Jacky Terrasson / Artık müziğimde elektronik ögelere de yer vereceğim

0

Jacky Terrasson, 1990’larda caz evrenine giren kuyrukluyıldızlardan biri. Klasikle başladı, Aydın Esen’le aynı dönemde cazın Kabe’si sayılan Berlee’de öğrenci oldu, sonra kendisini Chicago’nun caz kulüplerine vurdu, ustaların tedrisinden geçti. Betty Carter’ın desteğiyle yükselip şöhret kazandı. Keith Jarrett , Bill Evans’la karşılaştırılmaya başlandı. İsmi, The New York Times’ın “gelecek 30 yıla damgasını vuracak 30 sanatçı” listesinde yer aldı. Genellikle caz üçlüleriyle çalışan Terresson, 2007’de ilk solo albümünü kaydetti. O gün bugündür dünyayı dolaşıp solo konserler veriyor. 2010’un ilk günlerinde İstanbul’da vereceği konserin öncesinde, Paris’te yakaladığımızda “Solo çalmayı, doğaçlama yapmayı, müziğimle öyküler anlatmayı çok seviyorum” diyordu.

 

1997 Mayısı’nda, İstanbul Caz Festivali’nden konserinden birkaç hafta önce konuşmuştuk Jacky Terrasson’la. Ünlü Carnegie Hall konser salonunda sahneye çıkacaktı o akşam. Sesinde stresten eser yoktu. Gülümseyen bir ses tonuyla müzik serüvenini, Aydın Esen ‘le tanışıklığını anlatmıştı…
31 yaşındaydı. O tarihe kadar dört albümü yayımlanmış, hepsi yankı uyandırmıştı. “Üstad kendi sesinizi bulmayı başarabildiniz mi” diye sorduğumda “Sesime ulaşma yolunda ilk kapıyı buldum, diyebilirim. Her kapının ardında başkası var. Zor bir süreç” cevabını vermişti. Sonra biraz durup, düşünmüş ve kahkaha eşliğinde eklemişti: “En azından hangi adrese gitmek istediğimi biliyorum…”

Tehlikeli bir serüvendi

Terrasson o günden bugüne, üçlüler kurdu, şarkıcı Cassandra Wilson, flütçü Emmanuel Pahud’la ortak çalışmalar yaptı, bu arada sekiz albüm daha yayımladı. 2003-2007 arasında sadece konserlerle yetindi. Ardından piyanosuyla stüdyoya kapanıp, Mirror albümünü kaydetti. Bu çalışma, 20 yıl boyunca sahnede, albümlerinde grup müziği yapan, iletişime önem veren Terrasson için bir dönüm noktası oldu. You Tube’a aktarılan bir TV programında, Mirror’ı kaydederken zorlu bir sınavdan geçtiğini söylüyordu:
“Piyanoyla, tek başına stüdyoya kapanmak güzel ve bir o kadar da tehlikeli. Müthiş bir özgürlük sunuyor.  Ayna, ayna söyle bana, ben kimim, demek gibiydi… Geçmişteki tüm müzikal etkileşimleri bir kenara bırakıp, o an içimden gelen müziği çaldım. Çevremde müzikçiler, dinleyiciler yoktu. Sadece mikrofonlarla başbaşaydım. Bu atmosfer müzikçiyi benmerkezci, öznel bir yaklaşıma itebilir, oysa ben iletişime açık olmak istiyordum. İtiraf etmem gerekirse, biraz zorlandım…”
Repertuvarı değişmemişti. Geçmişte olduğu gibi, caz standartlarındaydı ağırlık. Örneğin basçı Charlie Haden ‘ın, Amerika’yı kabusa çeviren Bush yönetimine inat, yeniden gündeme getirdiği “America the Beatiful”u ve trompetçi Chat Baker hafızalarımıza kazıdığı hüzünlü “Everything Happens to Me”yi yorumluyordu. Yine muzipliği üzerindeydi. Bunu itiraf etmekten çekinmiyordu. “Ne zaman caz standartlarını çalsam, dayanamam bilineni altüst etmeyi denerim. Melodiyi ögelerine ayırıp, sonra yeniden toparlarım. İçindeki esprileri, yenilikçi üslubu keşfetmeye çalışırım. Özellikle melodik yapısı güçlü olanları alt üst etmek hoşuma gidiyor. Karşıma çıkan çok sayıdaki kapıdan her birini aralamaktan, zevk alırım. Caz standartları geminin çapası  gibidir. Dahası, sizi farklı boyutlara taşıyan, kendi öykünüzü anlatmanızı sağlayacak bir araca dönüşür.”
Geçen çarşamba, cep telefonundan aradığımda Avrupa turnesinin ikinci durağı Paris’teydi. Kalabalık bir caddede yürüyüşe çıkmıştı. 1997’deki konuşmamızı hatırlattım. “Birbiri ardına açılan kapılar sizi aynalı bir odaya sürüklemiş sonunda. Odadan çıkmayı nasıl başardınız, üzerinizde ne tür etkiler kaldı” diye sordum. İçten bir kahkaha attı önce. “Kendi sesimi bulma süreci devam ediyor. Standartları çalmakla birlikte repertuvarımda kendi bestelerime öncelik vermeye başladım. İnsan kendi bestesini çaldıkça kendi sesini buluyor” dedi. Beş yıllık solo konser tecrübesi beste yapma arzusunu pekiştirmişti. Müziği konser salonlarının dışına taşıma denemeleri yapıyordu. “Kitaplıklarda, kiliselerdeki emprovizasyonlar yapıyorum. Bu atmosfer dinleyiciyi çok etkiliyor, huzur ve sessizlik beni de farklı bir boyuta taşıyor.”

Piyanom orkestra gibi

Aynalı odada kendisiyle başbaşa kalmak, tepkilerden arındırılmış yerçekimsiz stüdyo ortamında müziğini sorgulamak Terrasson’a kadim dostu piyanoyu da yeniden değerlendirme imkanı vermişti. “Piyanom bir orkestraya, ben de orkestra şefine dönüştüm. Piyanoyu tek enstrüman gibi algılamak ve kullanmak yerine, farklı enstrüman grupları gibi kullanmayı denedim.” Mirror’ın yayımlanmasından bu yana dünyayı dolaşıp, solo konserler veriyordu, doğaçlama başlıbaşına bir heyecana dönüşmüştü. “Solo çalmayı çok seviyorum. Bu eserler benim yolculuk arkadaşıma dönüşüyor. Yolda değişim geçirip, yepyeni kişiliklere bürünüyorlar. Bu değişimi izlemek başlıbaşına bir zevk.”
Bunun dışında önemli bir değişiklik yoktu hayatında. Hâlâ Manhattan’da yaşıyordu. Flüt, soprano saksofon çalma hevesine geçen ay tenor saksofon eklenmişti. “Heves çok, egzersiz yapacak zaman yok” diyordu gülerek.
Söz, baharda yayımlanacak “Push” albününe gelince sesi daha da canlandı Terrasson’ın. “Albümün merkezinde caz üçlüsü var. Gitar, armonika, saksofon konuk olacak. Cazdan çok, groove diyebileceğim bir müzik. Gayet enerjik. Caz standartları azınlıkta, çoğunlukla benim bestelerim. Bu albümde ilk kez piyanonun yanı sıra synthesizer çalıyorum…” Türkiye’deki solo konserlerinde ise ağırlıklı olarak Mirror’daki eserleri seslendirmek istiyordu. “Birkaç beste, birkaç farklı caz standartı, bol miktarda emprovizasyon, bol miktarda öykü ve eğlence…”
(Serhan Yedig / 17 Ocak 2010 / Hürriyet)

ZENGİNLİĞİNİN SIRRI MELEZLİK
Jacky Terrasson hem Avrupalı hem de Amerika ve Afrikalı. Babası Fransız, annesi Afro Amerikan. Berlin’de doğru. Paris’te geçti çocukluğu. Beş yaşında klasik müzik eğitimiyle başladı piyanoya. 13 yaşında, bir kurs arkadaşı babasıyla tanıştırdı onu. Bay Poudras, cazda bop akımının yaratıcılarından Bud Powell’ın iyi arkadaşıydı. Hatta dostlukları Round Midnight filmine konu olmuştu. Bay Poudras, Terrasson’a caz virüsü bulaştırmakla kalmadı, o günlerde çekilen Round Midnight filminde küçük bir rol almasını da sağladı. Genç piyanisti, Bill Evans, Keith Jarrett gibi piyanosuyla klasik ve caz arasında yolculuğa çıkan ustaların müziğiyle tanıştırdı. Onun verdiği ilhamla, Boston’a gitti Terrasson. Berklee’de caz öğrenimine başladı. İki dönem sonra Chicago’nun ünlü caz kulübü Blondies’e yatay geçiş yapıp diplomasını ustaların elinden aldı. Fransa’ya, yuvasına dönüp, asker oldu, Brezilya’ya göreve gitti. Bir yıl sonra tezkeresini aldığında karşısına Dee Dee Bridgewater çıktı. Onun tavsiyesiyle tekrar ABD’ye döndü. Şarkıcı Betty Carter’la çalışmaya başladı. Hatta 1. İstanbul Caz Festivali’nde, birlikte, şiddetli yağmur altında unutulmaz bir konser verdiler. Sonra hızla yıldızı parladı. Blue Note plak firmasının solistleri arasına katıldı. Cazsever doktor Laura’yla evlendi, bir kızı oldu. Caz eleştirmenleri 1990’larda ortaya çıkan “genç aslanlar” arasında kendi rotasını çizmeyi başarabilen yegane isim olarak gösteriyor Terrason’ı. Solo albümünden bu yana, Keith Jarrett ‘la karşılaştırmalar arttı. Geçen temmuzda New York Times “Sadece müziği Jarrett’a benzemiyor. Saçları da onun gibi, üstelik onun gibi piyano başında inlemeye başladı” diye yazdı.

Linkler

Kişesel web sayfası

Biyografisi

Share.

Leave A Reply

9 + sixteen =

error: Content is protected !!