Richard Galliano / Damarlarında kanımız dolaşıyor

0

Caz dünyasının en popüler akordeoncusu Richard Galliano’yla akraba çıktık. 2002 Kasımı’ndaki, İstanbul’daki konserinden birkaç hafta önce, çevirmen arkadaşımız Reşat Erel ile Nice’ten yaptığımız uzun telefon röportajında Galliano “Aslında damarlarımda biraz da Türk kanı dolaşıyor, bu nedenle Doğu kültürüne çok yakınım” dedi. Bize Piazzolla’nın önerisiyle new musette’i nasıl yarattığını, beş yıl önce Amerika’yı fethettiği Blow Up albümünü, dostu Chet Baker’ı ve Django Reinhard’ı anlattı.

Biyografinizde 4 yaşında akordeon çalmaya başladığınızı okudum, ailenizin zoruyla mı başladınız yoksa babanız evde akordeon çalarken merak edip siz de bu enstrümana mı yöneldiniz?
– Neredeyse akordeonla doğdum, hep hayatımdaydı. Ergenlik çağına geldiğimde eline her akordeon geçirenin çaldığını gördüm. Hayal kırıklığı oldu. İşin kötü yanı çok popüler bir çalgı olmasıydı, beceriksiz müzikçiler bu çalgıyla kötü ve tüccar işi müzik yapıyorlardı. Hayatım boyunca akordeonun gizli yüzünü ortaya koymaya çalıştım. Diğer ülkelerde de bu mantıkla çalışan akordeoncular var. Akordeon aileden gelen bir oyuncak gibiydi. Sesler çıkarıyordum, bildiğim melodileri çalmaya çalışıyorum. Zorla çalmaya başlamadım ama babamın da çok etkisi oldu akordeona başlamamda.
Sizin gibi klasik ve caza yakın, yenilikçi bir müzikçi nasıl oldu da “musette” gibi eski bir müzik türünü yeniden canlandırmaya adadı hayatını, sizin “new musette” harmanınızda neler var?
– Musette’e müzik yaklaşımımı ekledim. Doğruyu söylemek lazım ki zaten musette’te olumlu şeyler vardı. Tony Morella, Jose Baselie, Priva gibi virtüözler vardı mesela… Astor Piazzola, “Musette’e bir şeyler katmalısın,  ben tangoya nasıl yaklaştıysam, sen de aynısını deneyebilirsin” demişti. Öğütüne uydum. Ama bugün artık kendimi new musette’le sınırlamak istemiyorum. Benim için akordeon new musette değil, enstrümandır. Elimdeki Arjantin’de, Brezilya’da, Karpatlar’da, Afrika’da, Kafkaslar’da çalınan bir enstrüman. Hepsi farklı bir tarzda çalıyor. Akordeonu uluslararası çalgı gibi görünce tüm dünya folklorunu özümsüyorsunuz. Klasik Batı Müziği ve cazdan da çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Benim ilginç tarafım new musette’e vals ve cazı eklemem. Al Foster, Miles Davis de caza vals ve musette’i eklemişti; çok farklı sonuçlara ulaştılar. Müziğe geniş boyutlu bakan insanlarla çalışmak bakış açımı değiştirdi.
Babanızın dışında ailede müzik çalan var mıydı? İtalyan kökenli bir aileden geliyorsunuz, tüm aile üyelerinin buluştuğu pazar yemeklerinde aile orkestrası konser verir miydi?
– Babamdan başka amcam müzisyendi. 24 yaşındaki kızım piyanist, oğlum ise davulcu. Beraber müzik yapmaya zamanımız yok ne yazık ki. Konser turnelerinde geçiyor hayatım, sürekli geziyorum. Eve döndüğümde çalgımı bir kenara bırakıp biraz kendi başıma kalmak istiyorum. Kendimi tazeliyorum. Ama fırsat buldukça, bazen çocuklarla birlikte çalıyoruz. Sonuçta müzik benim için uyuşturucu gibi, çılgın bir şey. 24 saat çalmıyorum belki ama hep müziğin içindeyim, düşünüyorum. Arada teneffüse de ihtiyacım oluyor tabii.
Hafızanızdaki akordeon imgesi çocukluğunuzda nasıldı, şimdi nasıl?
– Çocukken bazı şeylerin temelini çok iyi kavrayabiliyoruz. Benim için akordeon “ö” sesiydi. Moda şarkıları çalmaya çalışırdım. Babamın da etkisiyle daha sonra klasik müziğe yönelmeye başladım. Piyano gibi hakiki, önemli bir enstrüman olduğunu algıladım, ciddiyetle çalıştım. Kendimi çok zorladım. Konçertolar, org için yazılan eserleri çalmaya çalıştım. Örneğin Çaykovski denedim. Bu yolla tekniğimi geliştirdim. Ergenlik döneminde cazla tanıştım. Her şey “Neden cazda iyi bir akordeoncu yok” sorusuyla başladı. Soru yıllarca  hafızamda döndü, dolaştı. Klasik bir eğitim almama karşın akordeonu köklerinden koparmadım. Çünkü birçok müzikçi bu hatayı yapıyor. Doğruyu söylemek gerekirse akordeon  benim için kendimi ifade etme amacı. Biliyor musunuz konserlerden önce çok bezgin hissederim kendimi. İçimden sahneye bile çıkmak gelmez. Ama sahneye adım attığım anda sihirli bir değişim olur. Kendimi kaybederim. Sahneden bambaşka bir insan olarak inerim. Müzik benim için bir psikoterapidir. Alkolle karşılaştıramam belki ama benim için bambaşka bir yeri olan uyuşturucu gibi.
Usta çırak ilişkisiyle başlamanız müzik yaklaşımınızı etkiledi mi?
– Müziğe başlamak için birilerinin sizi yönlendirmesi gerekir. Babam yönlendirici oldu. Evet, usta çırak ilişkisiyle başladık. Ama ben asi bir çıraktım. Ergenlik çağında iyice asileştim. Bir süre sonra teyple çalışmaya başladım. Kayıtları dinler, kendimi eleştirirdim. Babam da dinleyicim gibiydi. Fikir verebilirdi ama müdahale edemezdi. Geliştirdiğim özgün metot kendi sesimi bulmamda çok faydalı oldu.

Meğer aradığı yanıbaşındaymış

Trombona ne zaman başladınız, neden bıraktınız?
– Bıraktığımı söyleyemem. Virtüözite takıntınız yoksa çalgı bisiklete binmek gibidir, unutmazsınız. Bir haftadır akordeon çalmıyorum, unutmuyorum da. Frank Rossolino sayesinde trombon çalmaya başladım. Cazip gelmesinin nedeni insan sesine çok yakın olması, kulağa hoş gelmesi, güzel bir sonoriteye sahip olması. Bugünlerde bir film müziği hazırlıyorum. Sahnelerden birinde trombonun en iyi ses olabileceği geldi aklıma. Geçen akşam çıkardım, çaldım ve bunu kaydettim. Trombonun ses yoğunluğu beni çok etkiliyor.
Nice Müzik Akademisi’ndeki öğrencilik yıllarında usta çırak ilişkisiyle, folkla müziğe başlamanızın zorluğunu çektiniz mi?
– Her şeyden evvel bir çocuğun müziğe nasıl başladığına bakmak lazım. Duyduğumuz melodileri enstrümanla çıkarmaya çalışırız. Babam akordeon okulunun müdürünü tanıyordu. Birlikte çalışmaya başladık. Okulda akordeon için yazılmış çok güzel eserleri keşfettim. Herbiri çok değişik buluşlar içeriyordu. Aynı dönemde burslu olarak Nice Konservatuvarı’na girdim. 10 yıllık müzisyendim. Zorluk çektim, en iyi öğrenci değildim. Müziği farklı açıdan gördüm, armoni, kontrpuan öğrendim Asiydim, diğerlerine benzemiyordum. Araştırma yapar, bestelerimi hocalarıma götürürdüm. Çok ilgi gösterdiler, hocalar açısından şanslıydım. Açık görüşlüydüler. Doğrusu böyle olmalı zaten. Çocukları sevmeli. Ama böylesini zor buluyorsunuz.
Akordeonunuzun yapısını değiştirmeye, sesini geliştirmeye çalıştınız mı hiç?
– Her şeyi denedim. Çok farklı enstrümanlar yapmayı denedim. Farklı klavye sistemleri geliştirmeye çalıştım. Mesela ters elle çaldım. 1970’lerde synthesizer’a bağlı akordeon yapmıştım. Victorya marka bir akordeonum vardı. Çok iyi, çevik bir enstrümandı. Stradivarius gibi. Ama ben farklı akordeonlar yapmaya çalışıyordum. Bir sürü şey denedikten sonra evde duranın bir Stradivarius olduğunu farkettim. O günden beri elimde. Yani benim için özel yapılmış bir çalgı kullanmıyorum. Çalgının mümkün olduğunca yapısına sadık kalmaktan yanayım. Onarıma gittiğinde küçük bir parçasının bile değişmesini istemem. Keman gibi, ahşap ne kadar eskiyse o kadar iyi ses veriyor. Eski çalgıların sadece ahşabı değil, içindeki metal parçaları bile daha kaliteliydi. Akordeonun bundan sonra evrim geçireceğini sanmıyorum. Akordeonculara da geçmişte yapılanları araştırmalarını öneririm.
Diğer coğrafyalardaki akordeon gelenekleri müziğinize nasıl yansıdı?
– Doğrusunu söylemek lazımsa beni akordeondan çok diğer coğrafyalardaki müzik ilgilendiriyor. Romanya, eski Yugoslavya, Karpatlar ve Kafkaslar’daki halk müziği özellikle ilgimi çekiyor.
İlk karşılaştığınız cazcı kimdi?
– Chet Baker’la çaldım ilk kez. Brezilyalı müzikçilerle birlikte bir albüm kaydettik. Beni etkileyen en ilginç özelliği bilmediği formlarda ya da hiç bilmediği parçalarda bu malzemeyi alıp anında içselleştirmesi ve dönüştürmesiydi.
Grappelli, Piazzola ile birlikte çalıştınız. Birer cümleyle özetlemek gerekirse size ne kattılar?
– Piazzolla’dan başlayacak olursak, özgüvenimi kurmamı sağladı. Piazzolla da Fransız asıllıdır. Bandoneon ve tango nasıl Arjantin’in sesiyse, musette ve akordeon da Fransa’nın sesidir, bunu görmemi sağladı. Kendime ait, ama Piazzolla’yla paralel bir yolda yürüdüğümü söyleyebilirim. Hommage a Piazzolla adında bir albüm kaydediyoruz şu anda. Karşılaşmamızı ve hayatımı nasıl değiştirdiğini anlatıyorum. Dün gece bir arkadaş, Piazzolla’nın hayatı tango üzerine, seninki akordeon üzerine kurulmuş, burada yollarınız kesişiyor, dedi. Doğru bir tespit… Grappelli ise her zaman takdir ettiğim bir müzikçidir. Ama kendimi Django Reinhardt’a daha yakın hissediyorum. Ondan çok etkilendim. Grapelli, Reinhardt’ın eşlikçisidir. O olmasaydı kendi stilini bulamazdı. Reinhardt büyük bir müzikçi, Grapelli özgün bir müzikçidir. Üç notada tanırsın Grapelli’yi. İşte bu bir müzikçi için en önemli noktadır. Ben ise onlardan aldığım malzemeyle kendi yolumda yürüdüm.
Musette kafelerin atmosferi, iyi şarap ve belki biraz sohbetle özdeşleşmiş. Bu atmosferden koparıp konser salonuna taşıdığınızda ruhunu korumak zor oluyor mu?
– Herhangi bir müzik türünde önemli olan heyecan ve şiirselliğini korumaktır. Swing duygusunu yaşatmak gerekir. İnsanları harekete geçirmeli, kıpırdatmalı, dans etme arzusu aşılamalı. Swing melodidir, şiirdir. Paylaşımı sağlar. Önemli olan müzikçinin sahneye insanlarla müziği paylaşmak düşüncesiyle çıkmasıdır. Kafe ya da konser salonu farketmez. Konserde başarı ölçütüm paylaşımı ne ölçüde gerçekleştirebildiğimdir.
Besteye önem verdiğinizi, parçaları plansız emprovizasyonlar üzerine kurmaya karşı olduğunuzu okudum. Beste ve emprovizasyon dengesini nasıl kuruyorsunuz?
– Aklınıza gelen bir tema size emprovizasyon için destek olur. Emprovizasyon anın üzerine beste inşa etmektir. Temaya varyasyon yazmaktır. Bir temayı alıp geliştirme şeklinde de yaklaşabilirim emprovizasyona. Bence iki tür kompozisyon var. Biri oturup tasarlanan, diğeri sahnede anlık yaratılan.

Ses değil, ruh uyumu önemli

Akordeona düette en iyi uyan çalgı hangisi, hangi çalgıyı tercih ediyorsunuz?
– Ses uyumu yerine ruh uyumuna önem veriyorum. Aynı frekansta konuştuğum bir müzikçiyle çalışmayı tercih ederim. Müzik insan faktörüyle ortaya çıkan bir sanat. Gitar, kontrbas, klarnet, saksofon, keman, viyolonsel, hammond org… Hepsini seviyorum. Önemli olan bunları kimin çaldığı.
İngiliz eleştirmenler bir zamanlar akordeonu ışık hızıyla çalarken şimdi yavaşladığınızı, her nota üzerinde düşündüğünüzü yazıyor. Son 10 yılda müziğinizde neler değişti?
– Bu tarz eleştiri yapanlar virtüöz değil. Sanki sıradan bir şey yapılıyormuş gibi bakıyorlar olaya. Çok hızlı şeyler çalabilirsiniz, bu parçanın gerektirdiği virtüözitedir. Gerektiğinde yavaş çalarsın. Eskiden sadece iki, üç nota üzerine deneysel çalışmalar yapmıştım. Önemli olan ilhamdır, hız değil. Trombondan örnek vermek gerekirse, trombonda ses yaratırsın. Akordeonda ses zaten yaratılmıştır. Bunu yaşatman gerekir. Hız ifadenin bir parçasıdır. İnsanları gaza getirmek için hızlı çalmam. Böyle çalanları da sevmem. Biliyorsunuz İtalyan asıllıyım, ama Doğu sıcaklığına yakınım. Kendimi bıraktığımda çok hızlanırım, doğam böyle. Ruhumu sansürlemekten hoşlanmam. Tıpkı otomobil kullanmak gibi. İstersem hızlı, istersem yavaş. Yarışta değiliz ki… Öyle değil mi?… Müzik ölçülere sığmayan  çılgın bir olay. Çalışmalarımda sadece bu noktaya takılanların iyi niyetli davranmadığı, önyargılı yaklaştığı kanısındayım.
İstanbul’a birlikte geleceğiniz Portal’la 20 yıllık dostluğunuz var, nasıl karşılaştınız?
– Stüdyoda bir kayıtta tesadüf eseri karşılaşmıştık. Grubunda çalmamı istedi. Kimyalarımızın uyuştuğunu gördük. Dreyfus firmasına ikili bir proje önermiştim. Portal’in de çok hoşuna gitti proje. Aynı gözle bakıyoruz, aynı temelden geliyoruz. Uyumumuzun temelinde bu var. Caza, çağdaş müziğe, klasiğe açığız.
1997 Mayısı’nda Blow Up için stüdyoya girdiğinizde bestelerin ne kadarı hazırdı, ne kadarı emprovizasyonla stüdyoda yaratıldı?
– Elimizde temalar vardı. Bunları emprovizasyonlarla geliştirme yolunu seçtik. Önceden hazırladığımız belki tek parça “Little Tango” idi. Onun da ilk birkaç notasıyla gelmişti stüdyoya. Ben de gerisini getirdim. Albümün çoğu anlık fikirlerle ortaya çıktı. Armonik açıdan fikir verdim. Portal düşüncelerini söyledi. Kayıdın özelliği stüdyoya yaklaşık 100 kişilik dinleyici almamızdı. Konser verir gibi çaldık. İki günde, toplam dört sette çıktı. Doğrusunu söylemek gerekirse parçaların çoğunda miksaj bile yapmadık. Aynen CD’ye koyduk. Stüdyoda konser albümü gibi oldu. Portal’in albümleri bir yıllık stüdyo çalışması gerektirir. Bu istisnaydı. Ara vermedik, çay kahveyle zaman kaybetmedik. Bu arada konser sıcaklığını yakaladık.

Amerika’da, dünya caz liginde

Blow Up ile kazandığınız üç ödül hayatınızı değiştirdi mi?
– Çocukluğumdan beri yarışmalara katılıyorum. Beni en etkileyen Down Beat dergisinin ödülüydü. 1997’de dünya müzikçileri arasında ilk sıradaydım. O sırada şunu farkettim: Hayalimi sonunda gerçekleştirmiş, hedefime ulaşmıştım. Akordeon ve müziğim konusunda doğru yolda olduğumu bir kez daha gördüm.  Müzikte insanlarla iletişim kurma aracı, dinleyiciyi harekete geçirmek amacım. Sihirli değnek gibi bir şeydir. Down Beat’te dinleyici oylarıyla birinci seçildim. Bu önemli. Demek ki onları harekete geçirebilmişim.
Aradan geçen beş yılda repertuarınız genişledi mi?
– Doğruyu söylemek gerekirse Portal’le biz çingeneler gibiyiz. Piazzolla’nın “Liber Tango”sundan bizim bestelere kadar geniş bir repertuarımız var. Çıkıyoruz sahneye ve içimizden geleni o anın duygusuyla çalıyoruz. Her seferinde farklı şeyler çıkıyor ortaya.
İstanbul konserinde sadece Blow up repertuarı mı yer alacak?
– Eksen bu albüm ama arada bestelerimizi çalacağız. Emprovizasyonlar yapacağız.
Türk müzikçilerle çaldınız mı hiç?
– Arto Tunç’la çalmıştım. Kimyamız tuttu. Çok iyi bir perküsyoncu. Diğer Türk müzikçilerle de çalışmalar yapmak isterim. Ama bu iş biliyorsunuz tesadüflere bağlı. Tesadüflere inanan bir insanım. Bakarsınız, kanınız kaynar ve birlikte çaldığınızda çok iyi şeyler çıkar. Aslında, biliyor musunuz Türk  kanı dolaşıyor damarlarımda. Ailem İtalya kökenli. Fakat bazı aile üyelerinin Türkiye’den geldiği söylenir. Belki bu nedenle Türk müziği çok cazip geliyor bana. Doğu esintili “taraf” gibi bir form oluşturmaya çalışıyorum. Avrupa yaklaşımıyla, Doğu yaklaşımının bileşimi olacak.
Dinleyicinize mesajınız var mı?
– Önceki yıl İstanbul’da çaldığımda çok sıcak bir dinleyiciyle karşılaşmıştım. Çok önemli bir maçın oynandığı gecede bile geldiler dinlemek için. Türkiye’ye daha önce zaten tatile de gelmiştim, festivalde de çaldım. Beni gerçekten çok etkileyen topraklar. Ülkeyle karşılaşmanın benim açımdan önemi var. Türkiye’nin müzikle beslenmiş bir ülke olduğu kanısındayım. Çok seyrek yolum düşüyor. Bu yüzden Türkiye’ye gelmek heyecanlandırıyor. Konsere bu heyecan yansıyacaktır mutlaka…
(Serhan Yedig / Kasım 2002 / İş Müzik)

Linkler

Kişisel web sayfası
Biyografisi

Share.

Leave A Reply

one × 3 =

error: Content is protected !!