John Abercrombie / Gün geçtikçe daha az nota kullanıyorum

0

Cazın gözde gitarcılarından John Abercrombie, 2017 Ağustosu’nda 72 yaşında hayata veda etti. 15 yıl önce, Harvard ve Berklee’de ders verdiği dönemde, 13 konserlik Avrupa turnesine başlamak üzere bir sonbahar günü İstanbul’a gelmişti. Biraz gergin ama keyifliydi… Trompetçi Kenny Wheeler ve piyanist Marc Copland’la hazırladığı “That’s For Sure” CD’sinin üzerinden bir buçuk yıl geçmiş, ortak repertuar hafiften unutulmuştu. Ufak teklemeler bir yana üç eski dost CRR’de harika bir konser verdi. Davul ve kontrbassız, dingin “chamber jazz” şöleninden yarım saat önce teybimizle kulisteydik..”İstanbul’a ders vermek üzere gelmek ve bir süre kalmak isterim” diyordu Abercrombie. Fakat bu arzusu gerçekleşmeden, 2017 Ağustosu’nda hayata veda edecekti…

Fotoğraf: John Rogers/ECM

Türkiye’ye ilk kez 1985’te Bilsak Caz Festivali için gelmiştiniz. O tarihten bu yana defalarca konser için geldiniz. Türk müziğine ilgi duydunuz mu hiç, Türk müzikçilerle ortak bir proje yapmayı düşünüyor musunuz?

– Evet, ilk konseri hiç unutmuyorum. Elvin Jones aynı festivalde çalıyordu. Sonra Açıkhava’da konser verdim. İki kez Charles Llyod’la, en son Hammond üçlümle geldim. Genellikle bir gün kalıyorum, kültürü tanımaya fırsat olmuyor. Türk cazcılarla tanışmak çok cazip değil, dünyanın her yerinde aynı caz çalınıyor çünkü. Yanlış hatırlamıyorsam Akın adında bir gitarcı benimle bağlantı kurmuştu. Belki İstanbul Caz Festivali’nde ortak bir konser vereceğiz. Fakat henüz kesinleşmedi. Son gelişimde geleneksel müzik CD’leri almıştım. Ut aldım, ama çok zor bir enstrüman; evde duruyor. Yolda genç cazcılarla karşılaşmış, sohbet etmiştim. Bir üniversitede caz bölümü olduğunu, Amerikalı bir gitarcının ders verdiğini söylediler. Keşke ben de bir gün zaman ve fırsat bulup İstanbul’a ders vermeye gelsem. Eşimi de alsam yanıma ve bir, iki ay kalsak. Harika olur doğrusu.

“Anthology” albümünüzden bahsederken “Henüz Beethoven kadar çok bestem olmadı” diyorsunuz. Espri konusu yapmanın dışında, klasik müzikle ilginiz var mı?

– 1974’ten bu yana albüm yapıyorum. Hala 15’i aşamadı plak sayısı. Bir de başka müzikçelerle yaptıklarım var. Ama yekün küçük. Beethoven’in adı espride geçti, haklısınız. Ama çok klasik dinlediğimi söyleyebilirim. Özellikle Bartok’un, Kodaly’ın eserlerini. Folk ögeleri içeren müzikleri çok seviyorum. Klasik çalmayı hiç düşünmedim, çünkü çok zor. Klasik gitar çalmıyorum çünkü. Klasiğe geçmek zor. Belki bir gün klasik üzerine çeşitlemeler yaparım. Fakat tercihim kendi bestelerimi ve caz standartları çalmak. Standartları severek çalıyorum.

“Stella by Starlight” ya da “Autumn Leaves”i hala severek çaldığınızı ve kendinizi avandgarde cazdaki kadar özgür hissettiğinizi söylüyorsunuz. Sizin için cazda geleğe bağlı kalmak neden bu kadar önemli?

– Ben caz geleneğiyle büyüdüm. Çok güçlü bir gelenekten gelen isimleri dinledim. Geçmişe sırtını dönmek, Türkiye’de ut çalarak büyüyüp bunu tamamen unutup beste yapmaya benzer. Caz geleneğini seviyorum. Baten standartları çalarken kendi bestelerimi çaldığım zamanlardan çok daha özgür hissediyorum kendimi. Çünkü bestelerim çok daha karmaşık, zor, hatta meydan okuyan yapıya sahipler. Standartlar benim için Amerikan folk müziği gibi, severek çalıyorum.

Maksat muhabbet, repertuvar önemli değil

Stantartların kolaylığı, kendi bestelerinizden daha fazla emprovizasyona imkan sağlamasından mı kaynaklanıyor?

– Müziğim bestelerimden yola çıksa da önemli miktarda emprovizasyon içeriyor. Son albüm Cat’n Mouse bunun iyi bir örneği. Grupla çalarken diğer müzikçilerin emprovizasyonları da giriyor işin içine. Bence tüm katkılar çok önemli, bu yüzden grupla çalmayı seviyorum.

Grupla çaldığınızda kendi yorumunuzdan çok müziğin bütününe konsantre olduğunuzu, diğerlerine söz vermek için özgürlüğünüzü sınırlamanız gerektiğini söylüyorsunuz. Geçmişte Towner, Thomson, Beirach, Laverne ile yaptığınız ikili albümlerde sizi alabildiğine özgür çalarken dinlemiştik. Grup müziği gerçekten sizin tercihiniz mi, yoksa piyasa koşullarının dayatması mı?

– Aslında özgürlüğümden çok büyük ödün verdiğimi sanmıyorum. Başkalarıyla çalarken her halükarda ödün vermek zorundasınız. Herkesin farklı melodi, armoni duygusu var. Buna uyum sağlamak lazım. Bence müziğin en önemli noktası uyumdan geçiyor. Kendi sesinle birlikte başkalarının sesine de önem veriyorsun. Evet özgürlüğünden ödün de veriyorsun, ama sınırsız özgürlük bir hayal. Eğer gruptan memnunsam, rahatsam kendimi özgür hissederim. Ne çaldığım hiç önemli değildir; Stella by Starlight da, kendi bestem de olabilir. Solo çalmayı sevmiyorum. Tek başıma bile çalsam sonsuz özgür olamam ki. Ama özgürlüğümü korumak için küçük gruplarla çalmaya özen gösteriyorum. En fazla dörtlüyle çalıyorum. Charles Llyod’la çaldım mesela. Kendimi çok özgür hissettim.

Korkarım özgürlüğünüz dışarıdan pek hissedilmemiş. Çünkü Down Beat’te “kendi sesi yerine grup üyesi gibi çalmış” gibi bir eleştiri okumuştum…

– Bazen albümler grubun ürettiği müziği tüm boyutlarıyla yansıtmıyor. Son albümde Charles Lloyd her ayrıntının istediği gibi olmasına özen gösterdi; mesela bazılarının folk ezgisi gibi tınlaması için çalıştı; epeyce inisiyatif kullandı. Son birkaç albümde müziğe katkım çok sınırlıydı. Bugünlerde yayımlanacak yeni albümde farklı şeyler duyacaksınız. Billy Hard, Marc Johnson, Geri Allen ve Llyod’la birlikte kaydettik.

Müziğinizde kullanacağınız elekronik renkleri nasıl saptıyorsunuz?

– Yıllar önce elektronikçi gibi çalışıyordum. Synthesizer, reverb, delay,squencer’lar ve aklınıza gelmeyecek çok farklı aletlerle ilginç sesler elde etmek için deneyler yapardım. Elektronik sesleri sevmekle birlikte şimdilerde elektroniği çok az kullanıyorum. Sadece daha iyi ses elde etmek için… Çünkü elektronikle uğraşmak çok fazla zaman, enerji gerektiriyor. Uzmanlar bu işle uğraşmalı. Bir başka sorun, stüdyoda yakaladığınız sesi konserde bulamamak. Özellikle turnelerde ciddi sorunlar yaşanıyor. Turneler sırasında bir türlü çalıştıramadığım cihazlar beni bu işten bıktırdı. (Gülüyor) Pes ettim.

Yani artık standart tonlarla, renklerle çalışmayı tercih ediyorsunuz…

– Epeyce standartlaştı diyebiliriz. Ama geleneksel gitar rengi değil; Joe Pass ya da Jim Hall tonuna benzemiyor. Mesela bu turnede bir küçük elektronik kutu var yanımda. Geniş ses elde etmek için iki anfi kullanıyorum hala.

Tutkunun ilacı turne

Pena’dan da sıkıldığınız için mi sadece parmağınızla çalmaya başladınız; yoksa doğallaşma çabanızın sonucu muydu?

– Doğallaşma çabamın sonucu diyebiliriz. Kenny Wheeler’la turnedeydik. Bir akşam penasız sahneye çıkıp parmağımla çalmaya karar verdim. Harika bir ses elde etmiştim. Parmağım, derim tellere değiyordu. Bu duyguyu da sevdim. Geçmişte de bazen penasız çalıyordum. O akşamdan sonra tamamen penadan vazgeçtim. Şimdi yanıma bile almıyorum. Yves Montgomery bu stilin öncüsüydü; müziğini sevmekle birlikte ben farklı üslupla çalıyorum. Kimseye benzemek, benzetilmek istemem doğrusu…

Sigara ve synthesizer’ı sağlığınız için bırakmıştınız, sırada ne var? Yorucu turnelerden vazgeçip CD’lere ve eğitime yoğunlaşmayı düşünüyor musunuz?

– (Gülüyor) Turneler gerçekten yorucu olmaya başladı. Artık daha çok evimde olmak, öğrencilerime zaman ayırmak istiyorum. Fakat konser tutkumu dizginlemek mümkün değil. Turneye çıkmasam, yaşadığım kentte bu kadar sık konser veremem. Konser tutkusunun en iyi ilacı turneler. Ayrıca turnelerde eğitmenlikten çok daha iyi para kazanıyorum. Gelecekte vazgeçmek istediğim şeye gelince. Arzum daha az notayla çalmak, müziğimi daha rafine hale getirmek.
(Serhan Yedig / Jazz Dergisi / Kasım 2002) Fotoğraflar: John Rogers

Linkler

Biyografisi

Facebook

The New York Times’da ölümü üzerine yayımlanan yazı

Share.

Leave A Reply

thirteen + twenty =

error: Content is protected !!