Eleni Karaindrou / Komşumuz için ağlamayı bilmiyoruz, işte bütün sorun bu

0

Theo Angelopoulos’un “Leyleğin Geciken Adımı”, “Ağlayan Çayır”, “Ulis’in Bakışı” gibi filmlerine yazdığı müzikler yıllarca gece gündüz İstanbul, Ankara, İzmir’in plakçılarında çalınan, reklam müziklerinde kullanılan Eleni Karaindrou yıllar sonra Türkiye’de ilk konserini Aralık 2006’da vermişti. Yılda en fazla iki konser veren, daha önce İstanbul’daki müzik festivallerinin tekliflerini reddeden müzikçi bu kez sinema çevresinden bir dostunun ricasıyla teklife “evet” demişti. Karaindrou, konserden bir ay önce ön görüşmeler için İstanbul’a geldi. Bu fırsatı değerlendiren Hürriyet ve Sabah’tan birer gazeteci Karaindrou’yla özel röportaj yaptı. Türk hayranının bir internet sözlüğüne yazdığı mesajı öğrendiğinde gözleri dolan, doğa sevgisinden bahsederken “kiraz ağacı olmak isterdim” diyen müzikçiyle yapılan söyleşilerden ilki…

1972’de, Albaylar Cuntası döneminde Manos Hacıdakis’in yayımladığı “Acımasız 1945 Nisanı” albümü, müzik eleştirmenlerince Yunan müziğinde bir manifesto ve dönüm noktası kabul ediliyor. Hacıdakis, “Geçmişi silelim, Anadolu göçmenlerinin rebetiko’suyla çağdaş Yunan müziğini yeniden yaratalım” dediğinde siz 30 yaşında genç bir piyanisttiniz. Müzik yaklaşımınız nasıldı, zaman içinde nasıl bir dönüşüm geçirdi?
– Tercihimi bu tarihten çok önce yapmıştım. Çocukluğumda, köyde babaannemin şarkılarıyla halk müziğini tanıdım. Konservatuvarda bir yandan emprovizasyonlar yapıyor, diğer yandan halk müziğini inceliyordum. Rebetikonun iki önemli ismi Markos Vamvakaris ve şarkıcı Satiria Bellau’yla tanıştım, plaklarını dinledim. Bu birikimle gittiğim Paris’te cazla tanıştım. Dünyadaki etnik müzikleri öğrendim. Müzikal yaklaşımım biçimlendi. Teodorakis ve Hacıdakis yepyeni bir müzik için harekete geçtiğinde, gönülden destekledim. Hacıdakis, Paris’e geldi, bizde kaldı, müzik birikimini benimle paylaştı, şevklendirdi. Atina’ya döndüğümde, beni Radyo 3’e aldı. Hacıdakis’e minnetrarım. Yerel müziği dönüştürme dehasını hep takdir ettim. Ben, klasikten, sözel gelenekten, cazdan ve etnik öğelerden beslenip, hep kendi müziğimi ürettim. Bestelerimde etnik müziği ya da geleneksel yaklaşımla yerel enstrümanları hiç kullanmadım. Sadece yerel renkler kullanırım. Çünkü bu DNA’ma işlenmiş. Sadece bir kez çok yetenekli bir Çingene kavalcı yazdığım ezgiyi seslendirdi. Bunu da parçalayarak kullandım. Orkestra eşliğinde buzuki kullandığımda, yerel temalar değil, benim müziğimdir çalınan. Hayat sürekli değişim içinde. Geleneği, anılarımızı dirilmeye çalışmak sonuçsuz bir çaba. Gençlerin rebetikoyu keşfetmesine, yerel müzikler dinlemesine itirazım yok. Ama geçmişin müziğini bugün yeniden üretmeye çalışmak anlamsız. Bu nedenle World Music akımı bir çıkmaz sokak. Yetmezmiş gibi yerel müziklere, global pazarlama için üniforma giydiriliyor.
Enstrüman seçimi, orkestrasyon yaklaşımınızda ne gibi değişim oldu?
– Tercihlerimde büyük değişiklik yok. Üslup, form ve enstrümanları hep duygularımla seçtim. Plan yapmadım. 1979’da diasporadaki Yunanları anlatan Wandering’e yazdığım ilk film müziğimde bugünkü gibi, klarnet, trompet, klavsen hatta santur var. 9/8’lik Zeybek ritmi kullandım. Nedeni sözcükle anlatılamaz, bu bir duygu. Jan Garbarek’i ilk dinlediğimde ağlamıştım. Acı çeken ruhu seziyorsunuz. Arıcı filmine müzik yazarken, bir sahnesindeki duyguyla saksofonun örtüşeceğini düşündüm. Angelopulos, caz, hatta deneysel caz çağrışımının filmin ana fikrine çok uzak olduğunu söyleyip, reddetti. “Mastreoni, bir Yunan öğretmeni oynuyorsa neden Garbarek göçmen ruhunun sesi olmasın. Babası Polonya’dan Norveç’e göçmüştü. Damarlarında, köklerinden koparılmış bir göçmenin DNA’sı dolaşıyor, ruhunda bu acı, hüzün var” dedim. Kabul etti. Harold Pinter’ın oyunları için yazdığım müziklerde özel bir atmosfer gerekiyordu. Soğuk, ürkünç. Bunun için synthesizer kullandım. Çello, obua tonlarını, günümüzün dünyasını yansıtacak soğuk, cam kırılmasına benzeyen sesleriyle harmanlamak istiyordum.

Mesajlı müziği sevmem
ama müziğim muhaliftir

Hacıdakis’le Radyo 3’te derlediğiniz rebetikolar yayımlandı mı? Enstrüman kullanımı, vokal tekniği açısından sizi şaşırtan özellikler gördünüz mü?
– Biliyor musunuz, Hacıdakis’le beraber Radyo 3’te oluşturduğumuz bu arşivin neredeyse tümü yok oldu. Boş banda ihtiyaç oldukça sildiler. Bazılarını kurtarıp, Paris Ulusal Müzik Arşivi’ne teslim ettim. Rebetiko ruhu belki müziğimdeki soyutlamalara da yansımıştır. Belki diyorum, çünkü beste yaparken herşeyi unutup, iç sesime, sezgilerime kulak veririm.
İsminiz, müziğiniz adeta hüzün evrensel simgesi. “İnsan olmak başlıbaşına bir trajedidir, bunu kabul ettikçe insanlaşırsınız” diyenlerden misiniz, yoksa yoksa herşeye karşın iyimserliğini koruyanlardan mı?
– İyimserim, hem de çok. Espri yapmayı, güldürmeyi severim. Felsefi, etik açıdan insanlığın neredeyse tükendiği bir dünyada yaşamak beni mutsuz ediyor. Yine de iyimserliğimi koruyup, insanlara yardım etmenin yollarını arıyorum. Dünyaya sırt çevirip neşeli olmak mümkün değil. Gelişmeleri izleyip köşemde kendimi yiyeceğime tepki veriyorum. Bestelerim yeryüzündeki acılara birer aynadır. Pankartla sokağa çıkamam. “Direniş” pankartı altında sanat yapamam. “Mesaj” veren müziği hiç sevmem. Müziğimle hayata muhalefet ediyorum. Dilerim, dinleyen, etkilenenler kanalıyla sorunların çözümüne küçük de olsa bir katkım oluyordur. Angelopoulos’un filmleri, müziğim bir tür günah çıkarma. Belki bana yaşam gücü veren bu. Belki müzikle kendimi keşfetme çabam, dinleyicilere de yardımcı oluyordur. Çin’den İskoçya’ya, konserde karşılaştığım gençler, müziğinizle hayatımı değiştirdiniz, diyor. Tabii ki abartıyorlar, yine de etkilenmişler. Euripides’in, Troyalı Kadınlar’daki bir dizesinden esinlenip bestelediğim “Köklerinden Kopartılan İçin Ağıt”ı geçen yıl Atina konserinde seslendirdim. Kulise bir doktor hanım geldi “Eleni, konser hayata bakışımı değiştirdi, komşum için de ağlayabileceğimi gördüm” dedi. 3 bin yıl sonra bugün de dünyanın her köşesinde yüzbinlerce kişi topraklarından koparılıyor. Ve bugün kimse komşusu için ağlamıyor.
1982’de yollarınız Angelopoulos’la kesişmese, müzik serüveniniz çok farklı gelişebilir miydi, neydi gelecekle ilgili planlarınız?
– Çoğu kez hayatı yönlendiren karşılaşmalardır. Angelopoulos’la karşılaşmam belirleyici rolü oldu. Doğaçlama yapıyor, klasik müzik ve oyun müziği yazıyordum, mutluydum. Film müziği alanında yeniydim, sadece bu alanda kalmayı hiç istemiyordum. Angelopoulos’la tanışmamızı sağlayan ikinci film müziğimdi. İlk filmlerinde hiç özgün müzik kullanmamıştı. Elinde kronometreyle stüdyoda çalışacak bir besteci istemiyordu. Üretim sürecini birlikte yaşayacağım koşullarda çalışmayı teklif etti. Tuhaftı, çünkü film çekilmeden yazıyordum müziği. Öyküyü anlatmasını istiyordum, sesini kaydediyordum. Bazen ses tonu, vurgu, duraklamalar sözcüklerden çok anlam taşır. Bu duygu doğrultusunda bestelerim. Senaryo okuyup, sinematografik beste yapmadım hiç. Görüntülerden esinlendim, özgürce besteledim. Angelopulos bir şair, filozof. Ondan çok etkilendim. Hayatımdaki ikinci belirleyici olay ECM’in kurucusu Manfred Eicher’le tanışmam. Prodüktör değil, fikir alışverişi yaptığım bir dost oldu.

Sevdiğime beste yapar
Güvenirsem konser veririm

Eicher’in keşfettiği Jan Garbarek, John Surman, Eberhard Weber seslerle dev tablolar boyar, bestelerine bu yönde isimler verir. Filmler, oyunlar bir yana, bestelerken görsel imgelerden esinlenir misiniz?
– Kesinlikle hayır. Angelopoulos’la tanışmadan önce de, sonra da böyleydi. Radyo 3’teki programlarımda Schubert, Şostakoviç çaldığımda görüntüler hayal ederdim. Beste yapmaya başlayınca görsel imgelerle ilişkim koptu. Esin kaynağım görsellik değil, fikirler, duygular oldu.
Oyun, film, TV için siparişler olmasa bu kadar verimli bir besteci olur muydunuz, gününüz nasıl geçer?
– Yaşamak her şeyden önemli. Dostlarım, ailem, oğlum (üniversitede siyaset felsefesi dersleri veriyor) ve iki torunum… Vazgeçemeyeceklerimi şöyle sıralayabilirim: Piyano, çünkü o sesim. Denize yakın olmak, piyanodan görmek isterim. Doğduğum köydeki evimizdeysek, hergün mutlaka eşimle dağda yürüyüşe çıkarız. Telefonu, gereksiz konuşmaları sevmem. Menajerle çalışmam. Konser, beste tekliflerini insani temasların ışığında değerlendiririm. Mesela, Türkiye’den birçok konser teklifi aldım. Reddettim. Bu konseri Vecdi Sayar’ı tanıdığım, sevdiğim, güvendiğim için kabul ettim. Konserlerim az ve öz olmalı. Yılda bir, iki konser veririm. Çoğunlukla orkestrayla çalarım. İlham kaynağım siparişler değil, müzikçiler. Kişiyi, projeyi seversem teklifi kabul eder, müziği kendim için yazarım. Mesela 1988’de Münih’te tanıştığım viyolacı Kim Kashkashian, Puslu Manzaralar’ı dinlemişti, dost olduk. İnsanoğlunun yitirdiği saflığı anlatan Ulis’in Bakışı’nı müziklemem gerekince ilk aklıma gelen ses onun viyolasıydı. 17 dakikalık bestemi yorumladı. Üç yıl sonra konser için bir eser daha yazdım ona.
Angelopoulos’la ilişkinizi karşılıklı bağımlılık ve özgürlük yaşadığınız, sevdiğinin dünyası içinde kaybolan bir aşk öyküsüne benzetiyorsunuz. Aragon ünlü şiirinde “mutlu aşk yoktur” der. Günün birinde tüm aşkları, yani film, oyun, TV gibi programatik müzikleri bir kenara bırakıp, tek başınıza keşif serüvenine çıkma ihtimali var mı?
– Müziğime programatik denemez. Özgürlüğümden asla vazgeçmem. Goldoni, Çehov ya da Sheakspeare oyunu için bestemde bile benim iç sesimi duyarsınız. Müzik soyutlamadır. Metni sesle tarif etmem, kontrpuan yaparım.
Türk dinleyicileriniz internette sizin için “Felakette Yunanistan’dan ilk kurtarmamız gereken kişi” yazmış. Uzun yıllar plakçılarda durmaksızın müzikleriniz çaldı. Türk dinleyicilerden ilginç mesajlar alıyor musunuz?
– Çok duygulandım. (Susuyor, gözleri yaşarıyor) Teşekkür ederim. Yıllar önce geldiğimde Taksim’den Tünel’e cadde boyunca Arıcı’nın müzikleri çalıyordu. Aradan birkaç yıl geçti, Sonsuzluk ve Bir Gün’ün müziğini seslendiren Camerata’nın üyeleri İstanbul’a konsere geldi. Heyecanla arayıp “Biliyor musun Eleni, burada her yerde müziklerin çalıyor” dediler. Geçen gelişimde eşimle sokaklarda uzun uzun yürüdük. Tanıştığım Türk aydınlardan çok etkilendim. Aramızda ne kadar çok ortak nokta var…

Sahne korkusunu
henüz yenemedi

Birlikte çalışmak istediğiniz Türk yönetmen ya da size ilham veren bir müzikçi, edebiyatçı oldu mu?
– Birkaç teklif aldım, yoğunluk nedeniyle gerçekleşemedi. Nazım Hikmet’in şiirlerini seviyorum ve ilham verici buluyorum.
Çok yakındığınız sahne korkusunu yenmenin bir yolunu buldunuz mu?
– Tek yardımcım izleyiciyle kurduğum sıcak iletişim. Geçen yıl antik Epidaurus Tiyatrosu’nda 13 bin kişinin önüne çıktığımda, piyanonun başına oturdum, ilk iki notadan sonra izliyecilerden çok güçlü bir “Biz buradayız, seninleyiz” mesajı geldiğini hissettim. Besteci için en heyecan verici an müziğiyle izleyici karşısına çıkmasıdır. Gerçekle yüzleşir. Ayrıca, sahnedeki diğer müzikçilerin katılımıyla özel bir ana dönüşür. Her konser ayrı bir tasarımdır, kesinlikle tekrarlamam. Gittiğim ülkelerin orkestralarıyla provalarda kültürü keşfederim. Müziğimle önce orkestrayı ikna edebilmem gerekir. Başardıysam, sorun yok demektir.
Türkiye’deki konserlerinizin repertuvarı hangi eserlerden oluşacak, solistleri belli mi?
– 35 yıldır birlikte çalıştığım, esin kaynağım obuacı Vangelis Christopoulos’la birlikte, kemençeci Socratis Sinopoulos, mandolinci Aristotelis Dimitriadis, genç akordeoncu Konstantinos Raptis ve İstanbul doğumlu piyanist Natalia Michailidou konser için Türkiye’ye gelecek. Türk orkestrası ve şefiyle çalacağım için mutluyum. Sahnede iki piyano olacak. Türkiye’deki ilk konserim olduğu için geçmişten bugüne tüm çalışmalarımdan örnekler sunacağız.
Konserlerin kaydedilmesi düşünülüyor mu?
– Her şeyi kaydedip dondurmaya, konserveleştirmeye o kadar alıştık ki hatıralarımız önemini kaybetti. Bu konserler de hatıralarımızda yaşasın.

ANGELOPOULOS’UN FİLMİNDE OYNAYACAK: Babası matematik öğretmeni. Dedesi gibi o da mandolin çalarmış. Kariandrou, 1942’de küçük bir köyde doğdu. 7 yaşında annesi öldü. Babası onu da alıp Atina’ya yerleşti. Karşılarında bir yazlık sinema vardı. Filmler gecede iki kez gösteriliyordu. Yasaklandığı halde, odasının perdesini aralayıp izlemeye başladı küçük kız. “Elektriğin, radyonun bulunmadığı bir köyden gelmiştik. Büyülenmiştim. İlk film Anna Karanina’ydı. Müziğinden çok etkilenmiştim.” Evin bodrumunda keşfettiği piyanoyla müziğe başladı, 11 yaşında Atina Konservatuvarı’na girdi. Babası müzisyen olmasını istemiyordu. Bir yandan piyano eğitimi aldı, diğer yandan Atina Üniversitesi’nde arkeoloji ve felsefe okudu. Bestelediği bazı şarkılar popüler oldu. 1967’de Albaylar Cuntası darbe yapınca, oğlunu alıp Paris’e gitti. Sorbonne’da etnomüzikoloji, Scuola Cantorum’da orkestrasyon öğrenimi gördü. Yurduna demokrasi gelince geri döndü, Manos Hacıdakis’in yönettiği Radyo-3’te klasik müzik ve etnik müzik programları hazırlamaya başladı. Rebetiko arşivi oluşturdu. 1982’de ikinci film müziği Rosa ile Selanik Film Festivali’nde ödül aldı. Jüri başkanı Theo Angelopoulos’un teklifiyle bu tarihten sonra tüm filmlerinin müziğini yaptı. Yönetmenin yeni filminde ise kendini oynayacak. Bu arada tiyatro yönetmeni eşinin talebiyle başta Harold Pinter’ınkiler olmak üzere 35 oyun müziği yazdı. 20 civarında filmin müziklerini yaptı. Gerçek uluslararası şöhrete, 1990’da ECM tarafından keşfedilmesiyle kavuştu. Film ve oyun müziklerinden oluşan 6 albüm Amerika’dan Çin’e tüm dünyaya ulaştırdı. Albümleri yüksek satış rakamlarına ulaştı. Bu arada Fellini Ödülü dahil birçok ödül kazandı. 1996’da, İstanbul Film Festivali’nde jüri üyeliği yapmıştı. Geçen yılki Atina konseri “Elegy of the Uprooting” adıyla bu hafta piyasaya çıktı.
(Serhan Yedig / 12 Kasım 2006 / Hürriyet)

Linkler

Eleni Karaindrou / Tüm bestelerim büyük bir mozaiyiğin parçalarıdır

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Share.

Leave A Reply

14 − two =

error: Content is protected !!