Michael Nyman / Piyano filminin müziğini bestelemek sonraki yıllarda hayatımı kararttı

0

Müziğini binbir kılığa sokabilen rengarenk bir bestecinin dünyası 35 dakikada keşfedilebilir mi? 2003 Martı’nda Türkiye’ye geleceğini öğrenince kronometreye karşı röportajı çaresizlikten kabul etmiştik. 1968’de müzik eleştirmeniyken minimalizme adını veren, sonra besteciliğe dönüp film müzikleriyle minimalizmin en popüler eserlerini besteleyen Michael Nyman’a soracaklarımızın yarısına gelmeden süremiz bitti. Ertesi gün bir kez daha Londra’daki evinden arayıp 15 dakika uzatma hakkımızı kullandık. Bize 1967’de otostopla çıktığı gezide İstanbul’dan Diyarbakır’a uzanan serüvenini, beğenilmeyen Coca Cola cıngılını tersyüz edip yazdığı operaları, Piyano filminin müziğinin nasıl hayatını kararttığını anlattı. “Biliyor musunuz hayalim Boğaziçi’nde bir köşk almak ve burada beste yapmak” dedi.

1967’de, genç bir öğrenciyken sırtınızda çantayla Türkiye’ye gelmiştiniz. Dinlediğiniz müzikler ses dünyanızda iz bıraktı mı?
– Müzikal keşif yolculuğu değildi. 1965 ve 66’da bursla Romanya’da araştıma yaptım. Halk müziğini inceledim, kayıtlar yaptım. Burstan biriktirdiğim parayla, sırtıma çantamı alıp Türkiye’ye geldim. Bu gezide arkeoloji, tarih, en genel anlamıyla yerel kültürü inceledim. Uzun yıllar geçti üzerinden. Mutlaka yerel müzik örneklerini dinlemişimdir. Net olarak hatırladığım tek şey İstanbul’dan Londra’ya yerel enstrümanlarla döndüğüm. Ut, tambur… Konya’dan Mevleviler’in nefesli çalgılarını (ney) aldım. Bu gezide Türkiye’nin müthiş kültürel zenginliklerini, farklılıklarını keşfettim. En önemli keşfim Hititler’di. Epey müze gezdim, Hitit sanatını inceledim. Ayrıca ilk kez İslam sanatıyla karşılaşıyordum. Sonuçta Türkiye’nin Avrupa kültürünün beşiği olduğunu gördüm. 21 yaşına kadar bunu fark etmemiştim. Göreme’de, Diyarbakır’da gördüklerimden çok etkilendim.

En önemli keşfim Hitit sanatıydı

Anlaşılan otostopla Türkiye’yi bir uçtan diğerine geçmişsiniz. Ne kadar kaldınız, nereleri gezdiniz? Hafızanızda kalan en etkileyici fotoğraf neydi?
– Beş hafta kaldım. Söylediğim gibi sırtımda çantayla, otostopla zorlu bir yolculuk yaptım. İstanbul’dan başlayıp Bergama, Efes, Konya, Antalya, Adana, Göreme’ye gittim. Sahilleri gezdim. Güzel yemekler yedim. O zamanlar Van yakınlarına gitmek zordu, Sovyet sınırına yaklaşmak yabancılar için tehlikeliydi. Diyarbakır’a kadar gittim. Göreme’deki yeraltı şehri beni en etkileyen yerdi. 1970’de tekrar geldim. Bir arkadaşım Bodrum’da ev almıştı, orada kaldık. Türkiye’nin Avrupa ve Asya kültürü açısından ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm.
İki yıl önce Sunday Times’da yayımlanan yazınızda “bu yolculukta güzel dostluklar kurdum, hâlâ görüştüklerim var aralarında” diyorsunuz. Türkler var mı aralarında?
– Çoğunlukla benim gibi sırt çantasıyla dolaşan öğrencilerle dost oldum. Cambridge öğrencisi bir İngiliz ve bir Amerikalı’ydı tanıştıklarım. Türklerden sadece birkaç esnafla dost olmuştum. Süleymaniye’nin karşısındaki dericide kibar bir gençle tanıştım. Bir deri ceket almış, sohbet etmiştim. Yayla Kafe’nin sahipleriyle konuşmuştum.
Aydınlardan, müzikçilerden kimse çıkmadı mı karşınıza? En son 1996’da İstanbul Caz Festivali’ne gelmiştiniz, bu ziyaretinizde Türk müzikçilerle tanıştınız mı?
– İlk gelişimde karşılaşmadım, entelektüelleri nerede bulacağımı bilmiyordum çünkü. Festivale geldiğimde organizatörlerle, birkaç entelektüelle konuştum. Konser telaşı yaşanırken, iki günde dostluk kurmak çok zor. Dileğim bu konserime müzikçilerin, yazarların, film yönetmenlerinin gelmesi. Konserden sonra sohbet etme, fikir değiş tokuşu yapma fırsatı bulmamız. Gerçekten bunu çok istiyorum. Londra’ya sevdiğim sanatçılar geldiğinde konserlerini kaçırmam. Kulise gider tanışırım, sohbet ederim. Türkiye’ye ilk gelişimin üzerinden 35 yıl geçti. Gördüklerim ve beni büyüleyen Hitit sanatı çok net şekilde hâlâ gözümün önünde. Hafızamın bir parçası oldular. Mesela, ilginçtir, Yunan kültürü Batı kültürünün bir parçası olduğu halde Yunistan’ı hiç merak etmedim, gitme gereği duymadım. (Duruyor, bir süre düşünüyor) Belki de Romanya’da gördüğüm Osmanlı izleri beni etkiledi. Dillerinde bile birçok Türkçe sözcük var. Romen müziğinin yapısında da izi görülüyor. Taksim geleneği mesela. (Duraklıyor) İngiltere’de kültürel açıdan bir adadaymış gibi yaşıyorduk o zamanlar. Almanya, Fransa ve Amerika’yla sınırlıydı ilgi alanlarımız. Sanki Avrupa’nın ötesi boşluktu. Bugün biraz değişti. Globalizasyon bize diğer kültürleri tanıma fırsatı sunuyor. Mesela Orhan Pamuk’un kitapları İngilizce’ye çevriliyor. Burada saygın bir yazar. 1966’da kimin aklına gelirdi bir Türk yazarın İngilizce’ye çevrileceği. Şimdi artık Türkiye’nin politik sorunları da gündemimize yansıyor. Kürt sorunu, Ermeni sorunu gibi. Yani iki kültür birbirine çok daha yakın. Biliyor musunuz hayallerimden biri de, Amerikalı’lar Irak’ı kurcalamaktan vazgeçtiklerinde, Boğaziçi’nde bir ev almak. Ve orada yaşamak. Güzel bir 19.yy evi, harika mermerler, geniş pencereler, genişlik duygusu, bahçe… Fakat şimdi, ortalık bu kadar karışıkken, zamanı değil bu hayallerin.
Anlaşılan “Dünyayı Saddam’dan kurtarma” operasyonu başbakanınız Blair’i olduğu kadar heyecanlandırmıyor sizi… Düşüncelerinizi yüksek sesle ifade ediyor musunuz?
– Trajedi… Gerçek bir trajediyle karşı karşıyayız. Ortada saldırıyı mazur gösterecek somut bir kanıt yok henüz. Muhalefetimi ifade etmekten kaçınmıyorum. Geçenlerde düzenlenen barış gösterisine hasta olduğum için katılamadım. 15 Şubat’ta Londra’da yapılacak büyük gösteriye kesinlikle katılacağım. Eğer müzikçiler savaşa karşı konser verirse buna da katılmak istiyorum. Politikacı değilim. İyi bir metin bulursam savaş karşıtı şarkı yazmak istiyorum.

Kazayla besteci oldum

El Pais’in arşivinde bir röportajınızı buldum. “Hayatım kazalardan ibaret. Karımla kaza sonucu karşılaştım, kazayla müzikçi oldum, kazayla besteciliğe başladım, kazayla opera yazdım” diyorsunuz. Şaka mı, gerçek mi?
– Kesinlikle doğru. Hepimiz hayatımızda kazayla birilerine rastlamışızdır. Fakat geri dönüp baktığımda, hayatımda birçok önemli şeyin kaza sonucu gerçekleştiğini görüyorum. Tabii her şey değil… Örneğin İngiltere’de çağdaş müzikle uğraşan birilerini tanımasam rastlantılar da olmayabilirdi. Piyanisttim sadece. Bir dostum Spectator’ın editörünü tanıyormuş. Müzik eleştirmeni aradıklarını duymuş. Zeki ve bilgili olduğumu düşündüğü için beni önermiş. Uygun zamanda, uygun yerde olmam sayesinde eleştirmenliğe başladım. Yeniden müzik yazmaya başlamam, yani besteciliğim rastlantılar zincirinin sonucu. Eşimle 1966’da, Türkiye dönüşü tanıştım. İlginçtir, 1970’e kadar Ankara’da ünlü bir politikacının çocuklarına dadılık yapıyordu. Eşim geçenlerde Londra’daki barış gösterisinde bu politikacının yeğeniyle karşılaşmış, trafik kazasında vefat ettiğini öğrenmiş. Biraz düşünürsem adını hatırlayacağım. (Sessizlik) Eşinin adı Yelda’ydı. Her ikisiyle de tanışmıştık. Evet politikacının soyadını hatırladım: Gümrükçüoğlu… Görüyor musunuz, Türkçe hafızamı… (Gülüyor)
Çağdaş besteci olarak geçmişin müzik birikimine nasıl yaklaşıyorsunuz? Yaptığınız alıntılar bir yana, bazı önemli bestecilerin yaratılarıyla, mesela Beethoven, Brahms, Stravinski ve Schölnberg’in eserleriyle kendi eserleriniz arasında yapısal bağ olduğunu düşünüyor musunuz? Geçmişin ses mimarisi size ışık tutuyor mu?
– Besteciyim ve kendimi bu gelenek içinde görüyorum. Evet, operalarımı, orkestra müziklerimi bilgisayarda yazıyorum. Belki müzikal dilim sözünü ettiğiniz bestecilerden farklı. Üretim, amaç ve müziğin işlevi açısından tüm bu bestecilerin ardılıyım. Öğrenme konusuna gelince. Müzikal ilkeler, soyut yapılar oluşturma konusunda Beethoven’dan daha fazla şeyler öğrenebileceğimiz besteci Bach. Aynı şekilde Schölnberg’ten öğreneceklerimiz Brahms’tan fazla. 12 ton metodu mesela. Ses kesitleriyle uğraşan bir entelektüel gözüyle Beethoven’den öğrenecek çok şey var. Mesela 7’inci senfoninin yavaş bölümleri harikadır. Brahms’ın ilk senfonisinin son bölümü çok güzel pasajlar içeriyor. Fakat bu söylediklerim beğeniyle ilgili, eserlerinden yapısal özellikleriyle ilgili ders almaktan bahsetmiyorum. Yani soyut yazan bestecilerden öğrenecek daha çok şey var. Kontrpuan, yapısal karşıtlıklar, çeşitleme tekniğini öğrenmek istiyorsam Beethoven yerine Bach’a bakmayı tercih ederim. Açıkça, hiç çekinmeden diğer müzikçilerden yaptığım alıntılar üzerine müziğimi inşa ediyorum. Monteverdi’den, Purcell’e, Bach’tan Schubert’e, Schumann’a kadar. Bu nedenle müziğimle geçmişin müziği arasındaki bağ epeyce açık, epeyce doğrudan, saklı değil. Geçmişten çok şey öğrendim. Çünkü Stravinski gibi geçmişin birikimini yeniden besteliyordum. Onun, geçmişin müziğini dönüştürme konusundaki dehası bugünün bestecilerine ışık tutuyor. Geçmişin ögeleriyle 20. yüzyılın sesini, Rus müziğinin sesini yarattı; her ne kadar hayatının sonunda Rus kişiliğinden uzaklaştığı düşünülse de… 12-ton yöntemi ve klasizmi kullanması besteciliğindeki kültürel gelişimin sonucuydu. İki yaklaşımı da bu gelişmenin ışığında kullandı. Bir başka deyişle form kaygısı, akımlar, yetişme sürecindeki deneyimler renklendirip biçimlendirmedi müziğini. Günlük çalışmanın besteciye kazandırdığı birikim oluşturdu bu çizgiyi. Aynı durum benim için geçerli. Yetişme sürecimi müziğimden okuyabilirsiniz. Sevdiklerimi, sevmediklerimi… Pop müzikle, etnik müzikle ilgileniyorum. Bugünlerde Warner’ın yayımlayacağı “Samcam” adlı albümümü Hintli klasik müzikçilerle hazırladık. Türk müzikçilerle de aynı şeyi yapmak isterim. Farklı bir çalışma olabilir, farklı bir işbirliği olabilir. Birbirimize tamamen farklı, zekayı bileyen fikirler sunabiliriz. Ufku açık bir müzikçiyle ya da karşılıklı oturmak “işte bunlar benim yaptıklarım, senin müziğine neler katabilirim, sen benim müziğime neler katabilirsin” demek harika olurdu. Birkaç yıl önce böyle bir ihtimal vardı. Bir eser siparişi verilecekti. Ön hazırlıklarını yaptım. Fakat sipariş gerçekleşmedi. Bu projeyi yeniden ele almak çok isterim.

Türk müzikçilere açık çağrı

Neydi bu proje, Türk müzikçilerle mi hazırlayacaktınız?
– 1993’te Faslı, geçen yıl Hint müzikçilerle çalıştım. Öyle görünüyor ki, 10 yılda bir geliyor bu tür fikirler. Bu proje gerçekleşse Türklerle yapmak isterdim. Fakat bir dizi soru var cevaplanması gereken. Türk klasikçilerle mi böyle bir projeyi gerçekleştirmek doğru olur, yoksa halk müziği sanatçılarıyla mı? Hangi besteciyle, hangi müzikçiyle çalışmalıyım? Güvendiğim birilerinin tavsiyesine ihtiyacım var. Ayrıca benim çalışmak isteyeceğim müzikçiler, çalışmalarımı kendilerine yakın bulacaklar mı? Bu da bir başka sorun. Gerçi Avrupa’dan Japonya’ya kadar birçok ülkede müziğimin sevildiğini görüyorum, bu sorun olmaz herhalde. Fakat birlikte çalışmak dinleyicinin önüne iyi ayrı malzeme koymak anlamına gelmez. Aramızda diyalog, yaratıcı iletişim, farklı ilgi alanlarını biraraya getirme çabası olmalı. Tüm bunlar gerçekleşirse bir ortak proje neden olmasın?
Bir röportajda kendinizi “Cage sonrası besteci” olarak niteliyorsunuz. Ses evreninde bugün hangi koordinatlardasınız?
– Sanırım hiçbir sanatçı, müzikçi yetiştiği kültürden bağımsız değil. Klasik eğitimli bir müzikçiyim, dolayısıyla Batı müziğini biliyorum. Çağdaş klasik müzik atmosferinde büyüdüm. Türkiye gezisinden sonraki yıllarda Stockhausen, Cage, Reich’ın müziğiyle yakınlık kurdum. Şimdilerin “world music”i, o zamanların etnik müziğiyle ilgilendim. Beatles coşkusunu yaşayan kuşaktan geliyorum. Tüm bunlar ses dağarcığımı oluşturdu, müzik dilimin ögelerine dönüştü. Daha sonra kendi müzik dilimi yaratmaya başladım. Müziğim, kaçınılmaz olarak sesiyle, müzikal yapısıyla, bağlamsal boyutuyla hayatımın 10 ila 25 yaş arasındaki karmaşık, içsel olarak birbiriyle ilintili deneyimlerini yansıtıyor. Romanya’daki gözlemlerim, dinlediğim müzikler, Türkiye gezim, Macar müziğiyle tanışmam… Tüm bunlar müziğimi etkiledi ya da sonraki yıllarda müziğimden yansıdı. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak. Şunu dinlememiş olsam bugünkü besteci olamazdım, diyemeyeceğim. Bununla birlikte etkileşimin açık örnekleri var: Müzikolog olmasaydım, Purcell’in müziğini incelemeseydim “Draughtman’s Contract”ı yazamazdım gibi… Diğerlerini değiştirmek mümkün değil. Michael Nyman Band’de bir tür kabasabalık sezilir. Enerji muhtemelen Romen müziğiyle tanışıklığımdan kaynaklanıyor. John Cage’e en çok yaklaşım açısından borçluyum: Rastlantısallığın, kaosun, ihtimallerin kullanımında ondan etkilendim… Yapısal özellikler açısından Steve Reich ve Terry Riley’den çok şey öğrendim. Buna karşın belirgin bir Nyman tınısı var müziğimde. Reich ya da Cage ile karıştırmanız mümkün değil. Bir açıdan, Nyman dünyası geçmişin bazı ses parçalarıyla oluşmuştur. Duyduğunuz bir sesin kökünü kazdığınızda “şu fikrin izini burada görüyoruz, buradaki diş, oradaki parmak, şu kafatası şu eserden gelmiştir” diyebilirsiniz. Şu anda yazdığım müzik, daha doğrusu 1976’dan beri yazdığım müzik minimalizm birikiminden yararlanmadan ortaya çıkamazdı. Bunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde söyleyebilirim.

İstemediğim alanda şöhret oldum

Bay Cornelius Cardeus’un öğüdüne uyuyor musunuz hâlâ? Rayda kayan bir tren gibi düşün kendini. Sağa sola bakmak için kendini yorma, demişti galiba.
– 1970’lerin sonu, 1980’lerin başında daha çok süreç içinde biçimlenen (processed) müzik besteledim. Yapısal ilkeler oluşturup, ilk gerçek minimalistler gibi sürecin malzemeyi biçimlendirmesini sağlıyordum. Şimdi beste yapmak daha çok estetik seçimlerle ilgili. Bir tür müzikal yolculuğa çıkmak gibi. Bazen duruyorsun, bazen yan yollara sapıyorsun. Karşına çıkan farklı manzaralara bakıyorsun. Bazen sürpriz patikalardan aşağı iniyorsun. Her bestede daha hesaplı yazmaya doğru ilerliyorum. 10 yıl önceki gibi otomatik biçimlenen müzik yazmak gittikçe zorlaşıyor. Beni daha çok yansıtan, daha kişisel bir müzik. Sanırım geçmiştekinden çok daha iyi. Fakat bazıları aynı görüşte değil. Bazı hayranlarım “Draughtman’s Contract”ın yazdığım en iyi eser olduğu kanısında. Son operam “Facing Goya”nın ise çok karmaşık, çok fazla hesaplanmış, çok fazla denetlenmiş, kurnazca olduğunu düşünüyorlar. Bu görüşe katılmıyorum. Şu anda istediğim gibi yazıyorum, seçim tamamen bana ait. Tamamen tekrara dayalı, mekanik müzik aslında çok çekici…
Çevremde kime Michael Nyman desem “Aaa Piyano’nun bestecisi” diyor. Hakkınızda son iki yılda yayımlanmış 60 civarında yazı okudum. Neredeyse hepsi ilk paragrafta film müziğinizden bahsediyor. “Piyano”dan nefret etmeye başladınız mı?

– İyi olduğu kadar kötü yönleri de var. Bu film müziği beni şöhrete kavuşturdu, fakat istemediğim alanda ünlü oldum. Beni bir tür popüler müzik bestecisi olarak damgaladı bu eser. Onun yüzünden klasik müzik dünyasından dışlandım. “Bu adama neden keman konçertosu siparişi verelim” diyorlar. Çünkü Piyano’nun bestecisiyim. Oysa hafızalarını zorlasalar, Piyano’dan önce, sonra hatta aynı zamanda neler bestelediğimi hatırlasalar böyle düşünmeyecekler. 1992’de, Piyano’nun yayımlandığı yıl birbirinden ilginç dört oda müziği eserim yayımlandı. Piyano’nun açıklığını, yapaylığını dengeleyecek eserlerdi bunlar. Filmin gereksinimleri doğrultusunda besteledim Piyano’yu. Müzikal ifade film tarafından biçimlendirilmişti. Özgür değildim yazarken, filme uygun olmalıydı. Popüler olan herşeyin yarattığı tehlikenin sonuçlarını yaşadım. İnsanlar bu müziği Michael Nyman’ın besteci olarak yapabileceği tek şey olduğunu düşündü. Yani kazandırdığı şöhret kadar besteci kariyerime zarar verdi.
Piyano’yu sonraki yıllarda “1. Piyano Konçertosu”na dönüştürmeniz istiridyenin bünyesine giren taşı inciye dönüştürme operasyonu muydu?
-Besteci olarak elindeki malzemenin olanaklarını sonuna kadar kullanmak istiyor insan. Film müziğindeki bazı fikirlerin daha derin, karmaşık ses üretim sürecine uygun olduğunu gördüm. Daha sonra piyano konçertosuna dönüştü. Film müziğinin başarısını genişletmek değildi amacım. Fikirlerin oluşum sürecini sürdürmek, gelişim potansiyelini kullanmaktı sadece.

Beğenilmeyeni tersyüz eder yine sunarım

Bazı röportajlarda öyle şeyler söylemişsiniz ki, herhangi bir klasik müzik bestecisinin ağzından ancak vahşi işkencelerden sonra bu sözleri duyabilirsiniz. Canını kurtarmak için söyleyebilir. Mesela “Eğlence müziği gibi düşünebilirsiniz bestelerimi, yemekli partilere fon müziği gibi…” diyorsunuz. Dahası var: “Yaptığım tek şey diğer bestecilerin müziğini kullanmak, çalmak, alıntılamak, yeniden üretmek…” Bizlerle alay edermiş gibi bir haliniz var. Sanki tüm dünyaya Roman Gary’nin Emil Ajar ismiyle yaptığı gibi, Şostakoviç’in ölümünden sonra ortaya çıkan şifreleri gibi müthiş sürprizler hazırlıyorsunuz. Çekmecenizde bekleyen, vasiyetinizle birlikte açıklanacak eserler var mı?
– Roman Gary’nin yaptığını bilmiyorum. Ne yapmıştı?
Tüm eleştirmenlerin tükendiğini söylediği, yeteneğini aşağılamaya başladığı anda Emil Ajar ismiyle romanlar yazdı. Kimsenin tanımadığı bu “genç” ödüller aldı. Gary’yi beğenmeyen eleştirmenler onu övgü yağmuruna tuttu. Ve günün birinde Ajar’ın kim olduğu anlaşıldı. Sözünü ettiğim meslektaşınız da Roman Gary’den aşağı kalmamıştı…
– Çekmecemde bekleyen eserler var tabii. Hiç seslendirilmeyen bale müziği, ilgi çekmeyen opera, beğenilmeyen ve yenisi yazılan film müzikleri gibi. Bunları çekmecemde tutmamaya çalışıyorum. Farklı biçimlere uyguluyorum. Örneğin “Facing Goya” operasındaki temel fikirlerden biri beğenilmeyen Coca Cola reklam müziğinden alındı. Hangi tema olduğunu söylemeyeceğim. Fakat söylesem de bunun bir reklam müziğinden alındığını tahmin edemezsiniz. Fikirlerimi, buluşlarımı kategorize etmiyorum. “Reklam için farklı, konser parçası için farklı fikirler üretilir” gibi sağlıksız düşüncelerim yok. Ucuz ya da pahalı, ticari ya da sanatsal fikir ayrımı yapılamaz. Ben böyleyim, bu müziği yazıyorum. Bir tür süreklilik var eserlerim arasında. Hafif ya da ağır, ciddi ya da çok eğlenceli fikirleri eserlerimde bulabilirsiniz. Ciddi bestecilerin eserlerinde de bu çeşitliliği bulabilirsiniz. Stravinski sirk polkası da 12-ton müziği de yazmış. Requiem’in bestecisi Mozart “Alman Dansları”nı da yazmış. Bach “St. Matthaus Pasyon”dan “Anna Magdelena’nın Not Defterinden”e kadar farklı eserler üretmiş. Hepsinde çeşitliliği görüyoruz. Aslında bestecilik müzikçiye diğer sanat dallarından daha fazla çeşitlilik imkanı sağlıyor. Üretimi ressamdan, romancıdan daha çeşitli. Romancının mutlaka TV reklamına senaryo yazması gerekmez. Besteci müziğin esnekliği nedeniyle en sıradan amaçlar ya da sanatın ifade edebileceği en derin duygular için yazabilir. Besteci olduğum için çok mutluyum.

Boş kağıt başına oturmak zordur

Söz reklamlardan açılmışken, Mercedes Benz’in 100. yaşgünü kutlamaları için motor gürültülerinden yararlanıp bir eser yazacaktınız. Bitti mi?
– Evet, ilginç bir işti. Motorun 100. yaşgünü için eser yazmam istendi. Belli bir üslubu olmalıydı. Aynı zamanda, benim açımdan yeni bir alana ilk adımdı. İlk kez önceden kaydedilmiş, müzikal olmayan seslerle müziği senkronize kullanmam gerekiyordu. Sokaktan, günlük hayattan, dünyadan sesleri müzikle kullanmak ilginç fikir. İlk besteci değilim bunu deneyen. Steve Reich uzun zamandır kullanıyor, Stockhausen 1970’lerde denemişti…
Hızlı tren, bilgisayar oyunu, defile, reklam için müzik yazdınız. Sizi en fazla zorlayan, aynı zamanda en ilginç gelen sipariş eser hangisiydi?
– Zor olan her gün boş kağıtların başına oturup, kendine meydan okumak. Mercedes ya da film müziği, fark etmez. Önemli olan üslup ya da yaklaşım açısından sınırları belirlenmiş alanda çözüm aramak zorunda kalma durumu. Yaylı çalgılar dörtlüsü ya da herhangi dört enstrüman için bir eser yazmaya oturduysam hayal gücümü daha çok zorlamam gerekebilir. Bazen film müziği yazmak çok zor olabiliyor. Çünkü filme ısınamıyabiliyorum, yönetmenin verdiği talimatlar çok anlamsız olabiliyor ya da yönetmenin filmi için düşündüğü ses dünyası benimkiyle örtüşmüyor. Çok sık hata yapılıyor. Açık talimatlara karşın birbiri ardına yazılan müzikler filme uygun bulunmayabiliyor.Yazdıklarını bir kenara bırakıp “Pekiyi, öyleyse oturup bir kez daha deneyeyim” diyorsun. Bazen şapkanı alıp gidiyor, başka projeye başlıyorsun. Yine de bana sorarsanız en zoru hiçbir dış etki olmaksızın boş kağıdın başına oturmak…
Almanya, İspanya, İtalya’da el üstünde tutuluyor, sürekli eser siparişi alıyorsunuz. Fakat, anlaşılan İngiltere’de yönetmenler ve reklamcılardan başka kapınızı çalan yok. “Piyano” mu tüm bunların sebebi?
– Buradakilerin bakış açısı çok dar. Sadece konser, opera bestecisi olmanızı, “yüksek sanat eserleri” yazmanızı istiyorlar. Eğer film müziği yazarsanız sanatçı onurunuzu zedelediğinizi, kirlettiğinizi düşünüyorlar. Eğer başkaların müziğini dönüştürüyorsanız sanatınızı kirletiyorsunuz, eğer popüler müzikle kirlendiyseniz bu başka günah. İlginç olan şu: Sakın yanlış anlamayın, kendimi nitelik açısından Stravinski’yle karşılaştırmıyorum. Fakat, eğer Stavinski bana uygulanan tavırla karşı karşıya kalsaydı, özellikle düşünceleri benimki gibi çarpıtılsaydı müziği bazı çevrelerde bugünkü kadar saygı görmezdi. 1920-30’larda bazı Alman eleştirmenler Stravinski’nin eski müziği kullanma biçimine karşı sert tavır takınsalardı her şey farklı olurdu. Bilmiyorum doğrusu… Korkunç bir dargörüşlülük var buralarda. Bir açıdan korkutuyor; diğer açıdan esin perilerimi kamçılıyor, diğer ülkelerde kendimi ifade edebilecek fırsatlar aramaya zorluyor. Buradaki diktotoryal sisteme karşın hayatta kalma pratiği kazandırıyor. Herkes müziğimi sevmek zorunda değil. Sorun, garip teorilerle eserlerim üzerine paranoya yaratmaları. İnsanlar bunlara bakıp bestelerimin iyi olmadığını düşünüyor. Neyse ki etrafımda beni destekleyenler var. Warner Classics eserlerimi yayımlıyor. Dünyanın farklı ülkelerindeki insanlar bunları seviyor.

Cilalanmamış sesler orkestrası

Michael Nyman Band’in üye sayısı zaman içinde değişti mi; ilk ekipten geriye kaç kişi kaldı?
– Uzun zamandır benimle birlikte 12 kişiyiz. Kısa süre 9 kişilik grupla çalmıştık. Bazen renk skalasını genişletmek amacıyla aramıza bas gitarcılar, perküsyoncular, klavyeciler katılıyor. Gece gündüz grubun yapısına kafa yorduğumu söyleyemeyeceğim. Grup tıpkı konser giysilerim gibi. Sahneye çıkmadan gardroptan alıp giyiyorum. Bazen temizlikçiye veriyorum. Film müziklerini gruptan çekirdek kadroyla kaydediyorum. Bir tür film müziği orkestrası gibi bu çekirdek grup. Bu sayede Michael Nyman Band’ın repertuarı gittikçe genişliyor. Bu nedenle konserlerde çoğunlukla film müziklerini çalıyoruz. 1980’lerin başındaki klasik görünümlü Michael Nyman Band’ten iki saksofoncu arkadaşım hâlâ grupta, birlikte olgunlaştık. Diğerleri değişti. Bazı üyeler 10-15 yıllık, bir yıllıklar da var. Sürekli değişim halindeyiz.
Michael Nyman Band’da kullanılan enstrüman kolajına diğer gruplarda pek rastlamıyoruz. Romanya’dan, klezmer gruplarından izler var mı bu tercihte?
– Klezmer müziği bana fazlasıyla açık, berrak geliyor. Yok olup giden bir kültürü yeniden canlandırmaya çalışıyorlar, bu yüzden yapay. Aslında klezmer gibi halk müziği çalan gruplar hem sofistike hem de kabasaba olabilirler. Yaptıkları işe inanırlar, dinamizm yansır müziklerinden. Bu gruplardaki dinamizm Michael Nyman Band’ın kökeninde yansıtılmıştır. Klezmer gruplarıyla doğrudan etkileşim sözkonusu değil. Onlar gibi bir şeyleri yeniden yaratmaya çalışmıyordum… (Duraklıyor) Aslında…. Galiba… Evet… Kesinlikle, doğrudan buradan geliyor… Fakat yine de bire bir etkileşim sözkonusu değil…
Grubunuzun isminde neden orkestra yerine caz toplulukları gibi “band”i kullanıyorsunuz? Orkestralar fazlasıyla renksiz ve sıkıcı mı geliyor size?
– “Band” sözcüğü epeyce sönük, çoğunlukla cansız çağrışımı yapar. Önemli olan topluluğun hayret verici orkestral eserler çalabilmesi. Şuna hep şüpheyle yaklaştım: Orkestralar kendilerini silik bulduklarında, imajlarını parlatmak amacıyla farklı giysilerle sahneye çıkmaya başlarlar, dikkat çekmek için bir şeyleri programlamaya çalışırlar. Oysa 17.yy ile 21.yy arasındaki repertuar yeterince renklidir. Fırsat bulduğumda klasik orkestrayla seslendirilecek eserler yazmayı seviyorum, heyecan verici buluyorum. Benim için önemli olan Michael Nyman Band’in esnekliği, portatifliği. Grupla birlikte çalabiliyorum. Müzikal yönetmenliğin avantajıyla eserlerimin istediğim gibi çalınmasını sağlayabiliyorum. Diğer gruplar eserlerimi seslendirdiğinde yorumu etkileme olanağım sınırlı. Yaylı çalgılar dörtlüsü, opera orkestrası ya da normal orkestra kendi yorumunu geliştiriyor. Ham fikre yakınlık, yorumdaki üsluba yakınlık, yorumda karar verici konumda bulunmak önemli. Sanki bir çember tamamlanıyor. Piyanoya oturup besteyi yapıyorum. Sonra dinleyicilerin önünde yine piyanoya oturup seçtiğim müzikçilerle, istediğim gibi seslendiriyorum. Bütünsel yaklaşımla yapılan bir müzik yani. Grupta eksikliğini hissettiğim şey senfoni orkestrasının geniş ton, renk paleti. Fakat orkestralardaki üye sayısıyla birlikte artan yorgunluk, bezginlik, sıkıcılıktan, zoraki solistlikten uzağız. Çoşkuyla, sevgiyle müzik yapıyoruz. Üstelik 30 saniyelik reklam müziğinden 3 saatlik operaya kadar her şeyi seslendirebiliyoruz. Geniş skalada çalışabiliyorum. Ayrıca istersem eserimi Londra Senfoni Orkestrası’yla da seslendiriyorum. Yani ressam gibi hep aynı tuval, çerçeveyle çalışmak zorunda değilim. Diğer sanat dallarındaki sanatçılardan daha çok çeşitlilik yaratma imkanım var.
Çok tepki almanıza karşın neden mikrofonlardan vazgeçip akustik müziğe dönmüyorsunuz?
– 12 kişilik gruptan mikrofon desteğinde gerçekten güçlü bir ses çıkıyor. Bazen büyük orkestraların tüm yaylı ve trompetlerinden daha temiz, dinamik, keskin sesler elde ediyoruz bu yolla. Mikrofon kullanan bir oda müziği topluluğuna ne tür düzenlemeler yazmam gerektiği hâlâ öğrenmeye çalıştığım bir tür cambazlık. Grubu mikrofon desteği olmadan dinlediğimde solmuş fotoğraf görmüş gibi oluyorum.

Hedefim daha az tekrar!

60 yaşına geliyorsunuz. Gelecekle ilgili planlarınızdan bahsedebilir misiniz, 60’ncı yaşınız için özel bir eser yazacak mısınız?
– Şu anda birçok eser üzerinde çalışıyorum. Önümüzdeki yıl sahnelenecek iki opera yazıyorum. Gelecek şubatta elimde daha çok beste siparişi olacak. 60’ncı yaşım için özel bir kutlama düzenlenirse çok mutlu olurum. Düzenlenmezse de önemli değil. Hayalim yazmayı, gelişmeyi, sanatçı olarak olgunlaşmayı sürdürmek. Diğer müzik türlerinden sanatçılarla çalışmak. Mesela Damon Oldbarn’la bir şeyler yapmak istiyorum. Bestecilik gün geçtikçe daha ilginç, çekici geliyor bana. İçsel keşif serüveni gibi. Kendimi ne kadar zorlayabileceğim, geçmişte söylemediğim şeyleri nasıl söyleyebileceğim üzerinde düşünüyorum. Bunları dinleyiciye sunmanın yollarını arıyorum. Tekrarlara dayalı müzik yazan biri olarak gelecekte daha az tekrar yapmayı arzu ediyorum.
Operalara yönelmeniz tercih mi zorunluluk mu?
– Kendi seçimim. Besteci ve insan olarak kendimi daha rahat ifade edebileceğim olanaklar sunuyor. Fikirler bulup bunları müziğe yerleştirmek, bunları sahneye çıkarmak, şarkıcıların aktörlerin ağzından dünyaya yayılması güzel şey. Orkestral eser yazmaktan daha heyecan verici. Zamanımız bitti… 10 dakika sonra bir başka röportaj için arayacaklar… (Gülüyor) İstanbul’a geldiğimde devam ederiz…
Konserden önce dinleyicilerinize ya da paylaştığınız görüşler doğrultusunda barışı savunanlara ulaştırmak istediniz bir mesaj var mı?
– Türkiye’de barışı savunanlara, barış için sesini yükseltenlere ulaştırmak istediğim bir mesaj var: İhtiyacınız olduğunda beni arayın, yanınızda olacağım.
(Serhan Yedig / İş Müzik / Mart 2003)

HOBİSİ FUTBOL: King’s College ile Kraliyet Müzik Akademisi’nde piyano, kompozisyon eğitimi alan Michel Nyman 1964’te, modern müziğin durumuna bakıp beste yapmaya tövbe etmişti. İngilizler’in ciddi siyasi dergisi Spectator’da müzik eleştirileri yazmaya başladı. 1968’de bir rivayete göre Conelius Cardew’un “The Great Digest”i, bir başka rivayete göre underground grubu Fugs’ı eleştirirken kullandığı “minimalizm” nitelemesi Philip Glass, Steve Reich ve diğerlerinin müziğini tanımlayan kavrama dönüştü. Müzikoloji alanında çalıştı, Purcell ve Handel’in eserlerini yayımladı, Romanya’da halk müziği araştırmaları yaptı. 1976’da besteci Harrison Birtwisle’dan aldığı sipariş üzerine tövbesini bozup Goldoni’nin oyunu için müzik yazdı. Ardından birbirinden ilginç eserler geldi. Karısını Şapka Sanan Adam, Kaybolan Komiser, Goya’yla Yüzleşmek gibi sahne müzikleri, operalar besteledi. Yönetmen Peter Greenway’ın 11, Jane Campion (The Piano), Neil Jordan (The End of Affair) gibi diğerlerinin 19 filmine yazdı. Bu arada moda şovlarından bilgisayar oyunlarına kadar birçok alanda müzikleri kullanıldı. Futbola meraklı olan Nyman popüler eserlerinden “After Extra Time”ı yazdı. Geçen yıl Dünya Kupası sırasında İngiliz takımı için bir eser daha besteledi. Yakınlarda yaylı çalgılar dörtlüsü için yazdığı eserler ve Facing Goya operası yayımlanan Nyman, şu sıralar Kafka’nın nostaljik aşkı Dora Diamond ile otobüs biletlerinden kolaj yapan dadacı ressam Kurt Scwitters’ın öyküsü üzerine iki ayrı opera besteliyor.

Linkler

Kişesel web sayfası

Biyografisi

Facebook hesabı

Share.

Leave A Reply

1 × 4 =

error: Content is protected !!