Sonny Rollins / 81’imde, 18 yaşımdaki kadar istekle çalıyorum

0

Sentetik şöhretlerin dünyasında, gerçek bir efsane Sonny Rollins. Lakabı “saxophone colossus”, yani saksofon anıtı. 64 yıldır sahnede. Gece yatarken bile yanından ayırmadığı emektar Selmer tenor saksofonuyla Charlie Parker, Coleman Hawkins, Thelonious Monk gibi ustalara eşlik etti. Miles Davis’le çalıştı. Melodik yaratıcılığı, ritmik kıvraklığı, saksofonda bulduğu tonlarla 1950’lerin ortasında zirveye ulaştı. Maharetine John Coltraine bile şapka çıkardı. 57 albüm, iki Grammy sonra Rollins 2 Kasım’da İstanbul’da İş Sanat ‘ta konser vermek üzere ikinci kez Türkiye’ye geliyor. Bir hafta önce New York’taki evinden aradık. 81 yaşın bilgeliğiyle hayata bakışını anlattı.

Fotoğraf: John Abbott

On yıl önce, saksofonda arzu ettiğiniz düzeye henüz ulaşamadığınızı, hâlâ çok çalıştığınızı söylüyordunuz. Aradan geçen zamanda durumda bir değişme oldu mu?

– Kuşkusuz, hâlâ durumdan memnun değilim… Her gün saksofon çalışıyorum, ömrüm yeterse arzu ettiğim düzeye ulaşmaya, en azından yaklaşmaya çalışacağım.

Peki, 64 yıllık tercübeden sonra peşinde olduğunuz nedir? Örneğin Ernie Watts ‘la aynı konuyu konuştuğumuzda “saksofonda insan sesinin esnekliğine, yalınlığına, sıcaklığına ulaşmaya çalışıyorum” demişti. Siz ne tür bir ton, renk, ifade zenginliği arıyorsunuz?

– İnsan sesi bana da ilham veriyor… Ernie ne arıyor bilmiyorum ama ben ifade gücünü artırmanın peşindeyim. İnsan duygularını tüm boyutlarıyla yansıtacak yetkinliğe ulaşmak, saksofonda insancıllıkla teknik ustalığı bir araya getirmek istiyorum. Öyle bir noktaya varmalıyım ki mesajım herkese ulaşsın, hayatı daha iyi kavramalarına, birbirlerini anlamalarına yardımcı olsun. Müziğimin en güçlü özelliği ritmik yapısı. Bu ritmi diğer ögelerle bir araya getirip, hayatın görünür ve görünmez yönlerini gösterecek bir müzik üretmek istiyorum. Belki bu müziği dinleyenler hayatın anlamını daha rahat anlayabilir.

1962’de Bridge albümü yayımlandıktan sonra New York’taki Williamsburg Köprüsü’ne döndünüz mü, yoksa köprüde prova yapma dönemini kapadınız mi?

– Bir zamanlar prova yapmak için harika bir yerdi. Benim gizli yerimdi, özeldi. Gazeteciler yazınca birden bire çok popüler oldu, köprünün üstü ünlü cazcıyı arayanlarla doldu. Benim için tüm özelliğini kaybetti. Zaten Bridge albümü yayımlandıktan sonra RCA Victor firması bir kayıt stüdyosunu bana tahsis etti, istediğim zaman gidip çalışabiliyordum. Williamsburg’a gitmem gerekmedi.

Saksofonunuzu köprüden sonra hangi sürpriz ortamlara götürdünüz?

– Okyanus kıyısında saksofon çalmayı çok seviyorum. Bir de ulusal parklarda, tek başıma, doğayla başbaşa… Kimi zaman bir dağ başında. Doğayla başbaşa kalıp, iletişim kurabileceğim yerler bana cazip geliyor.

Saksofon konçertosu yazdım

Ailenizde klasik müzik dinleyerek büyüdüğünüzü söylediğiniz halde, Rolling Stones’la bile çaldınız fakat klasikçilerle ortak çalışmalarınızı pek duymadık, neden?

– Kardeşim kemancıydı, klasik müzik çalardı. Bach, Beethoven, Mendelsohhn, Stravinski gibi bestecilerin müziğine aşinayım. Çağdaş müzikçilerle de diyaloğum var. 1986’da Robert Mugge’nin Saxophone Colossus adlı belgeseli için “Tenor Saksofon Konçertosu”nu yazdım. Tokyo’da Nippon Senfoni Orkestrası’yla konserim bu filmde yer aldı, fakat albüm olarak yayımlanmadı.

Klasik müzik eğitimli, konservatuvar diplomalı müzikçilerin caza girmesini kimileri endişeyle karşılıyor. Hatta cazın ruhunu öldürdüklerini söylüyor. Usta çırak ilişkisiyle yetişen bir saksofoncu olarak bu endişeleri paylaşıyor musunuz?   

– Caz 1950’lerde zirveye çıktı. Harlem’de çekilen, içinde benim de yer aldığım, caz tarihinin önemli bir belgesi olarak kabil edilen ünlü fotoğraf bu günlere aittir. Sonra smooth jazz, jazz rock gibi akımlar çıktı ortaya. Müzikte türler belirli döngüler içinde zirveye çıkıyor. Cazın da yükselişte olduğunu söyleyebilirim. Bugün basında caza klasik müzik kadar yer verilmiyor ne yazık ki. Büyük TV kanallarında caz programı olmadı hiç. Yani cazdaki gelişmeler kamuoyunun dikkatine sunulmuyor. Buna karşın caz konservatuvatuvarları, okullar ağzına kadar öğrenci dolu. ABD’de geniş kapsamlı eğitim programları yapılıyor. Yani caz hâlâ çok gözde, hatta geçmiştekinden çok daha güçlü. Bunu ortaya çıkarmak için yeni konser salonları, caz kulüpleri kurmamız, topluma ulaştırmak için yeni yöntemler bulmamız gerekiyor.

Her ne kadar caz Amerika’nın klasik müziği sayılsa da, tüm dünyaya yayıldı. ABD dışında da güçlü akımlar çıktı. Buna karşın bazı müzikçiler zenci ve Amerikalı olmayanı cazcı saymıyor. Hatta Avrupa cazını tamamen reddediyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

– Django Reinhardt, Stephane Grappelli gibi isimler varken Avrupa cazını nasıl görmezden gelebilirsiniz? Reinhardt’ın müthiş müziğini, Grappelli’nin Amerikan cazıyla aynı ruhu paylaşan sololarını tabii ki caz kabul edeceğiz. Öncelikle zenci Amerikalıların müziği olmakla birlikte bugün caz bir dünya müziği. Kazakistan’dan Japonya’ya seviliyor, dinleniyor. Caz demek, özgür bir ruh demektir. Gücünü bu özelliğinden alır. Fakat caz pop değildir. Kendi kuralları, geleneği vardır. Öncelikle bunları bilmek gerekir. Pop şarkıları gibi radyoda dinleyip çalarsanız bu uzun soluklu bir uğraş olamaz. Sahneye çıkıp salona alev püskürtemezsiniz. Bu özgürlük değildir. Çünkü kuralları vardır cazın. Amerika’nın klasik müziğini çalmak yetenek ve bilgi gerektirir. Geçmişte ABD etkisinin dünyaya yayılması için hükümetler cazı kullandı. Bu amaçla çok çaba gösterildi. Louis Armstrong, Dave Brubeck, Dizzy Gillespie devletin organize ettiği dünya turnelerine gönderildi, Amerika’nın ürettiği en güzel müziği dünyaya dinlettiler. Bence hiç sakıncası yok yapılan işin. ABD’nin bugüne kadar dünyaya sunabildiği en güzel şeydir caz. Yaralamaz, öldürmez, dinleyicisinin dünyasını zenginleştirir.

Dün ve bugün aynı uzun öykünün birer parçası

Sizin kuşağınızdan Charlie Parker 20, John Coltrane 22, Coleman Hawkins 48 yıl sahnede kalabilmişti. Siz tam 64 yıldır sahnede, saksofonunuzla başbaşasınız. Çok az kişiye nasip olan bu deneyimin ödülleri ve cezaları nelerdi?

– İnsanoğlu zaman kavramını tüm boyutlarıyla kavrayamıyor. Zaman denilen fenomen nedir bilmiyoruz, akışını hissetmiyoruz. Benim uzun yıllar sahnede kalmama gelince… Evet, genç yaşta caz çalmaya başladım, uzun zamandır sahnedeyim, diğerlerine oranla uzun bir ömrüm oldu… Ama hâlâ öğreniyorum. Hâlâ her gün çalışıyorum. Hatta siz telefon etmeden birkaç dakika öncesine kadar çalışıyordum. Hâlâ sekiz yaşında annemin ilk saksofon aldığı günkü gibi araştırıyorum, öğrenmeye çalışıyorum. Daha iyi bir müzikçi olmak için uğraşıyorum. Ve hâlâ 18 yaşındaki kadar heyecanla çalıyorum. Yani, geçmişle bugünün benim için farkı yok. Çok uzun zaman mı geçti, yoksa dün müydü, bilmiyorum, zamanın akışını hissetmiyorum. Bana tek ve uzun bir öykü gibi geliyor hayatım. Arada bir geri dönüp bakıyorum, “Charlie Parker sanki şimdi yanıbaşımdaydı, meğer ne kadar uzun zaman geçmiş üzerinden” diyorum. Pek çok müzikçi genç yaşta öldü. Ne kadar yaşadıkları değil, hangi noktaya ulaştıkları önemli. Evet, bahsettiğiniz isimler 70 yaşını göremedi, buna karşın yaşadıkları sürede önemli işler başardılar. Mutlaka 70 yaşına ulaşmak gerekmiyor iyi şeyler üretmek için. Yaş ve hayat tecrübesi müzikçiye kuşkusuz çok şey kazandırıyor. Ama bu deneyim müziğe yansımayabilir. 20’li yaşlarında harika işler yapan, sonra oldukları yerde kalan pek çok sanatçı var. Yani yaşın tecrübeyi artırdığını, tecrübenin olgunlaşma getirdiğini, olgunlaşmanın sanatta ilerlemeye yol açtığını söylemek zor. Ben saksofon çalmak zorundayım, başka çarem yok. Daha iyi olmak için çalışıyorum. Buna karşın 1957’deki albümlerimi bugüne tercih edenler çıkabilir. Bunu anlayışla karşılamakla birlikte düne dönemem.

Yılların geçmesi, caz gibi hep yeni şeyler söylemeyi hedefleyen bir müzikte sanatçının tekrara düşme riskini de artırıyor. Kimi zaman bu endişe başlıbaşına bir engele dönüşebiliyor. Siz bu engeli nasıl aştınız?

– İki kez duvarla karşı karşıya kaldım. Yeni şeyler üretemediğimi gördüğümde, kendimi yenilemek için müziğe ara verdim. Her zaman söylenecek yeni bir söz vardır. “50 yıldır müzik yapıyorum, bitti, artık öğrenecek, söylenecek yeni bir şey kalmadı,” diyemezsiniz. En azından ben bunu söyleyemem. Bazı müzikçiler böyle düşünebilir, anlayışla karşılarım. Ben hep yeni şeyler öğrenmeyi, özümsemeyi, bir adım daha gitmeyi düşünen müzikçilerdendim. Miles Davis, John Coltrane gibi. Bu yaşta müziği bırakıp golfe odaklanmak iyi olabilirdi belki. Fakat bu benim hiç ilgimi çekmiyor. Müzik çalışmak, yeni şeyler öğrenmek, bunları sunmak istiyorum.

40 yıldır yoga yapıyorum, kırmızı et yemiyorum

Sahnedeyken 81 yaşında olduğunuza inanmak çok zor. Nedir gençlik sırrınız?

– 50’li yaşlardan bu yana yoga yapıyorum. Mümkün olduğunca sağlıklı beslenmeye çalışıyorum. Az yiyorum, kırmızı, beyaz et yemiyorum, sadece balık yiyorum. Bu düzeni sürdürmek zor ama elimden geldiğince dikkat ediyorum.

Bu listeye olumlu düşünme, iyimserlik alışkanlığınızı da eklememiz gerekir mi?

– Bugünün dünyasında iyimser olmak, olumlu düşünmek pek mümkün değil. Çünkü baştan aşağıya olumsuz. Çevremiz durmadan hamburger yiyen, sigarası baca gibi tüten, hiç çekinmeden hırsızlık yapan, herkesten nefret eden, acımasızca öldüren kişilerle dolu. Olumlu kişileri, düşünceleri bulmak, olumlu işler yapmak için çaba sarf etmek gerekiyor. Dünyadaki  olumsuzluklar beni cinnete sürüklemedi. Hayatın gerçeklerini kabul ediyorum. Dünya böyle yaratılmış. Nedenini bilmiyorum, o kadar zeki değilim. Ama tanrıyı suçlamıyorum, lanet okumuyorum. Dünyayı değiştiremem. Fakat aynaya bakıp, kendimi değiştirebilirim. İşte amaç bu…

Diğer sanat dallarıyla ilgileniyor musunuz, müziğiniz bu açıdan etkileşime açık mı?

– Küçük yaşlarda suluboya resim yapmaya başladım. 11 yaşında müziğe odaklanınca bıraktım. Resim benim yabancım olmadı hiç, resmin dünyasında kendimi hep alıştığım, sevdiğim bir atmosferde hissettim. Müzikle resim bence birbirine çok yakın sanatlar. Sonraki yıllarda karikatür çizdim. Amatör bir uğraştı bu. Heykel, sinema hep ilgi alanımdaydı. Başta Rembrandt olmak üzere pek çok ressamın eserlerinin orijinallerini görmek bana zevk verir.

Nasuhi Ertegün plağımı yayımlamadı

Türk müzikçilerle yolunuz kesişti mi hiç?

– Türk müziğini, müzikçilerini tanımıyorum. 15 yıl önce İstanbul Caz Festivali için geldiğimde fırsat bulamamıştım. Umarım bu kez fırsat bulabilirim. Kuşkusuz büyük bir kültür, tanıdığım pek çok farklı kültürle etkileşim içinde olmalı. Mutlaka hayatım boyunca Türk müzikçilerle karşılaşmışımdır, fakat müzikte uluslar pek konuşulmadığından hatırlamıyorum.

Her ne kadar sizin çalıştığınız plak firmasına rakip de olsalar Nasuhi ve Ahmet Ertegün’le tanışmış olmalısınız… Umarım kanlı bir savaşın tarafları olmamışsınızdır.

– Ahmet Ertegün’ü çok iyi tanıyorum. Eşimi de tanırdı. Bizi birçok kez yemeğe davet etti. Uzun sohbetlerimiz oldu. Fakat kardeşi Nasuhi’yle pek yakın değildik. Firması için birkaç albüm kaydetmiştim. Bunları bekletiyordu. Ben RCA firmasına geçtikten sonra da yayımlamadı. Firmalar arasında ciddi bir rekabet vardı o günlerde.

İstanbul’a hangi müzikçilerle geliyorsunuz, grubunuzun demirbaşı, yeğeniniz trompetçi Clifton Anderson dışında kimler var?

– İstanbul’da beşlimle geliyorum. Anderson yok. Basta uzun zamandır birlikte çalıştığım Bob Cranshaw, kongo ve perküsyonda Sammy Figueroa, davulda  Jerome Jennings, gitarda aramıza yeni katılan Peter Berstein olacak.

Ve grubunuzda yine piyano yok… Tommy Flanagan ve Hank Jones’tan sonra neden piyanodan vaz geçtiniz, onlar gibi iyi takım arkadaşı bulamadınız mı?

– Piyanonun baskın karakterinden pek hoşlanmıyorum. Nefesli çalgıyı belirli bir yöne doğru yönlendirebiliyor. Çok fazla nota, akor katıyor müziğe. Dikkatimi dağıtıp beni yönlendirmesini sevmiyorum. Aynı özellik gitarda da var. Fakat gitarın, piyano armonilerini kullanarak müziği zenginleştirmesi de mümkün. Tommy Flanagan çok özel bir ruh, çok özel bir piyanistti. Solisti yönlendirmeden çalardı. Thelonious Monk da aynı şekilde. Ondan önce de piyanosuz, sadece bas ve davulla çalmıştım: Basta Oscar Peterson – davulda Max Roach, basta Ray Brown – davulda Shelly Mann, basta Wilbur Ware – davulda Elvin Jones … Bu tınıyı seviyorum.

Son iki albümünüz turne kayıtlarından oluşuyor. Bu turneyi de kaydedecek misiniz?

– Artık tüm konserlerimi kaydediyorum. Bu turneye de ileri teknolojide kayıt ekipmanı ve iyi bir ses mühendisiyle çıkıyorum. Kayıtlar yayımlanabilir.

(Serhan Yedig / 23 Ekim 2011 / Hürriyet)

 20 YAŞINDA SİLAHLI SOYGUNDAN TUTUKLANDI 10 AY HAPİS YATTI
Sonny Rollins , New York’ta Harlem’in merkezinde doğdu. Babası deniz kuvvetlerinde görevliydi. Önceleri aşağı Harlem’de yaşıyorlardı. Her hafta Cotton Club, Pallow Tiyatrosu’nda bir caz konserine gidiyordu. Sonra Sugar Hill’e taşındılır. Coleman Hawkins, John Curby gibi ustaların yüzde 90’ı orada yaşıyordu. Günlük yaşamlarına, çalışmalarına, işe gidişlerine tanık oluyordu. Amcasında dinlediği ritm, blues sanatçısı Louis Jordan’ın etkisiyle müzisyen olmak istedi. Evde piyano derslerine başladı. Annesi ona kullanılmış bir alto saksofon aldı. O yıllarda evde kardeşleri hep klasik çaldığı için kendisini hep küçük düşmüş gibi hissettiğini anlatıyor. “Sabırla odamda saksofon çalışırdım. Annem zorla akşam yemeğine oturturdu. O kadar küçük yaşta müziğin benim hayatım olacağını sezmiştim.” Rollins, eğitim almadığı için kendisini ilkel müzikçi olarak adlandırıyor. Charlie Parker’ın etkisiyle 17’sinde tenora başladı. İki yıl sonra Thelonious Monk, Coleman Hawkins, Charlie Parker, Modern Jazz Quartet gibi topluluklarla çalışmaya başladı. Hawkins’ten ton zenginliğini, Lester Young’dan esnek ifade gücünü alıp kendi ritmik, melodik yetenekleriyle birleştirdi. Bu yönüyle öne çıktı. 1950’de silahlı soygun suçlamasıyla tutuklandı. 10 ay sonra şartlı tahliye edildi. İki yıl sonra eroin kullanmaktan tutuklandı. Bunu da atlatıp müziğe döndü. 1954’te Thelonious Monk ve Kenny Dorham’la kaydettiği, kendi bestelerinin de yer aldığı “Moving Out” onu bir anda şöhrete kavuşturdu. 1957’de piyanosuz üçlü akımını başlattı. 1961’de Rolling Stones’un Tattoo You albümünde çaldı. 1968’de Hindistan’a gitti ve beş ay kaldı. Dönüşte müziği 1972’ye kadar bıraktı. 2001 ve 2006’da albümleriyle Grammy aldı. Geçen yıl Başkan Barack Obama tarafından Ulusal Sanat Madalyası’yla onurlandırıldı. (www.sonnyrollins.com)

EVİM DAR, KOMŞULAR RAHATSIZDI KÖPRÜDE PROVAYA BAŞLADIM
Hayatım boyunca içimden gelen sesi dinledim. Kendimi başkalarının terazisinde tartmadım, kendi değerlendirmelerime önem verdim. Albümlerimi göklere çıkardıkları dönemlerde iki kez müziğe ara vedim: 1959-1961 arasında ve 1966’da. John Coltraine, Ornette Coleman gibi isimler  yepyeni bir müzik çalarken benim kendimi geliştirmem gerekiyordu. İçimden gelen sesi dinledim. Ve sahneden tamamen uzaklaşıp, çalıştım. Şanslıydım çünkü eşimin maaşı vardı, Şikago Üniversitesi Kimya Fakültesi’nde görev yapıyordu. Küçük bir dairede oturuyorduk. Komşularımız saksofon sesinden şikayetçiydi. Bir gün elimde saksofonla sokaklarda yürürken, evimizin yakınındaki Williamsburg Köprüsü’ne geldim. Üstünden otomobiller, altından tekneler, yanından tren geçiyordu. Saksofonomu istediğim kadar yüksek sesle çalabilirdim. Bundan ideal yer olamazdı çalışmak için.

GEÇMİŞTE SAHNEDE COLTRANE’İN
RUHUYLA TEMAS KURARDIM
İyimserim, çünkü insan ruhuna güveniyorum. Bu nedenle caz için de iyimserim. Caz öldü, diyorlar. Caz vücut değil, ruh, doğal bir güç, özgürlük duygusu, kendini teslim edecek bir ruh bulmak, hayatın daha iyiye gideceğine dair bir umut… Bu nedenle ölmeyecek. Geçmişin efsaneleri aramızdan ayrıldı. Bence farklı bir formda, yarattıkları müzikle yaşıyorlar. Monk, Parker, Gillespie… Zaman zaman onlarla konuşuyorum, rüyalarımda görüyorum. Geçmişte sahnede çalarken trompetçi Clifford Jordan’la, Coltrane’le iletişim kurardım. Sonra onların ruhunu rahat bırakmaya karar verdim. Şimdi onların temsilcisi olduğum için çalmayı, turneye çıkmayı sürdürüyorum. Onlara layık olmak için de her gün çalışıyorum. Kimi zaman iki saati buluyor bu çalışma. Fakat bazen sahnede bir dakika içinde yaşadığım deneyim bana evde iki aylık çalışmadan daha çok şey öğretiyor. Çünkü sahnede, dinleyicinin önünde herşey çok daha yoğun yaşanıyor. Hiçbir şey konser atmosferini vermiyor. Kuşkusuz benim hayatımın da en güzel anla bunlar.

YENİ HAYAT FELSEFEM
11 Eylül’de iki uçak Dünya Ticaret Merkezi’ne çarptığımda altı blok ötede, 39’uncu kattaki dairemdeydim. Sadece saksofonumu alıp evden ayrıldım. İnsanoğlu hep birbirinden nefret edecek, birbirini bombalayacak, öldürecek. Hayat bu, yapacak bir şey yok. Sorgulamıyorum. Sadece kendimi sorguluyorum. İnsanlarla nasıl daha iyi iletişim kurabilirim, nasıl daha şefkatli olurum, nasıl daha iyi çalarım, dinleyicilerin hayatını olumlu anlamda etkilerim… İşte bu yeni hayat felsefem. Tam 80 yılımı aldı bu noktaya gelmek. (Ana metnin dışındaki konuşmalar Sonny Rollins’in son 20 yılda yayımlanan radyo, TV, gazete, dergi mülakatlarından derlenmiştir.)

 

KONSER NOTLARI

* Sonny Rollins, İstanbul’da üç gün kaldı. Bu sürede, konser ve prova hariç otelinden ayrılmadı.

* Elvis Costello ve Fourplay konserleriyle çakışmasına karşın İş Sanat’ın salonu tamamen doluydu.

* Sonny Rollins’in ara vermeden tek set çalacağı açıklanınca çoğu cazsever saksofoncunun en fazla 50 -60 dakika sahnede kalacağını düşünerek salona girdi. Sonny Rollins sahneye sendeleyerek çıktı, ilk iki parçada ayakta durmakta zorlanıyormuş gibi bir hali vardı. Fakat çaldıkça açıldı, tam 2 saat 10 dakika sahnede kaldı. Bu sürede sahne arkasına gitmedi, beşlisindekilere uzun sololar verip kenarda dinlenmedi. Konserin önemli bölümünü  Gitarcı Peter Berstein’le karşılıklı sololarla götürdü.   Basçı Bob Cranshaw’a tek solo fırsatı verdi. Berstein’in dışındaki sololar çoğunlukla perküsyoncu Sammy Figueroa ve genç davulcu Jerome Jennings’teydi.

* Dinleyiciler sahnede her şeyin yolunda gittiği izlenimi edindi. Fakat Rollins sahneden indikten sonra genç davulcu Jennings’i kuliste fırçaladı. Sebebi ise anlaşılamadı.

* Cranshaw bir meraklı dinleyicinin sorusu üzerine çoğunlukla sahnede 2 saate yakın kaldıklarını, bazen bu sürenin uzadığını ya da kısaldığını söyledi.

* Konser sonrasında kulis kapısında yaklaşık 20 müziksever elllerinde Rollins CD’leriyle imza almak için bekliyordu. Menajeri Rollins’in 30 dakika dinlenip sonra ziyaretçi kabul edeceğini söyleyince bekleyenlerin sayısı azaldı. Fakat Rollins 1,5 saat kuliste dinlendi. Sonra dinleyicilerle karşılaşmamak için binanın diğer çıkış kapısından çıkmak istedi. Merdivenleri gözü kesmeyince kulis kapısından ağzını mendille kapamış şekilde, elinde saksofonuyla çıktı. Kimseyle konuşmadı, imza vermedi. Salonun çıkış kapısında otomobile binerken Rollins’ten imza almak isteyenler de hayal kırıklığına uğradı.

 

Linkler

Biyografisi

Kişisel web sayfası

Detaylı bir röportaj

Facebook

Share.

Leave A Reply

1 + 19 =

error: Content is protected !!