Jasper Parrott / Hüseyin Sermet beş yılda gerçek değerini bulacak, dünya onu tanıyacak

0

Klasik müzik dünyasında yıldızları parlatan en önemli isimlerden biri Jasper Parrott. 1965’te, 21 yaşında, dünyanın en önemli menajerlik firması Ibbs and Tillett’te çalışmaya başlamıştı. Heifetz, Casals, Segovia, Cortot, Schnabel gibi efsanelerin ajansında üç yılda yetişti. Aşkenazi, Barenboim gibi isimlerin tercih ettiği bir isimken, zam istediği için işinden kovulup, kendi ajansını kurdu. Bu arada yazarlığa başladı. Türkiye’nin önde gelen festivallerine, konser salonlarına sanatçı sağlayan Parrott, aralık ayının son günlerinde İstanbul’daydı. Bir yandan görüşmeler yapan, diğer yandan İstanbul’da Boğaziçi manzaralı bir ev sahibi olma hayalleri kuran Parrott’la müzik piyasasındaki 30 yıllık gözlemlerini konuştuk.

 

Müzik sektörüne ne zaman girdiniz, ilk işiniz menajerlik miydi?
– Cambridge Üniversitesi’nin tarih bölümünden mezun olduktan iki ay, 21’inci yaşgünümden iki hafta sonra müzik piyasasında çalışmaya başladım. Amacım bu değildi aslında. Ama yapmak istediğim başka bir iş yoktu ve müziği çok seviyordum. İş teklifi alınca denemeye karar verdim. O yıllarda pek gelişkin bir sektör değildi, işler yavaş yürüyordu. Sonra bir baktım ki virüsü kapmışım. Bir yıl sonra, sektörde birçok yenilik yapılabileceğini birçok fırsatın bulunduğunu fark ettim. 10 yıl bu alanda çalışıp, sonra tamamen farklı bir alana geçme fikriyle yola çıktım. Süre dolunca birkaç yıllık uzatmalarla bugüne kadar geldim. Uzun erimli plan yapmanın özelliklerinden biri de şu: Bir kez başlayınca durmak, hat değiştirmek zor.

Obua çalıyordum, yetersizliğimi
erken fark edince vazgeçtim

Herhangi bir enstrüman çalıyor musunuz ya da çalmayı denediniz mi?
– Müzik öğrenimi görmedim. 10 yaşlarında blok flüt çalıyordum. Bir süre obua çalıştım. Cambridge’de çok canlı bir müzik ortamı vardı. Farklı bölümlerden akademisyenler, öğrenciler topluluklar kuruyordu. Oxford gibi Cambridge de parasal kaynakları güçlü bir üniversite. Sanatsal etkinliklere büyük destek veriliyor. Ben de tutkuyla tarih okuyor, erken çağ müziğine büyük ilgi duyuyordum. Derslerden geri kalan zamanı müziğe ayırıyordum. Müzik kitapları okuyor, enstrümanımla egzersiz yapıyor, fırsat buldukça konsere çıkıyordum. Neyse ki sezgilerim güçlüymüş, ne kadar çalışırsam çalışayım ortalama bir obuacı olmanın ilerisine geçemeyeceğimi erken fark ettim. Çabalamaktan vazgeçtim. Bu tecrübe en azından bana konser sanatçısının neler yaşadığını gösterdi.
Biyografi yazarlığına geçişiniz rastlantı mıydı? Menajerliğini yaptığınız Aşkenazi biyografisinden sonra neden başka kitap yazmadınız?
– Tamamen tesadüftü… Aşkenazi ile 1966’da tanıştık. 1980’lere kadar müzik üzerine uzun sohbetler yaptık. Başlangıçta Sovyet sisteminden kurtulup özgürleşme konusundaki arzularını anlatıyordu. Sonra müziğe bakışı üzerine konuşmaya başladık. Slav kültürü üzerine içten gözlemleri beni çok etkiledi. Zaten bu konuya ilgi duyuyordum. Babam Slav ülkeleri üzerine uzman bir diplomattı. Prag’da 6 yıl İngiltere Büyükelçisi’ydi. Stalin’in ölümünden sonraki geçiş döneminde Moskova’da görev yapmıştı. Aşkenazi’yle sohbetlerimizin başkaları için de ilginç olabileceğini düşündüm. Bir dostum kanalıyla İngiltere’nin önemli yayıncılarından Colins’in editöründen randevu aldım. Açıkçası daha önceden yayımlanmış bir kitabım olmadığı, tecrübesiz bulunacağım için olumlu cevap alacağımı sanmıyordum. Ayrıca zaten çok çalışma programım çok yoğundu, zamanım kısıtlıydı. Hızlı yazamayacaktım. Buna karşın kitabı yayımlayacaklarını söylediler. Aşkenazi’yle program yapıp çalışmaya başladık. Belirli başlıklar altında röportaj yapıyordum, metne dönüştürüp Aşkenazi’ye gönderiyordum. Düzeltip, yorumlarıyla birlikte gönderiyordu. Bu yöntemle, bir buçuk yılda kitap tamamlandı. Collins’e gönderdim. Birkaç ay sonra editör görüşmek istedi. Böyle bir çağrı bir yandan onur, diğer yandan ise sorun olduğunun işaretiydi. Biraz incitici bile sayılabilirdi. Gittiğimde, hayatımın en büyük yazarlık dersini aldım. Editör gayet nazik bir ifadeyle sayfa sayfa kitabın eleştirisini yaptı. Aslında ne kadar kötü yazdığımı anlatıyordu. (Kahkahalar) Bu görüşmenin ışığında kitabı bir buçuk ayda yeniden yazdım. 1985’te yayımlandı. Hemen ardından bir başka kitap için teklif aldım.

Emprezaryoların müzik tarihindeki
olumlu, olumsuz etkilerini yazacak

Hangi konuda yazmanız istenmişti?
– Müzik tarihinde emrezaryonun önemi. Altı önemli emprezaryo seçtim. Bunlar isimleri az bilinen, ancak müzik tarihini belirleyen isimlerin başarılarının ardındaki kişilerdi. Mesela Mozart’ın operalarının sahnelenmesini sağlayan menajeri, tenor Guardasoni. Aralarında olumsuz örnekler de vardı. Heyecanla snopsisini yazdım, fakat kitabı yazacak zaman bulamadım.
Umarım kitap tasarınızı tamamen rafa kaldırmamışsınızdır. Perdenin ardındaki birçok ilginç öykü ortaya çıkabilirdi bu kitapla.
– Bu kitabı yazmaktan vazgeçmedim. Çünkü önemli bir konu. Örneğin 2009’da 80’inci ölüm yıldönümü nedeniyle Diyagilev gündeme geldi. Dans ve müzik tarihine katkısı büyüktü. Emprezaryo sistemi açısından da önemli bir işlevi vardı.
Son 30 yılda klasik müziğin konser atmosferinde ne gibi önemli değişimler gözlemlediniz. Önce solistler açısından konuya bakalım isterseniz.
– Son 15 yılda ortaya çıkan en önemli değişim çok daha iyi eğitimli solistlerin ortaya çıkması. 30 yıl önce de müthiş bilgili virtüözler vardı, ancak sayıları çok çok azdı. Bugünün solistleri arasında müziğin ruhunu kavrayan, bu konuda çaba harcayan çok sayıda isim var. Sanatçılık özveri ister. Büyük bir tutku, hırs olmadan başarıya ulaşmak zordur. Günümüzde kibirli sanatçılara daha az rastlıyoruz. Önde gelen solistlerinin çoğu, geçmiş solistlere oranla daha gerçekçi. Ne yapmaları gerektiğini biliyorlar. Toplumsal yaşama yapmaları gereken katkının farkındalar. Öte yandan toplumun yeteneklere verdiği önem konusunda da şanslı oldukları söylenebilir. İşte bu nedenle klasik müzik endüstrisinin geleceği konusunda umutluyum. Gelecek 25 yılda önemli değişimler başaracak çok sayıda yetenekli genç isim var.
Geçen yüzyılın büyük ustalarının müziğin yanı sıra felsefe, edebiyat, plastik sanatlar konusunda da derinlemesine bilgi sahibi olduğu bilinir. Günümüzün büyük ustaları, hayatın her alanında yaşanan sığlaşmadan klasik müzikçilerin de payını aldığını söylüyor. Genç solistlerin müzik dışındaki alanlardaki cahilliğinden yakınıyor. Gençler arasındaki iyi eğitimlilerin artığını söylerken entelektüel birikimi mi vurgulamak istemiştiniz?
– Gençlik yıllarımda, virtüöz olmak isteyen müzikçilerin sadece bu konuya odaklanmaları, diğer konularla ilgilenip dikkatlerini dağıtmamaları gerektiğine inanılırdı. Ayrıca etkilenmelerinden korkulurdu. Bu yaklaşım değişti. Sosyal iletişimi arttı müzikçilerin. Çok yetenekli birçok genç solist sosyal etkinliklerde görev alıyor. Oda müziği yapıyor. Genç orkestra şefleri dinleyici kitlesini genişletmek için yeni yaklaşımlar geliştiriyor. Bu sayede farklı kitlelere ulaşıyor, müzik için yeni kaynaklar yaratıyor. Bu çalışmalardan mutluluk yaratıyor.

Çin dünyayı olduğu gibi
müzik endüstrisini de değiştirecek

Ülkelerin klasik müziğin konser atmosferine katkıları açısından neler değişti? Örneğin 30 yıl önce sahnelerde kadar çok Uzakdoğu kökenli müzikçi yoktu…  SSCB’nin dağılması dünya sahnelerinde önemli bir hareketlenmeye yol açtı. Belki konser dünyası bu açıdan biraz daha demokratikleşti, Avrupa hegemonyası ortadan kalkıyor. Bunlar bizim görebildiklerimiz. Sıradan dinleyicilerin fark edemediği ne gibi önemli değişimler yaşandı?
– Demokratikleşmeden daha çok uluslararasılaştı. Geçişkenlik arttı. Yetenekli genç solistlerin bir ülkeden diğerine seyahati kolaylaştı. En iyi konservatuvarlara ulaşmak, başvurmak, eğitim almak, konser fırsatları ele geçirmek geçmişe oranla çok daha kolay. Evet, vizeyle ilgili küçük sorunlar var. Ancak bunları aşmanın bir yolu bulunabiliyor. Oysa 20 yıl önce Sovyetler, Çin gibi ülkelerde yetişen gençlerin çok çok azı bu fırsatı yakalayabiliyordu. Onlar da bu haklardan büyük kısıtlamalarla yararlanıyordu. 1979’da Şanghay’a gittiğimde, Kültür Devrimi sonrasında sanatçıların hayatta kalmak için ne müthiş çaba harcadıklarını görmüştüm. Çin toplumu o dönemde dünyaya açılmaya başlamıştı. Ancak yine de büyük engellerle karşılaşıyordu sanatçılar. Bugün ise fırsatlar dünyasında yaşıyoruz. Evet, çok korkutucu bir rekabet yaşanıyor. Kalabalıktan sıyrılıp öne geçmek çok zor. Yine de geçmişe oranla daha açık bir dünyada yaşıyoruz. Çin dışa açıldıkça, Çinliler tüm dünyayı değiştirecek. Müzik de bu değişimden payını alacak. İşte bu nedenle iki yıl önce Harrison Parrott olarak Şanghay’da bir büro açtık.
Geçenlerde basına yansıyan bir habere göre, Çin’de eğitimini tamamlamış piyanistlerin sayısı 100 bine ulaşmış. Doğru mu sizce bu bilgi?
– 1.3 milyar nüfuslu bir ülkeden bahsettiğimizi düşünürseniz, neden olmasın? Geçenlerde Vladimir Aşkenazi yönetimindeki Sidney Senfoni Orkestrası’yla bir Çin turnesi düzenlemiştim. Orkestranın viyola grubunun lideri, Şanghay Konservatuvarı’nda atölye çalışması yaptı. Bu çalışmadan sonra dediğine bakılırsa, karşılaştığı viyolacılar dünyanın en iyi konservatuvarlarında karşılaştığı gençler kadar bilgili ve yetenekli.

Londra en büyük takas merkezi
ancak konservatuvarları yetersiz

Daha önceki soruma dönersek, ülkelerin klasik müzik sahnelerine katkısı açısından durumda bir değişme var mı? Örneğin Latin Amerika’dan bir solistin çıkıp başarıya ulaşması daha kolaylaştı mı?
– Büyük değişim yaşandı bu konuda. Klasik müzik dünyasının, operanın, en geniş anlamıyla sahne sanatlarının kalbi, merkezi hâlâ Avrupa. Özellikle de Almanya, Avusturya, İsviçre. Çünkü sanata büyük kamu desteği sağlanıyor. Özellikle yerel yönetimlerin etkili olduğu Almanya bu konuda çok avantajlı. Yerel hükümetler bu konuya önem veriyor. Her kenttin bir konser salonu, orkestrası olması konusundaki gelenek korunuyor. Yani en büyük klasik müzik pazarı Almanya. Bununla birlikte klasik müziğe hayat veren örgütlenme merkezi değişti. Artık merkez Londra. New York artık eskisi kadar önemli bir merkez değil. Londra en büyük takas odası. Dünyanın en büyük, güçlü uluslararası müzik kuruluşlarının merkezi. Farklı kaynakları bir araya getirip güce dönüştürme konusunda müthiş bir beceriye sahip. Kamu desteği, eğitim kurumlarının gücü, sermaye, hayırseverlerin bağışları, sponsorluk bir araya getirilip büyük bir yapı oluşturuluyor. Londra’daki yorumcular diğer ülkelerdekilerden daha zorlu rekabet koşullarında çalışıyor, daha az kazanıyor. Buna karşın çok heyecan verici fırsatlar yakalıyorlar. Genel anlamda eğitim ve gelişme fırsatı açısından da şanslı oldukları söylenebilir. Buna karşın, tuhaftır, konservatuvarlar gereken kaliteden uzak. Merkezi Avrupa’nın köklü, ekonomik açıdan iyi desteklenen konservatuvarların gerisindeler.
Ekollerin hegamonyası açısından bir değişiklik var mı? Genç sanatçının Alman, Fransız ya da Rus-İsrail ekolüne yakınlığı, uzaklığı konser organizatörleri ve plak firmalarıyla ilişkilerinde eskisi kadar etkili oluyor mu?
– Ekollerin etkisine inanmıyorum. Eğer bir öğretmen birbiri ardına birkaç çok başarılı öğrenci yetiştirecek kadar şanslıysa, bu ekol birden ön plana çıkıyor. Önemi abartılıyor. Öğretmenlerin kişilikleri önem kazandı. Rus örneğinde, kendini müthiş şekilde işine adamış, öğrencisine tutkuyla bağlı öğretmenler görüyoruz. Aşkenezi örneğinde bu kişisel ilişkinin önemini görüyoruz. Şimdilerde süper öğretmen efsaneleri yaratılıyor. Efsane öğretmen kavramına ihtiyatla yaklaşıyorum. Klasik müziğin şanına herhangi bir katkısı yok bu yaklaşımın. Köklü ulusal ekollerin etkinliğine de inanmıyorum. Genç sanatçının geleceğini  belirleyen, bilgisi, yeteneği ve koşulların sihirli karışımı. Şuna inanıyorum: Ülkelerin genel eğitimde sanatçı yetiştirmeye ayırdıkları bütçe, verdikleri önem genç sanatçıların ortaya çıkması açısından çok önemli. Finlandiya ve Norveç’i örnek verebilirim. Bu ülkelerde toplumun ve sistemin tüm hücreleri, sanatın yaşamsal önemini kabul etmiş. Genel eğitim politikaları bu yaklaşımla hazırlanmış. Sonuçta tüm bir kuşağa yayılan, kuşaklar boyunca devam eden sanatsal verimlilik ortaya çıkmış. Sanatın dönüştürücü gücünü bu toplumlarda görüyoruz.

Chopin Yarışması hariç, ödüllerin önemi kalmadı

Klasik müzik endüstrisinde önyargılar eskisi kadar geçerli mi? Kimin süzgeçten geçeceğine, kimin süzgece takılacağına karar verme aşamasında önyargıların payı azaldı mı?  
– Bu alanda çok şey değişti. İletişimin hızlanması, demokratikleşmesinin önemli etkisi var bunda. Haberler artık çok hızlı yayılıyor. Genç yeteneklerin belirlenmesi, ortaya çıkarılması konusundaki etkin kişiler arasındaki iletişim yoğunlaştı. İletişim ağları, gruplaşmalar hızlandı, genişledi. Seçme sürecine çok sayıda farklı gruptan kişinin katıldığını görüyoruz. Seçilme kriterleri çeşitlendi. Tabii ki her zaman sadece saf sanatsal yeteneğe bakılmıyor. Bu iş aynı zamanda endüstriyel bir faaliyet. Ayrıca başarı birçok farklı ögeden meydana geliyor. Sonuçta, rekabet koşulları, pazar koşulları, dengeleyici unsurlarıyla sistem bence çalışıyor. Çok yetenekli sanatçıların önemli bölümü sesini duyurma imkanı elde ediyor. Birçok yetenekli genç çok hızlı şekilde, hatta yeterli olgunluğa erişmeden, arzu ettiği yere ulaşıyor. Önümüzdeki 15 yılda yaşanacak değişimi çok merak ediyorum. Sizin sorunuza dönersek: Plak endüstrisinde önemli bir değişim yaşandı. Daha çok tanıtım aracına dönüştü. Oysa, geçmişte sanatçı için başlı başına bir amaçtı. Plak firması yöneticileri, sanatçıları geliştirilmiş pro aktif fırsatlar dünyasına ulaştıran yolun kapı bekçileri. Menajerler çok önem kazandı. Bilgi donanımı yeterli, ilişki ağı geniş, yaratıcı fikirlerle dolu, hırslı bir menajer bulan sanatçı avantajlı konuma geçiyor. Çünkü menajerler sanatçıyı çok farklı noktalarla bağlantıya geçirebiliyor. Sinerjilerle gelişen bir ortam müzik endüstrisi. İşte bu nedenle ben de elimden geldiğinde çok seyahat ediyorum, farklı ülkelere gidiyorum, bilgimi güncelliyorum, yeni bağlantılar kuruyorum, fırsatları görmeye çalışıyorum.
Müzik yarışmalarının, ödüllerinin önemi kaldı mı müzik piyasasında?
– Önemli ödüllerin dünya sahnelerine zirveden giriş yapma fırsatı sağladığı günler çok gerilerde kaldı. Ben çok çok seyrek giderim yarışma izlemeye. Hatta yetenek avcısı yardımcılarımı da pek göndermem. Çünkü birçok yarışma düzeyini düşürdü. Bazen sıradanlığın komplosuyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Yarışma sisteminin radikal bir reforma ihtiyacı var. Güvenilirliğin, saygınlığın yeniden oluşturulması gerekiyor. Kısıtlı imkanlara sahip yüzlerce genç, piyango kazanma hayaliyle yarışmadan yarışmaya koşuyor. Yarışmayı kazansalar bile piyangonun onlara vurmayacağını bilmiyorlar.
Yani, bir genç piyanist elinde Chopin madalyasıyla kapınızı çaldığında, kesinlikle gözleriniz kamaşmıyor…
– Chopin Yarışması farklı… Beş yılda bir yapılıyor. Kazananların listesi çok etkileyici: Argerich, Pollini, Aşkenazi, Zimmerman… Dünyadaki en önemli yetenekler bu yarışmaya koşuyor. Diğer yandan, Chopin’in müziği önemli bir deney taşı. Sanatçının müzikal kalitesini çok farklı boyutlarda sınıyor, sergilemesini sağlıyor. Tüm iyi Chopin yorumcuları, iyi sanatçıdır, iyi müzikçidir.

You Tube takdir ettiğim
bir iletişim platformu

Klasik müzikte yıldız yaratmanın yöntemleri 30 yılda nasıl değişti? Youtube’de keşfedilip New York Times’a haber olanlara rastlıyoruz bazen, bu gelişmeler sizi nasıl etkiliyor.
– Bence bu işin kuralı, yöntemi yok. You Tube takdir ettiğim bir platform. Eğer bir kişide sahne ışığı, çekiciliği varsa bunu hemen ortaya koyuyor. Fakat internet ve reklam yoluyla kalıcı mesleki çizgi oluşturmak mümkün değil. Eğer sıradışı yeteneğe sahip bir sanatçı varsa elinizde, internet ve reklam tanınmasını hızlandırır. Bu koşullarda bile kalıcı sonuç garanti değildir. Internetin olmadığı çağlardan bir örnek vereceğim. Delman adlı çok yetenekli bir Rus piyanist vardı. Çok hırslı ve sorumsuz bir menajerle çalışıyordu. Menajer genç piyanistin şöhretini çok kısa zamanda, baş döndürecek şekilde şişirdi. Dünyanın en ünlü piyanistine dönüştü. Fakat şöhreti kısa sürdü. Çünkü yeterince güçlü, büyük bir piyanist değildi. İşte bu nedenle kuralları ciddiye almıyorum. Eğer sanatçı  birikimli, tutkulu, yetenekli, çalışkan değilse çabuk parlayıp söner. Evet, genç bir sanatçının tanınmasını sağlamak hiç kolay değil. Medyanın taleplerine uyum sağlamak gerekiyor. Zamanlama iyi yapılmalı. Buna rağmen akıntının tersine yürüyüp başarılı olan istisnaları unutmamalı. Grigori Sokolov tam bir anti kahramandı. Her şeye karşı çıkıyordu. Yine de konserlerine bilet bulunamazdı.

Sanatçı dünyaya açılmadan önce
kendi ülkesinde saygınlık kazanmalı

Geçmişte portföyünüze kattığınız sanatçıları hangi ülkelerde, salonlarda sınıyordunuz. Hangi aşamalardan sonra birinci sınıf salonların kapısını çalıyordunuz, bugün hangi rotayı izliyorsunuz?
– Rotalar değişebilir. Değişmeyen kural, bir sanatçının öncelikle ülkesinde saygınlık kazanması. Ya da kendi evi gibi benimsediği bir ülkede tanınması gerekir. Bu gücü kullanarak diğer ülkelere ulaşmaya çalışır. Başlangıç rotası için herhangi bir kural yok, Londra, Paris ya da New York olabilir. Hatta Şanghay ya da Bejing’den bile başlanabilir. Genç sanatçılara önerilerim 30 yılda değişmedi: Kendine güven, başkalarından beklentin sınırlı olsun, kendini kullandırma, profesyonel ilişkinin sorumluluklarını yerine getir.
Yani Perulu ya da Japon bir piyanistin ülkesinden sonra yurtdışında şöhrete uzanan yolculuğu tamamen aynı basamaklardan mı oluşuyor?
– Söylediklerimin tek istisnası Japonya. Toplum bireylerin kendilerini özgürce ifade etmesi konusunda çok tutucu. Özellikle kadınlara karşı. Çok sayıda kadın sanatçı bu zorluğu yaşıyor. Ülkesinde sesini duyurup, yurtdışına çıkması zor bir süreç. Bu konuda çok düşündüm ve farklı bir yol izlemeye karar verdim. Birkaç genç Japon sanatçıya özgüven kazanmaları için destek verdim. Yurtdışında konser verip, bu güveni kazandıktan sonra Japonya’da var olma mücadelesine giriştiler. Kabul edilmeleri daha kolay oldu.
Türkiye’de de durum pek farklı değil. Dikkat çekmek için yurtdışında başarı göstermek gerekiyor.
– Sanıyorum haklısınız. Ben de aynı görüşü paylaşıyorum.

Birinci sınıf solistlerin kazancı
arttı, orta sınıfınki değişmedi

SSCB’nin yıkılmasından sonra dünya sahnelerine çok sayıda parlak virtüöz çıktı. Konser salonlarının seçenekleri arttı. Bu gelişme ortalama kaşe ücretlerini aşağıya çekti mi? Geçen yüzyılın büyük virtüözleriyle bugünün virtüözlerinin konser başına aldıkları ücretler karşılaştırıldığında ne gibi bir sonuç çıkıyor?
– Genel bir şey söylemem mümkün değil. Bale ve tiyatro sanatçılarıyla karşılaştırdığınızda, klasik müzikçiler şanslı. Ücretleri daha yüksek. Eğer yeterli düzeyde konser veriyorlarsa iyi kazanıyorlar. Şu anda vazgeçilmez sanatçılar dışında kalanlara talep gittikçe azalıyor ne yazık ki. Şöhret arttıkça, talep artıyor, menajerler daha çok çalışıyor, kaşe ücretleri yükseliyor. Bununla birlikte konser salonlarının sezonluk programlarını doldurmaları için ortalama isimlere de ihtiyaçları var. İşte bu talep, menajerlerin seçeneklerini artırıyor. Çok sayıda ortalama yetenek içinde rekabet yaratıp, ücretleri düşürmeyi deneyebiliyor. Amerika’da sanata destek veren kurumlar, yeni açılan konser salonlarının sayısı sınırlı kalsa da, son 20 yılda Latin Amerika ve Asya’nın gelişen ülkelerinde birçok konser salonu açıldı. Bu nedenle yetenekli müzikçiler geleceğe umutla bakabilir, hem sesini duyurmak hem de iyi bir yaşam standardına kavuşma açısından.
Gerçek değerlerle konuşursak, 1970’lerin Claudio Arrau’su ile bugünün Lang Lang’ına konser başına ödenen ücret aynı mı?
– En üst gruptaki sanatçılar geçmiştekinden daha yüksek ücretler alıyor. Bazen sponsorlar kanalıyla inanılmayacak ücretler ödeniyor. Fakat geçmişte de istisna durumlarda çok yüksek ücretler ödendiğini biliyoruz. Örneğin 19.yy sonundaki en ünlü divalardan Nellie Melba, tenorlardan Carusso’ya çok büyük ücretler ödenmişti. 19.yy’da ABD’ye gidenler konser organizatörlüğü sisteminin gelişkinliğini, ücretlerin yüksekliğini gördüklerinde şaşırmıştı. Orta gruptaki müzikçilere gelince, geçmişten bugüne durumları pek değişmedi.

Türk piyanistler ya çok şanssız
ya da bağlantı kurmayı beceremiyor

Birçok Türk piyanist Fransa’da önemli başarı kazandı. Örneğin Hüseyin Sermet, Toros Can birden fazla Altın Diaposon aldı. Fazıl Say’ın konserleri çok ilgi görüyor. Neden Türk piyanistler bu başarıyı Londra’da kullanıp adını orada duyuramıyor? İngiliz plak firmaları mı bu duvarı kuran?
– İletişim, toplumlar arasındaki geçişkenlik ne kadar gelişse de iki ülkenin beğenileri arasında önemli farklar var. Sadece Fransa değil, Almanya için de aynı şey sözkonusu. Sadece Türk piyanistler yaşamıyor bu durumu. Alexis Weissenberg tüm dünyada süper starken, İngiltere’de halkı bir yana bırakın müzikle ilgilenenler tarafından bile bilinmiyordu. Kimi zaman merak eksikliği, kimi zaman koşullar ya da yanlış adım atılması bu farkı yaratıyor. Yanlış şampiyonla başlamamak lazım yarışa. Örnek olarak Pierre-Laurent Aimard’ı verebilirim. 1980’lerde karşılaşmıştım ilk kez. 1995’te ikinci karşılaşmamızda, Tokyo’da düzenlediğim Pierre Boulez Festivali’nde Ligeti’nin piyano konçertosunu seslendirdi. O günlerde Japonya ve biraz da Fransa’da tanınıyordu. Sıra dışı bir niteliklere sahip, çok iyi bir müzikçiydi. 1998’de bizimle çalışmaya başladı. Sonrasındaki 10 yılda ustalığı ve bizim fırsatları iyi değerlendirmemizle dünya çapında bir yıldız oldu. Fransa’daki ününü de korudu. 2010 Şubatı’nın ilk haftasında New York’ta Boulez yönetiminde Chicago Senfoni, Levine yönetimindeki Boston Senfoni’yle birer konser verecek. Deutsche Grammophon için Ravel’in konçertolarını kaydedecek. Türk müzikçileri hakkındaki gözlemlerime gelince… Gerçek nedeni anlamakta zorlanıyorum fakat Türk sanatçılar ya çok şanssız ya da günümüz sanatçılarını dünyada temsil eden önemli kurumlarla bağlantı kurma konusunda yetersizler. Fransa tuhaf bir ülkedir. Uluslararası müzik piyasasında etkili, güçlü bir menajerlik firmaları yok. Menajerlik firmaları yurtiçine yönelik. Ayrıca sanata kamu desteği yüksek. Sistem kendini tekrarlıyor. Fransız menajerleri, Fransız dinleyicisi için, İngilizler’in koyduğu kurallar çerçevesinde çalışıyor. Fransa’da başarılı olmak ve o sistemin içinde kalmak, aynı zamanda dünyadan soyutlanmayı getiriyor.
İngilizler plastik sanatlardan modaya birçok konuda Fransa’yı dikkatle izliyor. Peki klasik müzikte bir yabancı sanatçı Paris’te üç Altın Diaposon birden kazandığında, Lonralılar bunun nedenini, sanatçının niteliklerini hiç merak etmiyor mu? Fransa’da kazanılan ödüller, İngiltere’deki konser organizatörlerine ticari değer yaratmıyor mu?
– Evet, İngilizler geçmiştekinden çok daha dikkatli izliyor Fransa’yı. Yine de Fransa’da parlayan bir sanatçının Londra’da ismini duyurabilmesi için İngiliz ya da Amerikan menajerlik firmasıyla bağlantı kurmuş olması lazım. Çünkü müzik endüstrisinde dünyanın en önemli toptancı pazarı. Plak firmaları, menajerler, orkestralar, şefler burayla bağlantılı çalışıyor. Müthiş canlı, müthiş yoğun rekabetin yaşandığı bir yer Londra.

Fazıl Say üslup açısından
benim müzik anlayışıma uzak

1992’de Londra’daki iddialı bir konser dizisinde Gülsin Onay’ın Andras Schiff, Krystian Zimerman, Alicia de Larrocha’yla birlikte çalmasını sağlamıştınız, fakat menajerliğini üstlenmediniz. Örneğin İdil Biret, Chopin’in tüm eserlerini kaydederek İngiltere dahil tüm dünyada ilgi çekmişti. Fazıl Say çok ilgi çeken bir piyanist… Toros Can, üç Altın Diapozon birden aldı ve çağdaş müzik çevrelerinde yıldızı hızla parlıyor. Neden bu isimlerin kapısını çalmadınız? Uzun yıllar sonra bir Türk piyanisti listenize eklerken, hangi nedenlerle Hüseyin Sermet’te karar kıldınız?  
– Gülsin Onay harika bir piyanist, mükemmel bir sanatçı. Ortak bir dostumuz vardı. (Vladimir Aşkenazi / S.Y) Tamamen gönüllü olarak yardım etmeye çalıştım. Bir sanatçıya yardımcı olmak beni mutlu eder, mutlaka menajeri olmam gerekmez. Ancak bu yardım HarrisonParrott dışında, kişisel bir destekti sadece. Fazıl Say üslup olarak bana yakın bir müzikçi değil. Hüseyin Sermet’in adını ilk kez İş Sanat’ın yöneticiliğini yaptığı dönemde Yeşim Gürer’den duymuştum. Gürer çok güvendiğim, saygı duyduğum bir kişidir. Fakat o kadar meşguldüm ki, Sermet’i tanımak için ayıracak zamanım yoktu. Sonra birkaç albümünü dinledim. Aradan biraz zaman geçtikten sonra buluştuk. Çok ilginç bir kişilikti, özgeçmişi dikkat çekiciydi. Buna karşın çok az konser veriyordu. Böyle bir piyanistin, bu kadar sessiz kalması şaşırtıcıydı. Oysa 20-30 yaşlarında çok aktifmiş. Gizli kalmış bir potansiyeli görmek beni içgüdüsel olarak  harekete geçirdi. Hatta bir ölçüde fatih ruhumu canlandırdığını söyleyebilirim. Amerikalıların fetih duygusundan bahsetmiyorum… (Gülüyor) Olumlu değişim yaratma duygusu bu… Ayrıca müzikal olgunluğa ulaşmış olması da önemliydi Hüseyin Sermet’in. Kendini çok iyi tanıyan, ayakları üzerinde duran, kişisel dönüşümünü, evrimini tamamlamış böyle olgun bir sanatçıyla bugüne kadar birkaç kez çalıştım. On yılda bir bu tür deneyimleri girişirken hem bu kişilere içlerindeki potansiyeli ortaya çıkarmak konusunda yardım etmeye hem de bu tecrübeden yeni bir şeyler öğrenmeye çalışırım. İşte bu beklentilerle Hüseyin Sermet’le geçen yılın ortalarında çalışmaya başladım. Henüz yolun başındayız. Fakat doğru karar verdiğimi görüyorum. Sermet, dkkat çekici bir sanatçı ve müzikçi. Çok saygı duyduğum, hayran olduğum bir isim. Türkiye böyle sanatçılarla adını dünyada duyurmalı. Ben de bu sürece katkıda bulunabilirsem ne mutlu.
Sanıyorum 2009-2010 ilk iddialı sezonu olacak Hüseyin Sermet’in. Nasıl bir yöntem, rota izleyeceksiniz?
– Yaklaşık altı ayda önemli yol kat ettik. Önemli kapılar açıldı. Uzaya füze göndermeye benzemiyor bu iş, dolayısıyla matematiksel açıklama yapamayacağım. Fakat hedefimiz öncelikle önemli merkezlerde konser vermesini sağlamak, iyi iletişim kuracağı şeflerle tanıştırmak. Ayrıca yeniden plak kaydetmeye başlayacak. Geçmişten hatırlanıyor, şimdi bu bilinirliği artırmak için çalışacağız. Eylül ayında, Japon Televizyonu için İstanbul’da bir master sınıfı düzenledi. Bu program Japonya’da yayımlandı. Beş yıl içinde Hüseyin Sermet, derin müzikal kültürü, yeteneğiyle tüm dünyada hak ettiği yeri bulacak. Şovmenlikten uzak, kibirsiz bir sanatçının dünya sahnelerine kazandırılması herkesi mutlu edecek.

2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti projesi
meslek hayatımda gördüğüm en büyük başarısızlık

Listenizdeki sanatçıları oda müziği yapmak üzere bir araya getiriyor musunuz? Ya da ortak çalışmalar için yönlendiriyor musunuz? Sermet’i sizin sanatçılarınızla oda müziği yaparken ya Aşkenazi ve Sidney Senfoni ile konser verirken izleme ihtimalimiz var mı?
– Yönlendirme çabası bir işe yaramaz, bu nedenle denemiyorum. Doğal olarak bir araya gelen gruplar olumlu sonuçlar alıyor. Tabii ki temsil ettiğim ya da yakından tanıdığım orkestra şefleriyle sanatçılarımı tanıştırmaya çalışıyorum. Eğer kabul ederlerse birlikte çalışıyorlar. Bu konuda çok dikkatli davranmaya özen gösteriyorum. Bir orkestra şefini istemediği işi yapmaya zorlamak doğru değil.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti faaliyetlerinin hazırlığını Türkiye’deki dostlarınız kanalıyla uzun süredir izlediğinizi, hatta bu konuda önerilerde bulunduğunuzu biliyorum. 2010 programı kısmen netleşti. Sizce İstanbul bu fırsatı iyi değerlendirecek mi?
– İstanbul çok sevdiğim bir şehir. Çok yoğun çalıştığım halde, son yıllarda her fırsatta İstanbul’a geliyorum. Burada birçok dostum var. Şehrin yurtdışında tanınması için elimden gelen bir şey olduğunda çaba gösteriyorum. 2010 için de bana fikir sorulduğunda yardımcı olmaya çalışmıştım. Sonuca gelince… Bunu söylediğim için üzgünüm, 2010 projesi meslek hayatım boyunca tanık olduğum en büyük kaçırılmış fırsat ve başarısızlık örneği. Oysa tüm dünyada birçok farklı açıdan İstanbul’a yönelik merak, saygı, hayranlık uyandıracak bir organizasyon yapılabilirdi. Kenti yıl boyunca dünyanın gündeminde tutacak sayısız yaratıcı fikir sahnelenebilirdi. İstanbul’da bu yaratıcı potansiyel var. Bu potansiyeli değerlendirecek, şehri dönüştürecek, dikkat çekecek işler çıkarabilecek çok yaratıcı görsel sanatçılar da var dünyada. Üstelik yeterli bütçe, kaynak sağlanmış… Bu kaynaklar ne yazık ki ya yanlış kullanıldı ya da hiç kullanılmadı. Gelmiş geçmiş en görkemli Avrupa Kültür Başkenti olabilecek İstanbul, sonunda korkarım gelmiş geçmiş en sönük Avrupa Kültür Başkenti olarak anılacak. Gerçekten üzgünüm bunu söylediğim için.
(Serhan Yedig / Aralık 2009)

 

ÜCRETİNE İSYAN EDİNCE İLK İŞİNDEN KOVULMUŞTU

Jasper Parrott (65), İngiliz diplomat Sir Cecil Parrott’ın oğlu. Babası Stalin sonrasında Moskova’da büyükelçi yardımcısı, ardından altı yıl Prag’da büyükelçilik yapmıştı. Parrott, küçük yaşlarda blok flüt çalarak müziğe başladı. Ardından obuaya geçti. İlgi duyduğu tarih alanında eğitim almak üzere Cambridge’e girdi. Okul yıllarında çeşitli topluluklarda çaldı. Erken çağ müziği alanına ilgi duyuyordu. 1965’te, üniversiteden mezun olduktan iki ay sonra İngiltere’nin ve dünyanın en önemli menajer firmalarından Ibbs and Tillett’e girdi. Christopher Fifield’in “Ibbs and Tillett: Müzikal İmparatorluğun Yükselişi ve Düşüşü” (Ashgate Publishing 2005) adlı kitapta, anlattığına göre Sir Parrott, Moskova’da görev yaparken ajansın sahipleri konser turnesine gelmişti. Bu tanışıklık yıllar içinde dostluğa dönüştü. Mezuniyet sonrası Emmie Tillett’in teklifi üzerine Parrott 1965 sonbaharında kuruluşta çalışmaya başladı. Firma Cortot, Casals, Segovia, Heifetz, Schnabel gibi efsanevi isimlerin menajerliğini yapıyordu. Emmie Tillett’ın girişimiyle Parrott, ajans sanatçıları arasına yeni katılan Aşkenazi’nin menajerliğine getirildi. Aynı günlerde banka memurluğundan sıkılıp, IBBS’e başvuran Terry Harrison’la ciddi bir rekabete girişti. Ancak bir süre sonra yakın dost oldular. Barenboim, Du Pre gibi önemli isimler işlerini bu ikilinin takip etmesi için ajans sahiplerine özel mektup yazıyordu. Üç yıl sonra, haftalık 12 sterlin olan ücretlerine zam yapılmayınca tepki gösterdiler. Emmie Tillett, zam önerisini kabul etmeyen, üstelik firmadan ayrılıp kendi şirketlerini kuracağını duyduğu iki genci birden işten kovdu. Harrison ve Parrott, 1969 Ekimi’nde kendi şirketlerini kurdu. İlk sanatçıları da Aşkenazi oldu. Onu şef Lawrence Foster, mezzo soprano Anna Reynold izledi. Bugün Münih, Şanghay ve Londra’da üç bürosu bulanan HarrisonParrott, dünyanın önde gelen ajanslarından biri kabul ediliyor. Ajansın Londra merkezinde iki Türk de görev yapıyor. Parrott, Brezilyalı piyanist Cristina Ortiz’le evli. Ajansı bugün Maurizio Pollini, John Adams, Vladimir Aşkenazi, Cristina Ortiz, Andreas Scholl, Christoph von Dohnanyi, Valeri Sokolov,  Helene Grimaud, Sol Gabeta, Paavo Jarvi, Krystian Zimerman gibi sanatçıları temsil ediyor.

Linkler

HarrisonParrott Ajansının Web Sayfası

Share.

Leave A Reply

three + seven =

error: Content is protected !!