Krzysztof Penderecki / Tüm büyük besteciler mezarda

0

Leh Requemi, Lacrimosa gibi görkemli eserlerin bestecisi Krzysztof Penderecki, 2005 sonrasında Yale Üniversitesi ve Krakow Konservatuvarı’ndaki öğretim üyeliği görevlerinden ayrıldıktan sonra tüm zamanını üç alana odakladı: Orkestra şefliği, bestecilik ve arboretum. Polonyalı besteci şefliğini üstlendiği Krakow Sinfonietta ile dünyayı dolaşıp, yılda ortalama 50 konser veriyor. Aynı anda birçok eser üzerinde çalışıp, havaalanı dahil bulduğu her fırsatta beste yapıyor. Geriye kalan tüm zamanını ağaçlara ayırıyor. Krakow yakınlarındaki 30 hektar genişliğindeki arboretumunda topladığı bitki türlerinin sayısı 1500’e ulaştı. 2009 Martı’nda Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir konser vermek üzere 75 yaşında Türkiye’ye geldi. 22 yıl sonra ikinci kez Türkiye’ye gelen Penderecki’yi konser öncesinde, Krakow’dan aradık. Ağaç tutkusu ve müziği üzerine konuştuk.

Geçen ay Polonya’da bir kadın dergisi olan  Zwierciadlo’da yayımlanan röportajınıza rastlamıştım. Hayatınızın son 20 yılını dev bir arboretum kurmaya adadığınızı anlatıyorsunuz. Neydi sizi ağaçlara tutkuyla bağlayan, ilginiz zaman içinde nasıl gelişti?
– Çocukluğumu dedemle geçirmiştim. Ağaçları çok severdi. Ben de dört, beş yaşında ağaçlara sevgiyle bağlandım. Hayalim ormancı olmaktı. Sonraları müziğe odaklandım. Ne ağaç dikecek zamanım ne de toprağım vardı. 1970’lerin başında bir arazi aldım. 16.yy’dan kalma iki köşk vardı içinde. Toprağına ağaç dikmeye başladım. Daha doğrusu arboretum kurmaya başladım. Önceleri üç hektardı arazi. 40 yıl sonra bugün 30 hektara ulaştı. Son yıllarda bitki çeşitleri de hızla arttı.
Halka açık mı?
– Henüz açmadım. Herhalde çok kıskancım ağaçlarımı başkalarıyla paylaşmak için. (Gülüyor) İçindeki binaların tamamlanması gerekiyor. İki, üç yıl içinde bu işlemlerin tamamlanacağını, topluma açılacağını tahmin ediyorum.
Hangi tür ağacı bulup, yetiştirmek sizi en çok uğraştırdı? Bahçenizdeki sizin için en önemli ağaç hangisi?
– Başlangıçta her şeyi bulup koleksiyona katmak istiyordum. Fakat sonra iklim koşullarını dikkate almam gerektiğini gördüm. Krakow’un iklimi kışın çok serttir. Son birkaç yıl hava ılındı ama yine de çok soğuk oluyor. Japonya, Kore, İtalya’nın kuzeyindeki tüm ağaçları yetiştirmek mümkün. Ben de bunlara odaklandım. Şu anda yaklaşık 1500 tür bitki var bahçemde. Yani epeyce büyük bir koleksiyon. Hepsini çok seviyorum. Fakat bazıları çok nadir ağaçlar. Örneğin Taksodium (Bataklık Servisi), Metasequoia (Çin Su Ladini). Bunlar milyonlarca yıldır yaşayan türler. Değişen iklim koşullarına karşın hayatta kalabilmişler, çok dayanıklılar. Ve çok güzeller…
Çekirdekten manolya yetiştirmek iki yılımı almıştı, hâlâ çekirdekten yetiştirmeyi başaramadığım birçok ağaç türü var. Siz istediğiniz her türü kolayca yetiştirmeyi başardınız mı?
– En iyisi fidan alıp, dikmek. 75 yaşındayım ve artık çok zamanım yok. Ağaçlarımın büyüdüğünü görmek istiyorum çünkü. Bu nedenle 2 – 3 metrelik ağaçlar alıp dikiyorum.

Ben gittikten sonra da ağaçlarım büyüyecek

Zwierciadlo’daki röportajda, çeviri hatası yapmadıysam “Ağaçlarım benden ve müziğimden daha uzun yaşayacak” diyorsunuz…
– (Keserek) Tabii ki espri yapıyordum. Müziğimin kısa ömürlü olacağını sanmıyorum. Bununla birlikte ağaçlarım da yaşayacak. Ben hayattan çekildikten sonra ağaçlarım da büyüyecekler, büyüyecekler… Şu anda Orta Avrupa’daki en büyük koleksiyonlardan biri.
Ömürleri 1000 yılı aşan birçok ağaç var. Zeytin, ardıç, Anadolu meşesi…
– (Keserek) Bendeki zeytin türleri sizdeki gibi meyve vermiyor. Meyve veren zeytinleri yetiştirmeyi denedim, fakat kışın eksi 20 derecelik soğuklara dayanamadılar. Güney İtalya ve Fransa’da böyle bin yıllık zeytinleri gördüm. Fakat bizim iklimimizde yetiştirmek imkansız.

Artık dini eser yerine doğa üzerine yazacağım

Aslında sorumu şöyle tamamlamak istemiştim: Ağaçlarınızın müziğiniz kadar uzun ömürlü olacağınızı söylemeniz, gelecekten her açıdan umutlu olduğunuzu düşündürüyor. Küresel iklim değişikliği, müziğin ticarileşmesi, globalizmle birlikte yaygınlaşan kültürel sığlaşma, klasik müziğin çıkmaza sürüklenmesi sizi nasıl etkiliyor, endişelendirip umutsuzluğa düşürmüyor mu?
– Aslında tüm bu söyledikleriniz yüzünden çok umutsuzdum. Yaşamak ve besteciliği sürdürmek için umutlu olmak gerekiyor. Bugüne odaklanmak yerine, yarını düşünmek gerekiyor. İklim değişikliğinin felaketle sonuçlanacağı söyleniyor. Oysa yeryüzünün milyonlarca yıllık geçmişinde defalarca iklim değişikliği yaşanmış. Gezegen hâlâ varlığını koruyor. Gelecekte de bundan farklı bir şey olacağını sanmıyorum. Çok umutsuz değilim yani. Bu konuyu sömürüyorlar gibi geliyor bana. Bununla birlikte iklim değişikliği konusunda da çok dikkatli olmamız gerekiyor. 20 yıl önce başladığım, henüz bitiremediğim 6. Senfoni’nin başlığı “Ölen Orman İçin Eleji.” Büyük bir addagio. Bugünlerde sekizinci senfonimi bitirdim, yeniden bu esere dönüp tamamlamayı planlıyorum. Sıradan konulardan bahseden bir eser değil. Ekolojik yaklaşımla yazılmış bir senfoni. Evrenin geleceği ana fikri.
Tamamlamadığınız dokuzuncu senfoninin de ağaçlar üzerine olduğunu okumuştum… Hatta bundan böyle dinsel müzik yerine, ağaçlar ve çocuklar üzerine müzik yazacağınızı söylüyordunuz…
– Hayır, bahsettiğiniz sekizinci senfoni. Ağaçlar, doğa ve ölüm üzerine Almanca şiirlerden oluşuyor. 10 bölümlük lied serisi gibi bir eser.  Tüm hayatım boyunca dini temalı ve enstrümantal eserler yazdım. Dini metinden yola çıkan bestelerimin sayısı 50’yi buldu.  Artık dinsel müzik bestelemiyorum. Çünkü yazmam gereken tüm eserleri yazdım, bu kadar yeter. Gelecekte din yerine, doğa üzerine eserler besteleyeceğim.

Bence en güzel enstrüman insan sesi

Bununla birlikte son dönemde iyice insan sesine yöneldiğinizi görüyoruz, bu ilginin yeni seçtiğiniz yolla bir bağı var mı?
– İnsan sesi bence bugüne kadar yaratılmış en güzel enstrüman. Belki de tanrı yaratmıştır. (Gülüyor) Sınırsız bir enstrüman. Yüce. İnsan sesi hep beni büyülemiştir. Sekizinci senfoni de bu güzelliği kullanıyor.
Bu eser seslendirildi mi?
– Hem de birçok kez. Epeyce popüler oldu. Hatta bugünlerde Naxos firmasınca CD olarak yayımlandı.
Senfonilerinizin sırasını, hangilerinin tamamlandığını anlayamadım. Altıncı senfoniden sonra hangileri bitti, icra edildi?
– Altıya başlayıp, ara verdim. Yedi ve sekizi yazıp bitirdim. Hatta bir başka karışıklık şu: Sekizinci senfoninin üçüncü versiyonunu yazdım.
Kudüs hakkında yazdığınız senfoninin prömiyeri yapıldı mı?
– Bu yedinci senfoni. Kudüs’ün 3000’inci yılı kutlamaları için yazmıştım. Dokuzuncu senfoninin bazı taslaklarını hazırladım, henüz bitmedi. Senfoni yazarken acele etmiyorum. Genellikle beş, altı yıl alıyor tamamlanması. Çünkü orkestrayla birlikte turnedeyim çoğu zaman, bir yandan şeflik yapıyorum, bir yandan bestelerimi tamamlıyorum. Geçen yıl 75’nci yaşım nedeniyle 70’den fazla konser verdim.
İkinci soruma geri  dönersem, gelecekten umutlu olup olmadığınızı sormuştum. İklim konusundaki düşüncelerinizden bahsettiniz. Kültürel atmosfer konusunda ne düşünüyorsunuz?
– Beste yapmak için tek noktaya odaklanmak gerekiyor. Çünkü konsantre olmak en zor iş. Kendi müziğime odaklandım. Dış dünyada olup bitenler beni ilgilendirmiyor. Bunun tersi olsa, hayat boyunca Afrika, Asya, Güney Amerika’da yaşananlar için requem yazmakla geçerdi  hayatım. Dünyadaki, hayatımızdaki değişim beni endişelendiriyor. Çocukluğum 2. Dünya Savaşı Polonyası’nda geçti. Sonra Sovyet işgali yaşadık. Ardından Dayanışma Sendikası çıktı, özgürlük adına savaşan. Bu harekete müziğimle destek vermek için Leh Requemi’ni besteledim.
1987’de de İstanbul’da seslendirmiştiniz…
– Evet, doğru… Ama eser o zaman tamamlanmamış, bugünkü şeklini almamıştı. Eseri Jean Paul 2.’nin ölümünden sonra yazdığım bölümle tamamladım. 25 yılımı aldı bitirmek.
Belki yüzlerce yıl dinlenecek bir eser için pek uzun sayılmaz…
– (Gülüyor) Umarım, umarım…

Amerika’dan pek fazla besteci çıkmaz, çünkü eğitim yetersiz

Mezun olduğunuz Krakow Konservatuvarı’na yıllar sonra kompozisyon öğretmeni olarak döndünüz. Yale’de kompozisyon dersleri verdiniz. Eğitim süreciniz boyunca tepsi ettiğiniz, öğretmen olarak tekrarlamamaya özen gösterdiğiniz en önemli hata neydi?
– Aslında şunu kabul etmem gerek. Kompozisyon dersi vermeye pek istekli değildim. Çünkü kompozisyonun okulda kazandırılabilecek bir yetenek olduğuna inanmıyorum. Besteci olmak için, besteci olarak doğmak gerekir. Bu kişilere bazı teknik önerilerde bulunabilirim ancak. Yeteneği olmayana yetenek kazandıramam. Buna karşın konservatuvardan mezuniyetimden bir yıl önce, yani 1957’de ders vermeye başladım. Dört yıl öncesine kadar sürdürdüm. Hâlâ kompozisyon nasıl öğretilir bilmiyorum. Sanırım bilen de yok… Son yıllarda çoğunlukla kontrpuan, polifoni ve orkestrasyon dersleri veriyordum. Kompozisyon dersi pek vermedim.
Soruma geri dönersek, eğitim sisteminde tespit ettiğiniz, öğretmenliğiniz süresinde asla yapmamaya çalıştığınız neler var?
– En büyük hata, özellikle Amerika’daki konservatuvarlarda, öğrencilerin yeterince hazırlanması. Bir ya da iki dönem kompozisyon dersi alarak besteci olunmaz. Uzun yıllar beste yapmak, tecrübe kazanmak gerekir. Polonda’da durum biraz daha iyi. Temel müzik eğitimi sırasında iki yıl kontrpuan dersi alıyorlar. Daha sonra müzik akademisine girdiklerinde üç yıl daha ders alıyorlar. Toplam beş yıl kontrpuan çalışıyorlar. Bu kadar sürede kompozisyonun temeli kavramak mümkün. Oysa ders verdiğim Yale Üniversitesi’nde kompozisyon dersi tek dönemlikti. Tam bir komedi. Bunun için Amerika’da pek fazla besteci yok. Çünkü eğitim kurumlarında öğrenciler yeterince hazırlanmıyor.

Müziğim aynı noktada durmuyor, gelişiyor

1970’lerin sonunda aşırı yenilikçi yaklaşımların klasik müzik açısından tehlike yaratabileceğini söylemiş, çizginizi değiştirmiştiniz. Günümüz müziğinde gördüğünüz en büyük tehlike nedir?
– Pek fazla tehlike yok aslında. En büyük tehlike müzikte gelişimi sürdürecek, yeterli güç oluşturabilecek sayıda besteci olmaması. Bizim kuşağımızın avandgarde bestecileri 1970’lerde müzikte birçok buluş gerçekleştirdi. Müziğin yenilenmeye, itici güce ihtiyacı var. Şu anda çevreme baktığımda, yeni müzikleri dinlediğimde birkaç çok iyi besteci olduğunu görüyorum. Fakat büyük besteci var mı, diye sorarsanız söyleyebileceğim tek şey: Tüm büyük besteciler öldü! (Gülüyor) Bartok, Stravinski, Şostakoviç, Prokoviyef, Messian… Artık böyle büyük besteci göremiyorum. Avandgarde bestecilerin çıkışından 50 yıl sonra bugün, bazı bestecilerin bugün büyük adımlar atmasını beklerdim. Böyle biri yok…  Buna karşın 30 yıl önce,  Klasik Batı Müziği’nin son günlerini yaşadığını düşünüyorduk. Yanılmışız. Avrupa’da bugünkü sayıda klasik müzik festivali hiç olmadı. Yüzlerce festival var. Çok azı çağdaş müzik festivali olmakla birlikte, yüzlerce festival var. Çok fazla olanak içiren bir dönem bu. Böylesine önemli bir Rönesans atmosferi geçmişte yoktu. Yani, Klasik Batı Müziği yok olmayacak.
Çağdaşınız Sir John Tavener , Klasik Batı Müziği’nin insancıllıktan uzaklaşma süreciyle birlikte kitlelerden koptuğunu, kendi sonunu hazırladığını söylüyor. Bu gelişimin başlangıcı olarak Beethoven’ın son dönem bestelerini veriyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
– Bu görüşlerini destekleyen pek fazla kişi olduğunu sanmıyorum. Kendi çizgisinde yürüyor, besteliyor. Gayet dar bir hatta ilerliyor, müziği bilindik ve pek fazla değişim yok, bu açıdan kolayı seçiyor belki. Beethoven’in son dönem eserleri konusundaki görüşlerine katılmak da pek mümkün değil. Çünkü 19. yy’ın en yenilikçi müziklerini besteledi. Üçüncü senfonide dehasını gösterdi. Sonrasındaki her senfonisinde farklı yaklaşımlar getirdi. Kimse klasik müzikte Beethoven kadar değişim yapamadı. Beethoven benim için Bach kadar büyük bir bestecidir. Beethoven ve ardından gelen Berlioz müziğin ilk avandgarde’larıdır.
Söz Tavener ’dan açılmışken, sizin gibi geniş kapsamlı dini eserler besteliyor. Ancak 11 Eylül’den sonra Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki gerilimin artmasından rahatsız olup İslam hakkında bilgi edinmeye başladı. Ardından İslam mitolojisini yansıtan eserler bestelemeye yöneldi. Siz de diğer dinleri merak edip incelediniz mi?
– Ben sadece Katolik müziği bestelemiyorum. Beni büyüleyen Rus Ortadoks geleneği hakkında da eserler yazdım. Doğrusunu söylemek gerekirse Tavener hakkında yorum yapmam zor, çünkü eserlerini hakkında bilgim sınırlı. Sadece birkaç eserini biliyorum. Evet sizin söylediğiniz gibi diğer inançları, kültürleri inceliyor, araştırıyor. Onun için gayet faydalı bir uğraş… Hayatta her şeyi birden yapmak imkansız. Hıristiyan olarak doğdum. Bu geleneği, Avrupa’nın ortaçağdan bu yana  en önemli müzik birikimini öğrendim. İlham her zaman dini olaylardan kaynaklanmıyor. Yazdığım son dört şarkı Çince yazılmış metinlerin Almanca tercümesi üzerine. Biraz pentatonik bir yaklaşım kullanmım ki benim müziğim açısından pek alışılmadık bir öge. Farklı bir yöne yöneldi. Özet olarak müziğim aynı noktada durmuyor, sürekli gelişiyor.

Asla İngilizce eser bestelemem

Bir röportajda dünya dillerinin çeşitliliğinden büyülediğinizi anlatıp her dilde müziğin farklı tınlayacağını savunuyorsunuz. Anadiliniz Lehçe hariç, bugüne kadar sizi en çok etkileyen diller hangileri?
– Öğrenciliğimde Latince ve Yunanca öğrenmiştim. İki dilde birçok eser besteledim. Bununla birlikte Doğu Roma dillerinden, özellikle Bulgarca’dan yararlanan birçok eser besteledim. Uzun yıllar Almanya’da yaşadığım için, dilini iyi bildiğim için Almanca birçok eserim var. Müzik açısından İngilizce’den çok daha esnek bir dil. Eserlerimde  İtalyanca kullanabilirim ama İngilizce’yi asla.
Sürekli yeni sesler arıyorsunuz, hatta orkestradaki mevcut enstrümanlar yeterli gelmediği  için iki enstrüman icat ettiniz. Peki neden elektronik müzikten uzak duruyorsunuz?
– Başlangıç döneminde ben de elektronik müzikle ilgilendim. 1957’de Varşova’da elektronik müzik denemeleri yapıyordum. Yani 50 yıl önce denedim. Sonraları film müzikleri besteledim, bunlar için stüdyo çalışmaları yaptım. Elektronik sesleri, kayıt tekniklerini  gayet iyi biliyordum yani. O günlerde umduğumuz kadar gelişemedi elektronik müzik. 1960’lara kadar geleceğin müziğinin elektronik olacağını düşünüyordum. Sanıyorum hataydı. Bu düşünceden vazgeçtim. Çünkü elektronik ses bir süre sonra bıktırıyor. Artık duymak bile istemiyorum. Elektronik müzikte gelecek olduğu kanısında değilim. Sadece çok özgün enstrümanlar geliştirilirse bu kanım değişebilir. Bence hâlâ en etkileyici enstrüman insan sesi. Bugün bile birçok yeni teknik denenebilir, yeni yaklaşım içeren eserler yazılabilir.
Orkestranızla dünyayı dolaşıp yılda 70 konser verdiğinizi, yoldaki boş zamanlarınızda  beste yaptığınızı söylüyorsunuz. Gezginlik müziğinizi nasıl etkiliyor
– Geçen yıl, 50’nci yılım nedeniyle özel bir yoğunluk vardı konserlerimde. Genelde yılda 50 konser veriyorum. Turnedeyken erken kalkar, provalardan önceki zamanımı kendi çalışmama ayırırım. Çünkü provadan sonra beste yapmam mümkün değil. (gülüyor) Orkestrayla çalışmak kişiye çok sayıda fikir veriyor. Çoğu kez, orkestra üyelerinin üslupları, gönüllü ya da gönülsüz çaldıkları bölümler bana yeni ilhamlar veriyor. Bir orkestrayla çalışmak besteci açısından çok ilham verici. Geçmişin bütün büyük bestecileri eserlerini yönetmiş. Çünkü besteci her şeyi bilmek zorundaymış. Bence de bestecinin orkestrayla yakın teması ilham verici bir çaba.
Gittiğiniz şehirler, tanıştığınız yeni kültürler müziğinize yansıyor mu, yoksa tüm etkileşimlere kapalı kalıp sadece kendi iç dünyanızın sesini mi taşıyorsunuz müziğinize?
– Bakın size bir şey söyleyeyim: Yaşlandıkça kişi kendine odaklanıyor, dış dünya önemini yitiriyor. Benim için önemli olan, süreklilik. Sabah masanın başına oturduğumda dün, bir hafta, bir yıl öncesiyle bağlantı içinde çalışırım. Dış dünya beni etkilemez pek. Bestecilik öncelikle işe odaklanmayı gerektirir. Diğer müzikler, kültürler bu odaklanmanın dışında kalır. Ressam ilham almak için her gün sergi sergi dolaşır mı? Tabii ki hayır. Ben de kendi müziğime odaklıyım. Başka müzikleri dinlemek dikkatimi dağıtıyor, hatta rahatsız ediyor.
Gauguin’in kemiklerini sızlatmayalım, 19.yy’ın imkanlarıyla dünyanın öbür ucuna gitmişti yeni esinler yakalamak için. Siz işiniz gereği geziyorsunuz. İstemeseniz de gözünüze, kulağınıza farklı renkler, sesler çarpıyor. Söylediklerinizden anladığım kadarıyla bu etkileşim müziğinize hiç yansımıyor.
– Her şey esin kaynağı olabilir. Doğa… Dostça bir sohbet… Tabii ki bazen bir müzik.  Buna karşı bestecinin yaklaşımı netleşmişse, dış dünyadan büyük oranda etkilenmez.
Anladığım kadarıyla enstrüman başına oturmadan, sadece kağıt kalemle beste yapıyorsunuz…
– Evet… Hayatım boyunca, yani yaklaşık 70 yıldır aynı şekilde çalışıyorum. Yolda aklıma gelen fikirleri not almam bile gerekmez. Piyano başında çalışmam. Çünkü müziğimi doğru tempoda yorumlayabilecek kadar iyi bir piyanist değilim. Zaten ana enstrümanım piyano değil, keman.

Harry Potter ilham vermedi

Elżbieta Penderecka, 1966’dan bu yana bestecinin hayat arkadaşı. Çiftin iki çocuğu var. Avrupa Mozart Vakfı, Krakow Sinfonietta, Beethoven Akademik Senfoni Orkestrası, Varşova Piyano Festivali ve Penderecki Festivali’nin kurucusu olan Elżbieta Penderecka eşinin konserlerinin organizasyonunu da yürütüyor.

Son röportajlarınızdan birinde torununuz için bir opera bestelemeye başladığınızı anlatmışsınız. Bu amaçla Harry Potter’ı okumaya başladığınızı, kahramanı sevmediğiniz için vazgeçip geleneksel bir masalı eksen almaya karar verdiğinizi anlatıyorsunuz. Neydi Potter’dan hoşlanmamanızın nedeni?
– Aslında söylediğim bu değildi. Harry Potter operası bestelemek gibi bir düşüncem yoktu. Sadece romanlarını okumaya başladım. Belki ilham alırım diye düşündüm. Gördüm ki içeriği beni hiç ilgilendirmiyor. Çocukluğumun masalları bana daha çok zevk veriyor.
Ve Fındıkkıran’ı seçtiniz. Peki sonra?
– Evet, düşündüklerimden biri de bu…
Başladınız mı operayı yazmaya, ne zaman bitecek?
– Henüz başlamadım. Çünkü elimde birçok beste var tamamlamam gereken. Ve ben hep programladığım çalışma temposunun gerisindeyim… Zaman gittikçe hızlanan tempoda akıp gidiyor. Ben gittikçe yavaşlıyorum. Yaşlandıkça beste yapmak zorlaşıyor. Daha çok zaman gerekiyor. Çünkü bir esere son şeklini vermeden önce, geçmiştekinden çok daha fazla taslak yazıyorum. Umarım bu operayı torunum çocukluğa veda etmeden bitiririm. (Gülüyor)
Türk besteciler ya da eserleriyle yolunuz kesişti mi?
– Pek bilmiyorum doğrusu, özür dilerim. Benim için mahcubiyet nedeni bir soru bu. Bazı genç Türk bestecilerle tanıştım. Fakat hatırlamıyorum.
Orkestranızın repertuvarı konusunda özel tercihleriniz var mı?
– Kendi eserlerimi seslendiriyoruz. Bazen bütün program benim eserlerimden oluşuyor. Bazen diğer bestecilerin eserleri de yer alıyor. Beethoven, Brahms, Schubert, Mendelsohn gibi… Fakat diğer çağdaş bestecilerin eserleri pek olmuyor programlarımızda.
İstanbul’da seslendirdiğiniz Sinfonietta’nın iki versiyonu var galiba. Hangisini seslendireceğiniz kafaları karıştıran bir soruya dönüştü konser öncesinde. Bu karışıklık nereden kaynaklanıyor.
– 1991’de yazdım bu eseri. Aslında yaylı çalgılar üçlüsü için yazılmıştı. 1990’da ilk yaylı çalgılar üçlümü yazdım. Ertesi yıl ikinci üçlümü. Daha sonra bu fikrin yaylı çalgılar için daha uygun olduğunu fark ettim. Eseri orkestraya uyarladım. Zaman beni haklı çıkardı. En çok seslendirilen eserlerimden biri çıktı ortaya.
(Serhan Yedig / Mayıs 2009 / Andante)

(c) Bu mülakatın tüm hakları saklıdır. Kısmen dahi olsa izinsiz alıntı yapılamaz.

PLASTİK ÇALGISIYLA İNFİAL YARATMIŞTI
Penderecki, (Penderetski okunuyor) Polonya’nın güneyinde, Zakopana Dağları’nın eteğindeki Debica kentinde doğdu. Gençliği komşu kent Krakow’da geçti. Nobel ödüllü yazarların, Andrei Wajda gibi sinemacıların yetiştiği kültür kenti yenilikçi kişiliğinin gelişiminde önemli rol oynadı. Krakow Müzik Akademisi’nden 1958’de mezun oldu. İlk eserlerinden itibaren orkestranın standart enstrümanlarını zorlayarak, farklı anlatım biçimleri aradı. Örneğin 1960’da, adını dünyaya duyurduğu Sekiz Dakika Otuz Sekiz Saniye’de, 52 yaylı çalgının siren çağrışımı yapacak şekilde kullanılmıştı.  Daha sonra ismini değiştirdiği Hiroşima Kurbanları İçin Ağıt, Penderecki’ye UNESCO ödülü getirdi. Sonraki eserlerinde yeni renk arayışıyla yaylı çalgıların eşikleri ile gövdeleri arasında kalan telleri kullandı, nadide kemanlara, çellolara trampet muamelesi yaptı. 1960’larda daktilo, Meksika gitarı, Tibet gongları gibi farklı renkleri kattı klasik orkestraya… İcat ettiği enstrümanların bazılarını plastikten yapıp infial yarattı. “300 yıllık çalgılar günümüzün dünyasını, hayallerimdeki sesleri yansıtmaktan uzak. Bir besteci olarak dinleyiciyi her an şaşırtmalıyım. Hayatı boyunca aynı müzik diliyle benzer eserler yazan, sıkıcı bir besteci olduğumu düşünmelerini istemem” diyordu plastik çalgısına karşı çıkanlara. Besteleri, Andrei Wajda, David Lynch gibi yönetmenler tarafından sinemada da kullanıldı. 1987 ve 1998’de “En İyi Çağdaş Beste” dalında iki Grammy kazandı. 1998’de ayrıca, orkestra şefi olarak Anne Sophie Mutter ’le “En İyi Klasik İcra” ödülünü aldı. Penderecki’nin üç çocuğu, iki torunu var. Ailede sadece sekiz yaşındaki torunu müziğe ilgi duyuyor. Piyano çalıyor. “Beste yapıyor ama çok tembel. Ben de tembeldim onun yaşında” diyor. Türkiye’ye geldiğinde, Penderecki’nin ağaç tutkusunu öğrenen TEMA gönüllüleri besteciye konser sonrasında kuliste Anadolu meşesi tohumları hediye etti.

Linkler

Penderecki’nin biyografisi

Polonya Müzik Merkezi’ndeki Penderecki web sayfası

Penderecki: Geçmişte besteci usta müzikçi olmak zorundaydı, şimde enstrüman çalamayanı var (Filiz Ali’nin 1987’deki mülakatı)

Penderecki: Eserlerim Entellektüel Oluşumun Ürünleri (Mustafa M. Alaca’nın 1987’deki mülakatı)

Share.

Leave A Reply

twenty − 7 =

error: Content is protected !!