İmer Demirer / Herbie Hancock ve Wynton Marsalis’in gösterdiği ilgiden gurur duydum

0

İmer Demirer, Türkiye’nin en sivri dilli, en zor beğenen müzik eleştirmeni Cüneyt Sermet’e göre “soloları dünyanın en önemli cazcılarıyla boy ölçüşecek düzeyde” bir trompetçi. Demirer, konservatuvar eğitimi aldı, mezuniyetine birkaç yıl kala kanına caz virüsü bulaştı, yurtdışına gitmeden kendi çabalarıyla caz bilgisini artırdı, sayısız albümde cazcılara eşlik etti, Türkiye’ye gelen önemli cazcılarla aynı sahneyi paylaştı ve nihayet 2009 Kasımı’nda, 45 yaşında ilk albümünü yayımladı: ”You, Me & Char.” Doğaçlamanın olmadığı yerde caz da yoktur, diyen Demirer’le müzik serüvenini konuştuk.

 

Cazda trompet çalmanın trapezde yürümek kadar tehlikeli olduğunu, ünlü trompetçi Fredie Hubart’ın 1995’teki İstanbul konserinde öğrenmiştik. Uzun süren bir meslek hastalığı nedeniyle müziğe ara veren Hubart, iyileştikten sonra çıktığı ilk Avrupa turnesinde, ilk konserinin, ilk parçasında dudağı patlayınca göz yaşları içinde sahneye terk etmiş, turne iptal olmuştu. O gün siz de Kerem Görsev Üçlüsü’yle sahnedeydiniz. Bu felaketten ne gibi dersler aldınız?
– Hatalı teknikle trompet çalmak, ağız bölgesini fazla zorlamak, dudak ve dişlerde ciddi hasara yol açıyor. Dudak ve diş problemi de trompet çalmayı engelliyor. Fredie Hubart, 1970’lere kadar ortalama üç oktav içinde çalan bir trompetçiydi. 1975’lerde “high note” üfleme hırsına kapıldı. Tiz seslere çıkabilmek için bazı teknikler geliştirdi. Albümlerinde de kullandığı bu teknikle diğer trompetçilere meydan okuyordu. Oysa bu bir uzmanlık işidir. Caz orkestralarında “high note”u sadece kalın ve güçlü dudak yapısına sahip, özel eğitimli birinci trompetçi üfler. Hubbart bu gösteriyi yapmak için enstrümanını ağzına çok bastırarak çalmak, dudaklarını çok zorlamak zorundaydı. Dudağında deformasyon başladı, et parçası oluştu. Et parçasını ameliyatla aldırdı, uzun süre yarası kapanmadı. Grup arkadaşlarından öğrendiğime göre, hayatı boyunca alkol, uyuşturucu kullanmayan ve “Mr. Clean” lakabıyla anılan Hubbart, işte bu dönemde bunalıma girip alkolik oldu. Sonra iyileştiğini düşünüp tekrar müziğe döndü. İstanbul’daki konserine de alkollü çıkmıştı. İlk parçada tiz seslere tırmanmaya çalıştı ve tekrar dudağını patlattı. Ben de birkaç kez aşırı çalışma nedeniyle dudağımı ezdim, fakat uzun süre aynı hatayı tekrarlamadığım için kalıcı sorun oluşmadı. Zaten konservatuvar eğitimi alan, klasik müzik çalan trompetçi bu hatayı yapmaz. Çoğunlukla cazcılarda görülür. Eski kuşak trompetçilerden dudak, gırtlak kanserinden ölen, dişlerini döken çok sayıda isim sayabilirim. Louis Armstrong dudak kanserinden öldü. Dizzy Gillespie ciddi sorunlar yaşadı. Chet Baker ise dişleri kırıldığı ve yerine kötü protez yapıldığı için bir süre trompet çalamadı. Sorunu aşmak için, özel bir teknik geliştirdi; yaklaşık 1,5 oktavlık alan içinde harikalar yarattı. Miles Davis bir doktorun oğluydu, iyi eğitim almıştı bu hataya düşmedi. 1980’lerin sonunda Wynton Marsalis cazda baskısız trompet çalma tekniğini geliştirip, bunun yayılması için çaba gösterdi. Artık caz trompetçileri de bu hataya düşmüyor.

Caz virüsü radyodan bulaştı

Konservatuvarda okurken caz virüsü kanınıza nasıl girdi; konservatuvardan atılmamayı nasıl başardınız?
– 1976’da, bugünkü ismiyle MSÜ Devlet Konservatuvarı’na girdiğimde, 12 yaşındaydım. Piyano ya da gitar çalmayı hayal ediyordum. Hocalarım fiziğimin trompete uygun olduğunu söyledi, bu çalgıya başladım. Klasik dışındaki müzikleri kesinlikle çalmamamız tembihleniyordu sürekli. Cazı radyoda keşfettim. Önce Yugoslav Radyosu’ndaki caz orkestrası konserlerini dinledim. Ardından TRT 3’te Hülya Tunçağ, Yavuz Baydar’ın programlarını. Miles Davis’i keşfettim, tekniği ilgimi çekti. Duyduklarımı üflemeye başladım. Hatta konservatuvar koridorlarında da çalıyordum. Fakat Kıbrıs asıllı trompet hocam Gökmen Ahmet Noyan hiç olumsuz tepki göstermedi. Hatta okulu bitirmem koşuluyla, cazdan vazgeçmememi söyledi. Mezuniyetten iki ay önce, Romanya’da Ali Peret’le vereceğim caz konserine hocamla hazırlanmıştım. Dönüp bitirme sınavlarına girdim. Sınav çok iyi geçti. Konservatuvar müdürü Özer Sezgin yanıma gelip “Sen piyasa müziği çalıyormuşsun” dedi. Ben de caz çaldığımı belirttim, bunun üzerine geçer not verilmedi. Eylüldeki sınavda geçtim, mezun oldum.

En büyük korkum senfoni orkestrasında memur olmaktı

Neden bir senfoni orkestrasına girip, cazı hobi olarak sürdürmediniz?
– Zengin bir aileden gelmiyorum, dar bütçelerle eğitimimi tamamladım. Fakat hep en büyük korkum bir senfoni orkestrasına girip memur olmaktı. Ne kadar bezgin olduklarını hep duyuyorduk. Doğrudan caz atmosferine girmeyi tercih ettim.
1980’lerde internet yoktu, yurtdışından plak getirtmek bile çok zordu. Caz birikiminizi nasıl edindiniz?
– Cazla ilgilendiğimi gören bir sınıf arkadaşım “Bizim mahalledeki bir evde bazı cazcılar prova yapıyor, istersen seni tanıştırırım” dedi. Evimin yakınlarında, Kızıltoprak’taki bir apartmanın bahçesindeki müştemilata gittik. Elimde bir kornet vardı. Tahsin Endersoy, İlkin Deniz, Cem Aksel’le tanıştım. Birkaç parça verdiler çalışmam için. Plaklarını kasete kaydedip dinledim. Üçü de büyük bir hayranlıkla “Emin Hoca” dan bahsediyordu. Bir hafta sonra onunla da tanıştırdılar beni. Meğer piyanist Emin Fındıkoğlu’nun ilk enstrümanı trompetmiş. Bana çok yardımı dokundu.
Neden yurtdışına gitmediniz?
– Mezuniyetime bir yıl kala İstanbul’un önde gelen caz kulüplerinde çalmaya başlamıştım. Hatta biriktirdiğim ilk 140 lirayla plakçılara koşup, plak almıştım. Zaten birlikte çalmayı hayal edebileceğim çok sayıda müzikçiyle İstanbul’da karşılaşabiliyordum. Naima, Ece Bar, Jazzino, Korukent Caz Bar, Yeniköy BİLSAK, en önemlisi Cihangir BİLSAK’ta Erol Pekçan, Selçuk Sun, Mahmut Yalay, Neşet Ruacan , Berklee’den mezun olup dönen Ateş Tezer, piyanist Ali Peret’le çalıyordum her akşam. Yurtdışından birçok konuk müzikçi geliyordu. Amerika’dan dönenlerden orada hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu duyuyordum sürekli. Zaten ekonomik durumum, böyle bir maceraya atılmamı engelliyordu. Sonraki yıllarda İstanbul’da öyle önemli müzikçilerle karşılaştım, birlikte çaldım ki, Amerika’ya gitsem orada bile birlikte çalma fırsatı yakalayamazdım. Örneğin Q Jazz Bar’da piyanist Aaron Goldberg’le beş ay çalıştım. Sabahtan akşama kadar birlikteydik. Bence her şey müzisyenin kafasında bitiyor. Yurtdışı şart değil. Belki teorik birikim açısından avantaj olabilir. Nerede yaşarsan yaşa caz bütün dünyayı ayağına getirir…
Ocak 1993’te Cumhuriyet Gazetesi’nden Cumhur Cambazoğlu’nun yaptığı röportajda Türk cazının ilk büyük ustası Hrant Lusigyan “Gençlerden İmer Demirer’i çok seviyorum” diyor. Bunu söylediğinde, yıllardır hastanedeydi. Yollarınız ne zaman kesişti?
– 1980’lerin sonunda Erol Pekcan’la çalışıyordum. Her fırsatta Lusigyan, Maffy, İsmet Sıral gibi ustalardan bahseder, anılarını anlatırdı. Önce, Erol Ağabey’le  ziyaretine gittik Lusigyan’ın. Sonra Tarlabaşı’ndaki bir okulda Erol Ağabey’in organize ettiği konserde birlikte çaldık. Selçuk Sun, Erol Pekçan, Hrant Lusigyan’la sahnede olmak müthiş heyecan vericiydi. Öyle ki biraz sonra ne çalacağımı bilmiyordum, Hrant’ı hayretle izliyordum… Klarnetinin mekanik aksanında sorun çıktı. Lastik ve iple tamir etti, çalmaya başladı. Biraz puslu ama kocaman bir ton çıkardı klarnetten… Yaklaşık bir saat çaldık. Konserden sonra bir süre sohbet ettik. Birbiri ardına birçok isim saydı. Bunları takip et, dedi. Bebop dinlememi, bazı eserlere çalışmamı önerdi. Bu arada Erol Ağabey’le sürekli şakalaşıyor, atışıyordu. Eski ustalar gençlerin yüzüne yüzüne karşı övgü sıralamaz. “Hımmm, iyi” ya da “Yaşın kaç, ne dinliyorsun bakayım”dan öteye geçmez. Lusigyan’ın benim hakkımdaki yorumlarını daha sonra Erol Ağabey’den duymuş ve çok mutlu olmuştum.
Ardından Cüneyt Sermet, Hürriyet’te yayımlanan bir röportajda “”soloları dünyanın en önemli cazcılarıyla boy ölçüşecek düzeyde” demişti. Bu övgüler yolunuzu mu açtı, yoksa tehlikeli düşmanlar mı kazandırdı?
– O zamanlar çok ihtiyacım olan moral ve motivasyonu sağladı. Çevremdeki arkadaşlar, ailem beni destekliyordu… Düşmanım var mı bilmiyorum, zaten böyle şeyleri oturup düşünmedim…. Bugüne kadar çevremdeki herkesle çaldım daha doğrusu benle çalmak istemeyene rastlamadım… Ancak şunu söyleyebilirim: Yıllar sonra bu konu bana ilk kez soruluyor. Bazı olumlu gelişmelerle son 20-25 sene içinde çok defa karşılaştım ama hep bir duyum olarak kaldı…

Marsalis’le iki saat aynı sahnede

Peki konser için Türkiye’ye gelen Herbie Hancock , Wynton Marsalis gibi ustalarla jam session’larda (kulüp ortamında doğaçlama) çalmanız müzik ya da kariyer açısından önünüzde ne gibi kapılar açtı?
– Kariyerimi hiç düşünmedim. O zaman müzik yapamam herhalde. Daha doğrusu sanatçı kariyerini düşünemez. Asla hırslı değil sadece azimliyim. Hancock ve Marsalis’le yaptığım jam sessionlar bana çok büyük güven verdi. Hafif jam sessionlar değildi. Hatta bu buluşmalarda yaşadığımız sürpriz kulaktan kulağa yayılmıştı: 1987’de İstanbul Caz Festivali için İstanbul’a gelen Herbie Hancock, konser çıkışında benim de çaldığım Yeniköy BİLSAK’a geldi. Harika bir jamsession’ın ardından, ertesi gece yine geldi ve yine çaldık. Wynton Marsalis ise konser çıkışı Roxy’ye gelmişti. Yanında enstrümanı yoktu. Biraz sohbet ettikten sonra, sahnede çalan grubunun üyelerine katılmamı önerdi. Parçanın sonunda sahneye çıkıp, arkadaşının trompetiyle bize katıldı. Tam iki saat birlikte çaldık. Her ikisinin de sahnede gösterdiği ilgi bana gurur verdi.
Görev yaptığınız TRT Caz Orkestrası kendinizi geliştirme, hayallerinizi gerçekleştirme açısından ne gibi avantajlar sunuyor ya da engeller çıkarıyor?
– TRT Caz Orkestrası muhtemeşem bir tecrübe. 20 sene  bir Big Band’de çalmak büyük deneyim kazandırıyor. Öncelikle bestecinin, düzenlemeyi yapanın orkestra müziği anlayışını yazılı olarak görüp, bunun üzerine düşünme, analiz yapma fırsatı veriyor. Caz kulübünde sınırsız solo imkanı var. Caz orkestrasında ise solo kısıtlı alanlara sığdırılmak zorunda, bu önemli bir deneyim kazandırıyor. Orkestramız çok geniş bir repertuvara sahip. Ayrıca TRT sayesinde sekiz kez Avrupa Yayın Birliği’nin konserlerinde çaldım. Her biri 10 gün süren bu çalışmalarda, Avrupalı müzikçilerle tanışmam, yeni müziklerle karşılaşmam bana çok şey kazandırdı. Birçok Avrupa radyosundan davet aldım. Ancak, TRT dışındaki tüm çalışmalarım için kurumdan izin almam gerekiyor, bu dezavantajı da yaşıyorum.
Ders vermek neler kazandırdı?
– Yaklaşık 7 yıl Bilgi Üniversitesi’nde trompet ve grup müziği konusunda ders verdim. Gençlerle çalışma bana çok şey kazandırdı. Hayata bakışım bile değişti.

İstanbul’un sesinden, renklerinden besleniyorum

Cazdaki koordinatlarınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Gelecekte ayak basmayı planladığınız ya da “asla ayak basmam” dediğiniz coğrafyalar hangileri?
– Eğer cazın dünyasında free jazz, mainstream, etnik caz, klasik caz birer kıtaysa ben bu kıtaların tümüne eşit uzaklıktayım. Benim coğrafyam İstanbul, müziğimde bu kentin tüm kültür birikiminden yararlanıyorum. Ve modern caz yapıyorum. Müzikte yolum diğer kıtalardan da geçebilir. Müziğimin zengin ve yenilikçi olması için çabalıyorum.
Trompet dışındaki çalgılarla aranız nasıl?
– Konservatuvarda ikinci çalgım piyanoydu. Evde piyano çalmayı sürdürüyorum. Flügelhorn sahnedeki ikinci çalgım.
Caz geleneğine sahip çıkan müzikçiler genellikle elektronik müziğe uzak durur. Siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
– Elektronik müziğe hiç uzak durmadım, aksine içindeyim… Ali Perret, Ricky Ford, Acid Trippin’le yaptığım çalışmalarla elekronik müziğe adım atmıştım. D.J UFUK, Yakuza’yla da birçok çalışma yaptım. Kısacası böyle köprülerden geçmeyi her zaman sevdim… Albümümde de bu tekniği kullandım.
Sizi caz ve müzik dışında neler besler?
– Ressam Ferruh Başağa’nın torunuyum. Onun atölyesinde, resimleri arasında büyüdüm. Ağabeyimle birlikte yardım ederdik. Bu nedenle resmi çok severim. Günlük hayatım çoğunlukla evde geçer. Sürekli müzik dinlerim, çalarım, kayıtlar yaparım.

Yıllardır bu albüme hazırlanıyorum

İlk albümünüz imkansızlıklardan mı yoksa kendinizi yeterli hissetmemenizden mi bu kadar gecikti?

– Yıllardır hazırlanıyordum. Birkaç kez girişimde bulunuldu, ancak çok ufak da olsa olumsuz etkenler beni caydırmıştı. Doublemoon’un önerisi beni tatmin etti. Temmuz ayında iki günde, piyanist Serkan Özyılmaz ve davulcu Cem Aksel’le albümü İstanbul’da kaydettik.
Albümde prodüktörün yönlendirici etkisi oldu mu?
– Kesinlikle hayır… Zaten içime sinmeseydi asla yapamazdım. Ödün veremezdim, tavrımı bozamazdım…
Albüme adını veren ”You, Me & Char” neyi anlatıyor? Dinleyiciye nasıl bir mesaj vermek istiyor?
– Bu beste ve albümün adı, benden, eşim ve kedimizden bahsediyor. Mutluluklarımı, hüzünlerimi, hatıralarımı içeriyor… Mesajım tabii ki “aşk”…

Hep yeninin peşindeyim

Doğaçlama ihtiyatla yaklaşanlardan mısınız, yoksa açık denizlere pupa yelken açılanlardan mı? Albümde beste/doğaçlama dengesini nasıl kurdunuz?
– Caz doğaçlama üzerine kurulu bir sanat. Doğaçlama yoksa caz da yoktur zaten. Albümde küçük temalar dışında kalan müziğin tamamı doğaçlamadır… Sekiz parçadan dördü benim bestem. Emin Fındıkoğlu’nun iki, Ali Perret’in bir bestesini seslendirdik. Ayrıca bir Çanakkale türküsü yorumladık. Modern Müzikler Akademisi’ndeki (MMA) kayıttan iki gün önce, ses mühendisi Can Aykal arayıp hiç bir karşılık beklemeden enstrümanlarıyla kayda katkıda bulunmak istedi. Bu olay beni çok gururlandırdı.
Tüm kayıtları albümde kullandınız mı, çekmecenizde yeni albümler için bekleyen kayıtlar, besteler, projeler var mı?
– Caz startlarından “But Not For Me” yorumu hariç tüm kayıtları albümde kullandım. Belki gelecekte sadece standartlardan oluşan bir albüm hazırlarım. Her geçen dakika benim için yeni bir düşünce ya da yeni bir çalış olmalı… Dolayısıyla yeni besteler veya düşünceler her an karşıma çıkabilir…
(Serhan Yedig / Kasım 2009 / Hürriyet – Andante)

Linkler

Kişisel web sitesi

Share.

Leave A Reply

7 − six =

error: Content is protected !!