaheserdir. Fakat Dede’yi aldanmış zannetmeyelim Hacca gitmeden evvel söylediği söz meşhurdur. “Artık bu oyunun tadı, kalmadı…” Bu sade, efendisini kendisine lâyık görmeyen Saray adamının sözü değildir. Daha ziyade bir âlemin tükendiğini, bir zevkin, bir anlayışın, bir yaşama tarzının sona erdiğinin ilânıdır.
İkinci Mahmud devrinin musikî zevkini idare eden, eğlence modalarını o kadar zevkle ve cömertçe tanzim eden, cemiyetteki sınıf zevklerini birleştiren adam birdenbire alafrangalaşan devri ve Saray’ı kendisine yabancı bulur. Filhakika Tanzimat sıfırdan başlamak mecburiyetinde idi. En yüksek muhitler bile eskiyi, ancak ortama çehresini makamla okumaktan çıkartmıştır. Bu, kendinden evvelkilerin, Itri başta olmak üzere Tab’î, Zaharya ve Ebubekir Ağa da beraber, zaman zaman yaptıkları bir tecrübe, yahut daha doğrusu elde ettikleri bir netice idi. Ebubekir Ağa’nın Mahur bestesi, Mes’ut Cemil’in bize tanıttığı bu şaheser, yine onun Nühüft’ü, güfteyi sanki bir safra imiş gibi atarak yükselirler.

Dede’de teganni çığlıkla başlar

İşte Dede, besteyi şiirin mahfazası olmaktan çıkaran, sözden gayrı bir şeyi taşımasını deneyen bu adamların tecrübelerinden işe başladı. O, musikîsini sesle inşa etti. Onun saf billurunda insanın özünü tutuşturdu. Dede’de teganni (şarkı söyleme) esastır. Ve çok defa çığlıkla başlar. Daha ilk cümlede, boşluk, bu çığlıkla dolmuş gibidir. Onun için, başlangıçları daima şaşırtıcıdır. Diyebiliriz ki daha ilk notlarda bizi kendi zamanımızdan çıkarır. Onun bize hazırladığı bir zamana gireriz. Sonlar ise hemen daima bir yıldız yağmuru gibi biter.
Dede okumaz, çağırır. Ve bu çağırma o kadar derindir ki çağırdığı her şey bir daha ayrılamayacağınız şekilde yanı başınızda, hatta sizdedir. Çünkü bu çağırdığı ve bulduğu şey kendi yalnızlığımızdır. Bu Saray adamı, bu levend ve açık ruhlu şehirli, bu yumuşak, daima rızanın ve katlanışın sofrasında boynu bükük oturan mevlevî, bu titiz ve her sırra vâkıf usta, insan macerasını, insan varlığının tek şartını duymuştur.
Bütün Acemaşiran’ları. Mahur’ları, Sultâniyegâh’ları hatırlayın. Hemen hepsi kendi içinizde zaman zaman kaybolacağınız açık kapılara benzerler. Her birinde ayrı ayrı yalnızlıklarınız, ayrı hasretleriniz, sonsuzluk boyunca peşinden koşacağınız şeyler vardır.
Dede’yi bugün bizim için o kadar derin değişiklikler arasından bir nevi çağdaş yapan şey de, onda hayatın bu trajik duygusunun Mevlevî tevekkülü ile beraber yürümesidir. İman, mistik tecrübe, onda arkasında bıraktığı şeyleri tam unutturamaz, desek acaba hata mı olur? Bu ikizlik, san’atının bellibaşlı sihridir.

Dede kainat muammasını çözmüştür

İşte Ferah-fezâ makamı bu ikizliğin en burkucu şekilde duyulduğu eserleri verir. Bütün Dede bu makamdadır. Acemaşirân Yürük Semaî’nin imkânsızın peşindeki çırpınışı, Mâhur’un arayışları Sultanî-yegâh’ın asîl içlenişleri hep burada toplanır. Tıpkı Neva, Sabâ, Sabâbûselik Bestenigâr ve Hüzzam âyinlerinin büyük iştiyaklarının toplandığı gibi. Ferah-fezâ Peşrevi’ni ve Âyini’ni dinledikten sonra hepsi başlı başına bizim için bir zevk, bir duyuş ve kendimizi idrak merhalesi olan bu eserlerin ona birer hazırlık olduğunu kabul ederiz. Ve eğer içlerinde ondan sonra yapılanlar varsa, onlar bize bu burçtan dağılmış yıldızlar gibi gelir.
Filhakika Ferah-fezâ Âyini sade İsmail Dede’nin eserinin değil, bütün musikîmizin bir ucu imkânsızda kıvranan yıldız topluluğudur. Ferah-fezâ, Dede’nin san’atının teknik meselelerinin olduğu kadar iç meselelerinin de halledildiği noktadır.
Gariptir ki bu noktaya varılınca Dede’nin san’atına, bahsettiğimiz ikiliğe rağmen bir sükûnet gelir. Dede burada kâinat muammasını çözmüştür, diyeceğim. Daha Devrikebir peşrevinin ilk cümlesinden itibaren bir medeniyetin, bir zevkin bütün muhassalası ve ideası olan Ferah-fezâ bütünü karşımıza çıkar. Bu makamın bu iki eserdeki teslimleri, en şaşırtıcı yollardan kaybedilene kavuşmadır. Sanki Dede’nin san’atı bir basübadelmevt sırrının emrindedir. O kadar olduklarından ayrı bir çehre ile gelirler.

Bach, Beethoven, Mozart, Itri, Dede daima
beraber yaşanmak için güç arkadaşlıklardır

Mesafe fikriyle bu kadar kuvvetle oynayan eser yoktur, denebilir. Her şey bize öyle yakındır. Halbuki bu yakınlık bütün uzaklıkların ötesinden gelen bir yakınlıktır. Buna rağmen eserde hiçbir acılık yoktur. Acaba Dede bu eserinin bir medeniyetin, bir kültürün son defa ve en gür sesiyle bütün kudretleri, bütün mazisi beraberinde olarak konuşmasını mı istemişti? Çünkü bu eserin yalvarışında fert olarak sahip olabileceğimizden çok fazla bir şey vardır. Orada sade Allah’ı bulmayız. Allah’ın karşısına bütün zenginliklerimizle ve cemaat olarak çıkarız. Bilhassa âyin bu saydığımız vasıflarıyla o kadar değişiktir ki. Dede’nin bütün eserleri içinde, aramızda da yaşasaydı, bugün dahi “benimdir” diyeceğine emin olduklarımızın hepsini izah eder. Fakat öbür eserlerin hiç biriyle Ferah-fezâ’yı izah edemeyiz. Haksızlık etmeyelim, eğer Ferah feza Âyini ortada olmasaydı, biz Bestenigâr ve Hüz-zam âyinleri için belki ayni şeyleri söylerdik. Bunlar dehânın bizim için hazırladığı ruh iklimleridir. Abdülkadir Meragî Segâhkân, Itrî Nevakûn, Nâyî Osman Dede Rast Âyini’ni yazmasalardı insan ruhunun bu kadar muhteşem imkânlarından haberimiz olabilir miydi? Bunlar bizi, ruhumuzu çatlatacak kadar büyüten, zenginleştiren, değiştiren eserlerdir. Ve bu o kadar böyledir ki çok defa bu tepeleri kendimiz için nefes alması güç buluruz ve unutmaya çalışırız. Daha Abdülmecit devrinde Dede’nin bu unutmayı tattığını, bizim ise cemaat olarak maalesef buna daima razı olduğumuzu bilmem tekrarlamağa lüzum var mı? Hakkımız da var. Bir Bach, bir Beethoven, bir Itrî, bir Mozart, bir Dede daima beraber yaşanmak için çok güç arkadaşlardır. Her an ayni yükseklikte uçulmaz. Her an tam insan olmak güçtür. Her an göğsümüzün içinde bir kartal besleyemeyiz.

Sırrı bizim içimizden konuşmasıdır

Dede’nin san’atı en şaşırtıcı tesadüflerin san’atıdır. O, makam geçişleri dediğimiz şeyi hemen hemen bir developman haline getirmiştir. Yarabbi ne kolaylıkla, ne incelikle geçer, ameliyesini nasıl siz farkında olmadan, fakat sizin içinizde yapar! Filhakika onun san’atının sırrı daima bizim içimizden konuşmasındadır. Onun bize kabul ettirmeyeceği şey yoktur. Ferah-fezâ Âyini’nin ilk cümlelerine dikkat edin: Makam daha ilk anda ömrünüzden bir parça olur. Ve bir kere onu böyle kabul ettikten sonra en tecrübesiz kulak bile uzaklaşmalarını ve yakınlaşmalarını kalbi ağzında takip etmeğe mecburdur.
İsmail Dede’de dinî musikî, lirik musikî birbirinden ayrılmaz. Seviyesini kendi bulduğu insanı ferdi ıstıraplarından duaya, duadan ferdi hayatına (hatta eğlenceye) kıymetlerinden hiçbir şey azaltmadan taşır. Köçekçelerinde, curcuna havalarında. Rumeli türkülerinde biz, alelade hasretlerden ve duygulardan birdenbire toplum hadlerine yükseliriz. O daima asîldir, daima hasretli ve özlüdür.
Dede’nin büyük hususiyetlerinden biri halk san’atına, halk ağzına, halk hayatına daima açık olmasıdır. “Mesnevi” kadar “Yunus Divanı”na bağlı olan ve ikisinden beraberce beslenen bu deha aynı zamanda Tuna boyu ve şehir türkülerini de biliyor, tanıyor ve onlarla eğleniyordu. Şu muhakkak ki halkımızın ve hayatımızın en asîl aynalarından biri onun eseridir. Bütün o curcuna havalarını, perişan serhadlerin gurbetini toplayan türküleri dinleyin. Halka bu yanaşma, Dede’yı her zaman için muasır ve yeni gösterecektir.
(Ahmet Hamdi Tanpınar / İstanbul Mecmuası / Mart 1954)

 

Share.

Leave A Reply

19 + 19 =

error: Content is protected !!