Adnan Saygun / Hikmet Şimşek 1. Senfoni’yi çaldırana kadar, yıllarca Ankara’da fark edilmeden yaşadım

0

Adnan Saygun, ölümünden 9 yıl önce yayımlanan röportajda, geleneksel Türk müziğini çağdaş Batılı yaklaşımla ele almak gerektiğini savunuyor. “Makamlar benim için sadece renk, araç oldu” diyor.

 

Fotoğraf: Ozan Sağdıç

Çoksesli müziğin kısa bir geçmişi vardır Türkiye’de. Yarım yüzyıl bile diyemeyiz buna. 50 yılda neler yapılmıştır, neler yapılamamıştır, hangi noktadan çıkılıp nerelere gelinmiştir. Böyle bir hesaplaşmayı değerli bestecimiz Adnan Saygun’la birlikte yapmak üzere 28 Aralık Pazartesi günü sanatçının Ulus Mahallesi’ndeki evine gittim, önce bestecilik alanında bugüne kadar neler yapıldığını öğrenmek istedim kendisinden.
— Cumhuriyetten önce şehirlerde, daha çok İstanbul’da, hatta İstanbul’un dar bir çevresinde icra edilen teksesli bir musiki ve kahvehanelerde aşıkların ağzında yaşayan bir halk musikisi vardı. Eski Türk musikisi dediğimiz teksesli musiki, uzun yıllar boyunca gelişmiş ve 18’inci yüzyılda zirvesine ulaştıktan sonra sadece kendini tekrar eder olmuş-tu. Oysa bu zaman süreci içinde devirler değişmiş, inanışlar, ihtiyaçlar, sosyal şartlar değişmişti. 20.yy’a geldiğimiz zaman şu manzara ile karşılaşıyoruz. Artık yeni bir atılım gerektiğini, çoksesliliğe geçmek gerektiğini Türk musikisinin üstadları da hissediyor. Mesela Rauf Yekta. Fransızca bir müzik ansiklopedisine Türk müziği üzerine yazdığı bir makalede bu düşünceyi açık açık savunuyor, bu konuda deneyler yaptığını, 12 perde üzerinde çalıştığını söylüyor Rauf Yekta kendine göre bu 12 perdeyi de Batı’nın tampere sistemindeki gibi eş aralıklarla yapmaya çalışmış. Demek ki bu ihtiyaç o zamanın havasındaymış, atmosferinde varmış; Türk müziğinin bir çıkmaz sokakta kendi kendini tekrarlar olmasından o zamanın ustaları da rahatsızlık duyar olmuş. Yeni hamle, elbet de çağ gereği, çoksesliliğe geçmektir. İşte yüzyılımızın başında, yozlaşmaya başlamış olan bir müziğin yanı başında çoksesli müziğin kıpırdandığını görüyoruz. O zamanın konservatuarı olan Dar-ül Elhan’da piyano dersleri veriliyor, kompozitörler Pembe Kız gibi operetler yazmaya başlıyor, İsmail Zühtü sonatinler, senfoni gibi şeyler besteliyor. Ve bu birikimlerle, bu koşullar altında Cumhuriyet dönemine giriyoruz.
Atatürk, Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl, konservatuarların açılmasından söz ediyor ve 1925 de yetişsinler diye kafileler halinde insan gönderiyor dışarıya; iktisatçılar, ressamlar, müzisyenler. Hem de yanmış, yıkılmış bir memlekette yiyecek yokken, içecek yokken. Dışarıya giden kuşak, daha sonra yurda döndü ve 1930’lardan itibaren eser vermeye başladı. Bu işin öncesi olmadığı için, hepimiz hani neredeyse el yordamıyla yürüyor-duk. Karanlıkta kimsenin ne yapacağını tam olarak bildiği yoktu. O yıllarda ilk karşılaştığımız problem şuydu: Bizim musikimiz makam temeli üzerine oturur. 24 perde sistemi olduğunu söylerler; oysa şöyle bir piyasaya bakarsanız 28, hatta 30 perde çıkar karşınıza. Demek ki bir yanda sayısı dahi belli olmayan perde sistemli bir musiki var, beri tarafta 12 eş aralığa bölünmüş, orkestralarıyla, çalgılarıyla sabitleşmiş bir başka sistem var. Bu durumda önce hangi yoldan gideceğimizi, hangi alfabeyi kullanacağımızı düşünmemiz ve bir karara varmamız gere-kiyordu. İşte bu noktada biz hepimiz Batı’nın 12 eş aralığa bölünmüş tampere sistemini seçtik. Neden? Ben arkadaşlarımın bu sistemi neden benimsediğini bilemem ama kendim niye benimsediğini söyleyebilirim. Ben yazmak ihtiyacında olan bir insanım, kendimi bildim bileli yazan bir insanım. Benim için makam denilen şey bir renktir sadece; elbet de ben makamları 17-18’inci yüzyıllardaki gibi kullanacak değildim. İstesem öyle de kullanabilirdim ama o zaman çeyrek sesler yüzünden Batı’nın bütün çalgıları elimin altından kaçıverirdi. Madem ki makam benim için sadece bir renk, bir araç; öyleyse ben onu Batı’nın tampere 12 ton sistemi içinde serbestçe kullanırım, böylelikle bütün çalgılar, piyano, orkestra elimin altına gelir. Eğer halk müziğimiz üzerinde çalışırsam, eski musikimizi tahlil edip içime sindirirsem bu teknikle hem memleketimizin müziğini yapmış olurum, hem bu müziği evrensel bir potanın içine oturtabilirim. Ama böyle davranmazsam dar bir çerçeve içinde tıkanıp kalmam kaçınıl-maz olur. Ben durumu işte bu açıdan değerlendirdim. Diğer arkadaşlarım da ayrı ayrı yollardan giderek aynı alanda buluştular. Bu arada Ferid Alnar’ın da tampere sistemi seçmiş olması pek ilginçtir. Ferid, eski musikide zaten üstad; eserler vermiş, kanun virtüözü olarak parlamış ve çoksesliliğe yönelince o da aynı yolda bizlerle buluşmuş. Bize yanlış yolda olduğumuzu, eski makamları aynen kullanmamız gerektiğini söyleyenler çıkabilir. Bu onların bileceği bir şeydir. Biz bu yoldan giderek pek çok eser verdik. Onlar da öbür yolu denesinler ve evrensel eserler versinler! Ara sıra utla filan yaptıkları şeyler ne yazık ki Batı’da bazı ilkokul öğrencilerinin yaptığı basit çokseslilikten öteye geçmiyor.

Önemli olan tüm insanlığa
hitap edecek eser yazmak

Adnan Saygun’a ilk beş bestecimizin ve onların yetiştirdiği gençlerin bugüne kadar her türde pek çok eser verdiğini, operalar, baleler, senfoniler, oda müziği kompozisyonları yaratıldığını, bunların çoğunun serbest makam anlayışı içinde yazıldığını, kimisinin ise atonal, raslamsal olduğunu, elektronik müzik yapanların da bulunduğunu söyledim ve bugün artık karakteri ile, özellikleriyle Batı müziğinden ayrılan, bizim damgamızı taşıyan bir çoksesli müziğin varolduğu söylenebilir mi, diye sordum.

— Evet, bugün çoksesli müziğin her türlüsü yapılıyor Türkiye’de. Aksi halde dar bir çerçeve içinde kalınmış olurdu. Demokrasi deyip duruyoruz. Müzikte demokrasi budur işte. İstediğini istediğin teknikle yazacaksın. İstersen eski perde sistemine göre yaz. Sonuçta evrensel çizgiye ulaşabiliyor musun, insanlığa seslenebiliyor musun; sadece bana hitabetmek yeterli değildir. Eserlerinle tüm insanlığı etkileyerek yerel sanatçı olmaktan sıyrılıp evrensel bir sanatçı haline gelebiliyor musun? İşte biz bu yolda pek çok eser verdiğimiz kanısındayız. Tabii bu arada Batı’nın çoksesli müziğine kendi müziğimizden kaynaklanan eserlerle değişik bir renk getirdiğimiz de kesindir. Bu konuda size iki anımı nakledebilirim. Biliyorsunuz, ikinci kuartetimi ilk defa Amerika’da Juilliard Kuarteti seslendirdi. Topluluk beni provalarına çağırmıştı. O gün birinci kemancıları bana “Biz yeni bir eser çalışırken pek çok etkiler sezeriz” dedi “Ve bonjur mösyö Ravel, bonjur mösyö Schönberg diye şakalaşırız; eseri çaldığımız vakit hiçbir etki bulamadık kompozisyonda, bambaşka bir şey çıktı karşımıza ve çok da beğendik.” Stokowski de oratoryomu yönetirken buna benzer şeyler söylemiştir: “Bu kendi kaşesi olan bir eser” demişti. Bunun gibi sözleri ben çok duydum. Bu üslubun, bu kaşenin Türk müziğinden kaynaklandığını bilseler, ikinci, üçüncü dinleyişlerinde o türlü eserlerin Türk olduğunu anlayacaklar, dünyada bir Türk müzik sanatı olduğunu kabul edecekler.

Millet sanat ve ilimle kalkınır

Adnan Saygun’a Cumhuriyet döneminden gerçek bir çoksesli Türk müziğinin yaratılmış olduğunu hatırlattım ve kafamda dönüp duran bir soru sordum. Acaba çoksesli Türk müziği, kendi sanatımız, yurt içinde ve yurt dışında gerektiği gibi değerlendirilebilmiş miydi. Cevap kısa ve kesin oldu.
— Hayır! Ne yurt içinde ne de yurt dışında! Ben bir besteci olarak yıllarca Ankara’da yaşadım; kimsenin dikkatini çekmeden. Hikmet Şimşek güç halle notasını getirtip birinci senfonimi çaldırıncaya kadar benden eser isteyen olmadı. O tarihe kadar bana selam bile vermeyen Prof. Lessing bu senfoniyi dinledikten sonra kompozisyonlarımı yönetmek istediğini söyledi. Eğer daha önce Kerem ortaya çıktıysa, Allah rahmet eylesin, Tevfik İleri’nin zoruyla çıktı. Yunus Emre’nin seslendirilmiş olmasını da İsmet Paşa’ya ve Behçet Kemal’e borçluyum. O zamanlar orkestramız, “Ben bir Türk orkestrasıyım, Türk bestecilerinin eserlerini çalmalıyım” diye düşünmemiştir hiç! Benim eserlerim, arkadaşlarımın eserleri uzun yıllar boyunca kimsenin dikkatini çekmedi. Neden?

İsmet İnönü ile

Bence, dedim Saygun’a, bu ilgisizlik Atatürk’den sonra devletimizin bir sanat politikası olmamasından kaynaklanıyor. Atatürk bize gideceğimiz yolu göstermişti ama tüm ayrıntıları elbet de veremezdi. Ondan sonra yönetimi ele alan kişiler bütün kurumların gücünü aynı doğrultuda birleştirmesini sağlayamadı. Bakınız, sizlerin Avrupa’dan dönüp de eser vermeye başladığınız günlerin üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçmiş. Ve bu zaman içinde Türkiye’de hâlâ bir plak sanayii yok, bir çalgı yapım fabrikası yok, notalannızı yazdıracak, çoğaltacak, yurt içine ve dışına yayacak bir nota basımevi yok, bestecilerin telif hakları konusu hâlâ bir çözüme kavuşmuş değil. Ayrıca çeşitli kurumlar, Atatürk’ün müzik devrimi doğrultusunda güçlerini birleştirecek yerde başıboş ve bilinçsiz bir gidişin girdabı içinde çalkalanıp durur. Bugün orkestralarımız Türk bestecilerinin eserlerini programa alıyorlarsa bu bazı yöneticilerimizin ve şeflerimizin çabası sonucudur; bir prensibe, bir plana bağlı olarak yürütülmez bu işler. Sonra bazı kurumlar binbir emekle kurduğumuz şeyleri sanki yıkmaya çalışır. İşte TRT! Biz çoksesli müziği yaymaya, sevdirmeye çalışırken, TRT, milyonlarca insana gazino zevkini ve kültürünü aşılamaktadır. Bu noktada Saygun tekrar sözü aldı.
— Konuyu bir bütün olarak ele almadıkça bir çözüme ve sağlıklı bir sonuca ulaşmak imkanı yoktur. Hatta ilkokuldan başlayacaksın, aileden başlayacaksın, yukarıya kadar gideceksin, bütün memleketi düşüneceksin. Bütün memleket deyince TRT’yi, 40 milyona seslenen bir kurumu görmezlikten gelemeyiz. Bestecilerin eserlerini plak yapacaksın, bütün yurda dağıtacaksın. Bir milleti kalkındırmanın başka yolu yok; ancak sanatınla ve ilminle kalkındırabilirsin.

Yorumcular çalıyor, biz
yazıyoruz, demek ki umut var

Adnan Saygun’a bu konuşmamızdan çıkan sonuçlan birkaç cümle ile özetledim: Müzik kültürümüzde Atatürk’ün gösterdiği yoldan sapmalar olmuş, halkımızın zevkini olumlu yönde etkilemek yerine yozlaştırıcı davranışlar içine düşülmüş, gereksiz yere tekses-çokses kavgalarına girişilmiş. Acaba bu kargaşanın içinde bir çıkış yolu bulunamaz mı?
— Hiç vakit geçirmeden Atatürkçü çizgide bir kültür programının tespiti, bu programın bütün kurumların koordinasyonu ve işbirliği ile uygulanmaya konulması gereklidir. TRT, Milli Eğitim, Kültür Bakanlığı’na bağlı konservatuarlar, orkestralar, operalar gidilecek yolu saptamak ve o yoldan şaşmaksızın yürümek zorundadırlar; bunun dışında hiçbir umut yoktur. Bundan yıllar önce bir yazı yazmıştım; başlığı şuydu: “Bir varmış, bir yokmuş!” Tarihinde bir Atatürk olan Türkiye’de böyle bir karamsarlığa düşmemiz hazin değil mi?
Adnan Saygun’a, çok karanlık bir tablo çizdiğini hatırlattım ve yüreğimizi ferahlatacak bir şeyler de söyleyemez misiniz, diye sordum.
— Evet söyleyebilirim; her şeye rağmen icracılarımız, yorumcularımız ellerinden geldiğince çalışıyor. Bizler de ölmedik; yazıyoruz, eser veriyoruz!
(Faruk Yener / Mart 1982 / Gösteri Dergisi)

Linkler

Adnan Saygun: Beni ne kadar ezseler de kompozisyondan vazgeçmedim (1976’da Halit Refiğ, Ersu Pekin, Gülper Refiğ ile mülakat)

Adnan Saygun: Mevlit de bir oratoryodur, bizde Batı’dan önce kullanılmıştır. (1973’te Ergican Saydam’la mülakat)

Share.

Leave A Reply

twenty − 18 =

error: Content is protected !!