Ali Doğan Sinangil / Müzik, sesler kadar yaşanan zamanla yapılan sanattır

0

Bugünün polifonisi artık insanın çevresini algılama özelliklerine, maddelerin, olayların ve düşünsel işlevlerin istatistik kurallar ışığında şekillenmesine göre oluşabilmektedir” diyor Ali Doğan Sinangil. 1999’da BİLKENT Müzik Fakültesi öğrencileriyle yaptığı söyleşide, müzik tarihinde izlediği uzun yolu anlatıyor, yeni sesler, ifade biçimleri arayışından bahsediyor.

Fotoğraf: Alper Maral

1934 Konya doğumlu İstanbul’da yaşayan bir Türk bestecisiyim. 1940’lardan beri müzikle uğraşıyor, kendimi müzikle ifade etmeye çalışıyorum. Sanatsal alanda modernlik benim için daima doğal bir eğilim olmuştur. 12 ses müziği ile ilk karşılaşmam 1950’li yıllarda Ernst Krenek’in Kano Parçaları ile olmuştur. Ayrıca bir kitapçıda, Rene Leibowitz’in “Introduction a la musique de 12 sons” ve Antoine Golea’nın ” Rencontre avec Olivier Messiaen” ve “Esthâique de la Musique contemporaine ” isimli eserlerini buldum. Karşıma çıkan bu yeni bilgiler beni, o ana kadar öğrenilmiş ve uygulanmış her şey hakkında temelde bir sorgulamaya zorlamıştır. Yeni bir müzik dili keşfetmek
beni coşkuya, büyülenmeye sokmuştu. Schönberg, Berg ve Webern’in isimleri yanında, birçoklarıyla birlikte Boulez, Stockhausen, Nono ve Berio gibi genç bestecilerin isimlerini de duymaktaydım. “Darmstadt Yeni Müzik Tatil Kursları” hakkındaki haberler, yeni müzik yaratma ve denemelerinin tartışıldığı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan, kaçırılmış kültürel gelişmeleri yakalamak üzere yeni estetik akımların tanışma, barışma ve kaynaşma gereksinmelerinin telafisi için geliştirilmiş bir komünikasyon modus oluşturma arayışından doğan bir çeşit forum gibi göründü bana. Çeşitli ülkelerden birçok genç müzikçi ve besteci kendi geliştirdikleri dillerinin yetkinliğini ve yaratıcılıklarının tasdikini ümitle aramaktaydı. Herbiri,”anvant-garde” anlamda, o ana kadar yapılan, düşünülen ve yeni olarak adlandırılan, en yeni, ilk defa ve gelecek vadeder şekilde denenen hakkında bilgilenmek istiyorlardı. Bu bestecilik yarışı doğal olarak yeni yorum arayışlarını da beraberinde getirdi ve bunun gereği olarak, yoğun çözüm çalışmaları, gerek enstrümantal teknikler, gerek nota yazısı açısından çeşitli teklifler ve metotlar geliştirildi.

Darmstadt yeniden keşif hareketiydi

Bazıları bu hareketi müzikte bir tür devrim olarak nitelendiriyorlar. Kanımca bu olay daha çok müziğin temel donanımlarının, yani bütün duyulabilen strüktür elemanlarının, hacimlerin, yapıların, hücrelerin ve hareket eden zamanların, maddelerin karmaşık rastlaşmalarının bilinçli bir şekilde yeniden keşfiydi. Bu keşifle ayrıca dünyanın her yöresinden müzisyenlerin bir araya gelmesi sonucu, farklı müzik kültürlerinin karşılaştırmalı olarak sorgulanmasının etkisiyle, gelişmenin yalnız Batı kültürü tekelinde gerçekleşemeyeceği açıkça görülmüştür.
Yalnız bestecinin bireysel yaratıcılığının herhangi bir etkiyle güdümlendirilmesinin kültürel zulüm olacağını hiçbir zaman unutmamalıyız.
Gençler o devirleri yaşamadıkları için bilmeyebilirler, bizim kuşaklar hatırlayacaklardır, insanlık 1945’den beri olabilecek bin türlü olayı ve deneyimi arkasında bıraktı. Uygarlığımız en kötü dehşeti ve en üstün mutluluğu, dayanılmaz yoksulluğu ve baş döndürücü zenginliği, teknik ve bilimsel harikaları ve gelişme düşmanı tavır koyuşları birlikte yaşadı; son olarak da enformasyon alanında düşünülemeyecek gelişmeler kaydedildi, öyle ki bütün yaşam tarzımız, gelecek beklentilerimiz, zamanı kavrayışımız değişti. Enformasyon ağları yeni yaşamımızda haberleşme işlevi ile birlikte birçok olayda hiyerarşinin gücünü de yok etti. Özgürlük ve işbirliğinde yeni sorumluluk anlayışları, komünikasyon sistemlerinin sağladığı yeni imkânlar sebebi ile gitgide zorunlu hale gelmiştir.
İçinde yaşadığımız ortamı gözlerimizi kapayıp derince düşüncelerimizde canlandırdığımızda kaçınılmaz bir şeyi saptamaktayız: İçinde yaşadığımız ortam hiçbir zaman yalın değil, karmaşık, çok yönlü ve boyutlu olup onu anlamaya ve kavramaya çalışmakla didinmekteyiz. Doğal olarak bu olgu bütün sanat oluşumlarına da yansıyacaktır. Pierre Boulez Gallimard’da yayınlanan “Le pays fertile de Paul Klee” isimli kitabında ressamın ”İçindekilerle birlikte bir odanın perspektifi (1921)” isimli tablosunu inceledikten sonra şöyle yazmaktadır: “Aslında heterefoni, belirli bir melodik çizginin, iki veya daha çok birbirinden farklı görünümlerinin üst üste konulması olarak tanımlanır. Bu tekniğe Orta Afrika’da ve Bali adalarında rastlamaktayız. Eğer bu kavramı birçok çizgi için genişletirsek, yani polifoni oluşturursak, değişik enstrümantal guruplar sayesinde, birçok resmi (perspektifi) aynı malzeme ile üst üste yerleştirebiliriz. Buradan Klee tarafından tanımlanan perspektifler variyasyonuna denk, aynı fenomeni yansıtan değişken bir akustik yaklaşım oluşur.” Her ne kadar Klee’nin yalnız klasik müziği tercih ettiği biliniyorsa da, birçok modern besteci, bunlar arasında Alman besteci Giselher Klebe’nin, ressamın “Die Zwitschermaschine” isimli tablosundan esinlenerek 1950 yılında orkestra için yazdığı aynı isimli eserinde olduğu gibi, onun ritmik, melodik ve armonik elemanları kendine özgü kayıt oluşturarak tuale aktarmayı hedeflemesinden esinlenmiştir. Onun seçimi “Dağ tepelerinden krallık vadilerine bakışa, bereketli toprağa, dip ile atmosfer arasında mümkün olduğu kadar gevşek ve yumuşak tutulabilen bir polifoniye benzer bir resim sanatıdır.”

Beste disiplin ister

Bütün sanatlarda olduğu gibi, müzik de planlama ve yaratma evrelerinde açık bir disipline gereksinme duyar. Georges Braque gibi birçok ressam müzikteki, bilhassa Bach’ın müziğinin sanatsal ve strüktürel yapısındaki rasyonel disiplinden etkilenmiştir. Çağımız bestecileri arasında Anton Webern’nin eserlerinde, benzer disiplini, titizliği ve birer bilgi unsuru olan elemanların iletişim değerlerinin en optimum etkinlikte ve ekonomide organize edilmesine rağmen şiirsel yönün heyecan verici bir yoğunlukta olduğunu görmekteyiz.
Plastik, sesli ve sözlü sanatların karşılıklı etkileşimleri bizi yaratıcılığın dokunulmaz, tamamen özgür, oyunsu duyarlılığı olan fantazi ve esinlenme idealine götürür. Her sanatçının, her bestecinin varlığının kanıtı, sanatının etiği için mutlaka bu ideale sağlam inanması gerekir.

Her şeyin sorgulandığı bir dünyadayız

20. yüzyılın müzik tarihindeki yeri, bir zamanlar Batı dünyasında polifoninin doğuşunu hazırlayan oluşumları anımsatmakladır. O çağdan sonra müzik sanatının yüzyıllar boyu gelişerek insanı ifade eden en güçlü ve kalıcı sanat dalı olmasını ve kültürlerin gelişmesine güç kattığını gördük. Bitmekte olan yüzyılımızda olaylar öyle gelişti ki, uzun yıllar anıtsal eserlerin yaratıldığı, sağlam, dengeli ve ifade kapsamı bir hayli geniş yapıya sahip kuralların oluştuğu müzik geleneğinin her yönü tartışılır, sorgulanır hale geldi. Çünkü dünya yepyeni bir oluşuma, her şeyin sorgulandığı, bilinen veya bilinmeyen her şeyin yeniden tanımlanacağı bir çağa doğru hızla koşmaktadır. İlk ışıklarını artık görmeye başladığımız
içinde bulunduğumuz bilgi ve iletişim çağında, bir sanatçının çevresi ve dünyası, kendisine ne kadar ağır yükler ve sorumluluklar verdiğini düşünebiliyor musunuz? Gerçek sanatçı birçok çözümleri önceden sezinleyip eserlerinde yansıtmaktadır. Tıpkı Bach’ta olduğu gibi, Webern’de olduğu gibi. Onların yaşadığı devirde enformasyon teknolojileri yoktu, yeryüzü bilgisayarlarla tanışmamıştı.
2. Dünya Savaşı sonrasında gelişen müzik çalışmalarında Webern’in etkisinin büyüklüğünü yadsıyamayız. Ayrıca Schönberg’in, Messiaen’in, Berg’in, Debussy’nin, Bartok’un ve Stravinsky’nin etkisini de.
20. yüzyılın fikirsel oluşumunu kavrayabilmek için Bach’dan başlamak üzere, 19. yüzyılın mirasını, Brahms’ı, Wagner’i önceleri neo-romantik olarak kristalleşen, daha sonra büyük ihtişamla neo- klasisizme dönüşen Richard Strauss, Gustav Mahler’le başlayan ekspresyonizme geçişle yeni bir ses dünyasının habercisi olan gene Schönberg ve Scriabin’i ve daha birçoklarını unutmamak gerekir. Bir gelişmeyi iyi anlayabilmek için onun öncesini ve kaynağı iyi tanımalıyız.
Konumuzdaki gelişmeyi incelerken müzik dışı alanları da unutmamamız gerekir. En yakın diğer sanat dallarındaki gelişmeler resim, edebiyat, mimari,tiyatroda,
20.yüzyılda ortaya çıkan yeni sanat dallarında; ayrıca bilimde, teknolojide, sosyal hayatta, düşünce sistemlerinde, siyasette, ülkeleri ve kıtaları etkileyen büyük olaylardaki gelişmelerin etkilerini ilgi alanımızın içinde tutmalıyız.
Son 50 yıldaki gelişmeleri ana hatları ile belirtmek isterim. Aslında bu konu başlı başına ele alınmaya değer önemdedir. Bir besteciden çok bir müzikoloğun enine boyuna bir çalışma sonucu değerlendirmesi gereken ve daha sonra da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.

Üç öncü besteci

Daha önce de bahsettiğim gibi, 20. yüzyıl başında devralınan müzik mirası temelde sorgulanmaya başladı: teorik açıdan, fikri açıdan, estetik açıdan hatta sosyal yaşamdaki işlevi açısından. Büyük dünyanın birbiriyle tanışmaya başlayan insanları, yaşanan her alandaki hızlanmış gelişme karşısında sağlam sandığı birçok zeminin pek de öyle olmadığının farkına vardı.
Harp sonrası genç bestecilerin dikkatini Arnold Schönberg’in prensiplerini koyduğu “12 Ses” sisteminden çok Anton Webern’in haberciliğini hissettirdiği dizisel perspektif çekmiştir. Böylece tonal sistemin geliştirdiği düzen fikrinin sorgulanması “radikal şüphe”yi doğurmuştur. ”12 Ses” sistemi son şeklini 1923 yılında Schönberg’in Op. 23 Piyano Süiti ile almıştır.
1942 yılında Olivier Messiaen “Technique de mon langage musical” isimli kompozisyon bilimsel kitabında matematik yöntemlerini kompozisyon prensiplerine uyarlamıştır.
1949 yılında yazdığı ”Mode de Valeurs et d’intensites” isimli “Quatre Etodes de rythme pour piano” albümünün ikinci eserinde “Einstein’ın fikirlerinin ivme üzerindeki etkileri” üzerine dayanarak belki de entegral diziselin (tam dizisel) ilk aşamasını gerçekleştirmiştir. Yalnız Messiaen’in dizi anlayışı
Schönberg’deki gibi birbirinden bağımsız, bir oktavın 12 eşit aralığa bölünmesi sonucu ortaya çıkan seslerle oluşan değil, farklı olarak modal esas üzerine oturmaktadır.
Gisele Brelet’nin ifâdesine göre “Messiaen’in modalizmi, sağlam armonik düşüncenin temelini oluşturmak için çok uygundur ve diğer politonalitelerden farklı bir iklim oluşturur.Messiaen mod içinde bir armonik zincirleme mantığı keşfetmiş, kullanılan modun seslerinden oluşan akorlarla bir oyun kurgulamıştır. Böylece her mod kendi özgün armonisine sahip olmakta, başka müzisyenlerde olduğu gibi, başka mod veya tonalitelere dayanarak armonize edilmektedir. Bu modlar ayrıca üst üste konulabilmekte ve politonalite oluşturabilmektedir. Ayrıca bir mod kendi içinde modüle edilerek diğer bir moda geçilebilir ve onların üstüsteliği ile de bir polimodaliteden bir diğerine geçilebilmektedir.” Armonik yapılanma açısından benzer bir sonuç 12 ses sisteminde de oluşmaktadır. Sistemde ses dizileri yatay kullanıldığı gibi dikey de kullanılabilmekte, hatta polifonik gereksinme gereği çapraz veya diyagonal sıralanma da mümkün olmaktadır. Böylece dizinin içerdiği armonik yapı aynı zamanda doğrusal ve polifonik yapı içinde geçerli olmaktadır.

Gürültü konser salonuna girdi

Aslında tonal müzikte de benzer mantığı izlemekteyiz. Şu var ki her sistem kendi mantığına göre hazırlanmış malzeme ile yapılanabilmekte, farklı sistemlerin bir arada kullanılması çelişkiler yaratabilmektedir.
Henri Pouseur,” Fragments theoriques I sur la musique experimentale” isimli yazısında entegral dizisel tekniğin ilk adımlarını şöyle anlatıyor “Gelmekte olan araştırmacı girişim, hız kesen bir yadsımanın patlayan filizi gibi ortaya çıkacak; ancak bunun için Viyana Okulu’nun, her şeyden önce, Webern de dahil olmak üzere, sorgu konusu edilmesiyle, gelenekle pozitif bağın korunabileceğini, okulun yıkıcı atılımının güçlendirilerek izlenebileceğini ve onaylanabileceğim düşünmekteyim.”
Bu devirdeki eserlerin yaygın çizgileri: asimetri, aperiodiklik, zamansal olarak kesintililik. Dizi eserin ana şartıdır. Her şeyi kontrol eder, ama hiçbir zaman melodi ve ritmik gibi ayrıcalıklı olarak görünmez, tema gibi değerlendirilemez.
Bu devirde gerek klasik müziğin ve gerekse romantizmin etkisinden uzaklaşılarak yeni bir ufka, yıldızlar yumağına ulaşma çabası sezilmektedir. Pierre Boulez, Luigi Nono, Karlheinz Stockhausen, Bruno Maderna, Franco Donatoni, Henri Pousseur ilk öncülerden olmuşlardır.
Müzikte deneme çağı başlamışken John Cage, Boulez ve Stockhausen’le aleatorik, rastlamsallık ortaya çıktı. Bir yandan da ses dünyamızda güzel seslerin yanında gürültünün de büyük yer aldığını işaret edenler oldu.1913’den itibaren fütüristlerin gürültü konserleri tertipledikleri biliniyor. 1948 yılında Fransız Piene Schaefer, Fransız Radyo ve Televizyonu’nda konkre müzik grubu kurarak birçok mühendis ve müzisyenle birlikte denemeler yapmıştır. 1929-32 yılları arasında Edgar Varese yalnız vurma sazlar için “Ionisation” isimli eseriyle dikkatleri çekmiş, özgür fântazmin, bilgilenmeye açık oluşun, geleneksele rağmen, müziğin zenginleşmesinde ne kadar geniş ufuklar açtığını görmekleyiz.
Elektro-akustik teknoloji işin içine girince, olay büsbütün ilginç olmaya başladı. Bonn Üniversitesi profesörlerinden Wemer Meyer-Eppler’in elektronik cihazlar yardımıyla, çeşitli frekansları karıştırarak yapay ses üretmesi üzerine 1951 yılında Köln Radyosu’nda kurulan elektronik müzik stüdyosunda Herbert Eimert ilk araştırmalarına başlamıştır. Başlangıçta sinüs sesleri ve işitilebilirlik alanındaki bütün seslerden oluşan “beyaz hışırtı” adı verilen ses yumağından kesilip filtre edilen bantlar kullanılmıştır. Daha sonraları filtre edilerek montajı yapılan canlı sesler, insan sesi de dahil, değerlendirilerek besteciye kullanabileceği çok zengin yeni kaynak sağlanmış oldu. Bu teknikle birlikte işin içine elektro akustik teknoloji ve matematik girmiş ve tam dizisel müzik kurallarının gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Çağdaş müzik yükseliyor

60’lı, 70’li yıllarda deneysel çalışmaların bir şekilde yerlerine oturduğunu, 1950’li yıllardaki ateşli gençlerin artık birbirinden farklı kendi yollarını bulduklarını görmekteyiz. Bu gelişmenin etkisini Japonya’dan Güney Amerika’ya kadar dünyanın her yöresinde farklı kademelerde saptamamız mümkün. 60’lı, 70’li yıllarda olgunlaşan akım, geçmiş kültür mirasında olduğu gibi ve çoklu kültürlerde de özümseyeceği kaynaklar bulmayı bilmiştir. Bugün dünyanın birçok ülkesinde çağın yaşayan müziğinin gereken ilgiyi ve ihtimamı gördüğünü tespit edebiliriz. Çağdaş müzikle ilgili birçok festival tertiplenmektedir. Müzik okullarında yeni gelişmeler ışığında ders programlan düzeltilmiş, yeni teknikler öğretilir, araştırılır olmuştur. Bestecilerle ve eserleriyle ilgili çeşitli kitaplar yazılmaktadır. Bu çalışmaların yapılabildiği ülkelerde, kültür zincirinin kopmadan devam etmekte olduğunu görmekteyiz.

Türkiye’de müzisyenden beklenen
eğlence üretmek ve duygusal sömürü yapmak

Biraz da Türkiye’deki durumu irdeleyelim.
Memleketimizdeki müzik mirasını dört kolda düşünebiliriz;
1) Osmanlı’dan, belki Selçuklu’dan ve Bizans’tan veya bizden önce Anadolu’da yaşayagelmiş eski kavimlerden devraldığımız, belirli azınlığa seslenen Divan müziği,
2) Anadolu ve diğer Türk yörelerinin sosyal yapısı gereği, bilhassa “aşıklar” yoluyla geniş halk kitleleri arasında yaygınlaşmış Halk müziği,
3) Dini müzikler,
4) Eğlence müzikleri ve yabancı kaynaklardan etkilenerek oluşan, sosyal yaşamımızın gereksinmelerine ve ticari şartlara göre oluşan müzikler.
Gönül isterdi ki yurdumuzda müzik eğitimi veren okullar, evrensel müzik mirasının gerçekleri ve kurallarının yanında 20. yüzyılda oluşan, bilhassa 21. yüzyılın habercisi son 50 yılın gelişmelerini ve ayrıca Türk müzik mirasının kaynaklarını da eğitim ve araştırmalarının konusu yapsın. Son 50 yılın çalışmaları hakkında oluşmuş bilgi birikimi ve yazılmış eserlerin yanında, Türk müzik mirasının da incelendiği eserler yazılmış olsun.
Yurdumuzdaki genel kanaat, müzik ve müzisyenler için uygun görülen yer, büyük kitlelerin eğlenmesine, duygusal sömürüsüne hitap eden yerdir. Bu anlayış kültürü değil ancak yozlaşmayı, gelip geçici, yerel kalmaya mahkûmiyeti temsil edebilir. Çağdaş Türk kültür nüvesinin bugünkü temsilcisi böyle olamaz. Bu konuda 1990 yılında Orkestra Dergisi’nde çıkan bir yazımdan alıntılar yapmak isterim.
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte yeni devletimiz kültür ve sanat konusunda da hamleler yapmak istemiştir. “Yurdumuzda müzik eğitimi için Batılı anlamda okulların devreye girmesiyle müzik tarihimizde yeni bir sayfa açılmış bulunmaktadır. Türkiye’de artık Batı müziği öğretilmeye, bu alanda eser veren besteciler yetişmeye başlamış, orkestralar, operalar kurulmuş, dünya çapında yetenekli solistlerimiz isimlerini duyurur olmuşlardır. Bestecilerimizin eserleri, birkaçı ayrı tutulursa, solistlerimiz kadar yaygınlaşamamıştır.”
“Genel olarak bestecilerimizin müziğinde bazı ortak noktalar vardır. Halk müziğinden veya eski divan müziğinden yararlanma fikri, bestecilerimizin çoğunluğunda, değişik derecede, özellik ve yoğunlukta bir tür ‘konsensüs’ halini almıştır. Hatta bu fikir biraz da modellendirilerek telkin edilmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir besteci yaşadığı vatanının geleneksel müziğine kayıtsız kalamaz. Bu sanki bir ressamın çevresini görmemesi gibidir. Çevreden yararlanma fikri, belli kalıplara sokulursa, yaratıcılık kösteklenmiş olur ki, bu durum kültürümüzün geniş ufuklu olarak gelişmesini engeller, evrensel boyutta sesimizi duyurma şansımızı kaybederiz.”
Şunu hiç unutmamak gerekir: “Bu günün sanatçısı kültür zincirine yeni halkalar takacaktır. Bu bizde de farklı değildir. Sanatçı kişiliğinin oluşması devresinde, içinde bulunduğu ortamda gelenekten birçok çağrışımlar, etkiler almıştır. Yeter ki o geleneksel sanatlar doğru tanıtılabilsin, bozulmadan, değiştirilmeden anlamları ve özellikleri saptırılmadan, objektif olarak, bilimsel olarak tanıtılabilsin. Kanımca Türkiye’deki eski-yeni ikilem kavgasının özü buraya dayanıyor.”

Müzik kurumlarına çağrım:
Bestecilere önem verin

Türkiye’nin çoksesliliğe geçişinin öncüleri olan Türk Beşleri’ni ayrı tutarsak: çünkü onlar evrensel müzik dilini ilk defa kullanarak misyonlarını yerine getirmiş bulunuyorlar. Onlardan yalnız bir tanesi geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı, kendisine Allah’tan rahmet dileyelim, son 50 yılın müzik akımını anlamaya çalışması ve eserlerinde değerlendirmiş olması ayrıca önem taşımaktadır. Yeni müzik akımının içinde olan ve çok değerli eserler veren İlhan Usmanbaş‘ı, merhum Bülent Arel‘i, Cengiz Tanç’ı, İlhan Mimaroğlu‘nu, Ertuğrul Oğuz Fırat‘ı, Ahmet Yürür’ü anmayı, gençlerden de değerli kimselerin olduğunu hatırlatarak, görev bilmekteyim. Kendi kuşağımdan olanların isimlerini verdim, gençleri sizler daha iyi tanıyorsunuz.
Türkiye’deki bütün müzik kuruluşlarına, o kuruluşların yöneticilerine ve müzik icra edenlere bir çağrıda bulunmak isterim: Beğenin, beğenmeyin, Türkiye’deki bütün bestecilerimize çok önem verin. Sizler olabiliyorsanız en mükemmeli olun, ama Türk bestecisi olmadan ne Türk müziği olur ne Türk operası olur ne de sizin kuruluşlarınız Türkiye’yi temsil edebilir.
Onlarsız olmaz.

En çok çalınan eserim
Yaylı Sazlar için Süit

İzin verirseniz biraz da besteci olarak kendi çalışmalarımla konuşmamı sürdürmek isterim. Umarım benim müziğim ilginizi çeker.
Konuşmamın başında bahsettiğim gibi, kendimce ciddi bestecilik faaliyeti olarak vasıflandırdığım çalışmalarım 12 ses müziği ile tanışma sonrası gerçekleşmiştir. İlk olarak 12 ses tekniği disiplini içinde 1953 yılında yaylı sazlar için bir süit yazdım. Eserin birçok eksiği olmakla birlikte, sonraki yıllarda oluşan üslubumun ipuçlarının bu süitte çekirdek olarak izlenebileceğini söyleyebilirim. Ayrıca bu eser Türkiye’de en çok çalınan eserim olmuştur.
1955 yılında Almanya’ya mühendislik eğitimi için gidişimle birlikte kendimi yeni müzik hareketi çalışmalarının içinde buldum.1970 yılına kadar geçen zaman içinde gerek oda müziği, gerekse orkestra için değişik eserler yazdım. Bunlar o devrede denenen bütün kompozisyon tekniklerinin izlerini yansıtır. Bilhassa elektronik müziğin oluşturduğu ve su yüzüne çıkardığı gerçekler, polifoninin tanımının büyük çapta değişikliğe uğratması gibi. Bu açıdan olaylara baktığımızda, yurdumuzda temelde tek sesli olan Türk müziğini çoksesli hale dönüştürme çabalarının bağnaz Avrupa müziği kuralları içinde ne kadar zorlandığını görür ve bir şeylerin yerine oturmadığı gerçeğini sezeriz. Kemal İlerici’nin dörtlülere dayandırdığı armoni düzeninin bu konuda ilginç bir girişim olduğunu belirtebiliriz.

Müzik sesler kadar yaşanan zamanla yapılır

Müzik aslında seslerle yapılan sanat olduğu kadar zamanla, hatta yaşanan zamanla yapılan sanattır. Yaşanan zaman içinde seslerin insan tarafından algılanmasını, böylece bestecinin söylemini, yeteneği ve yaratıcı gücü sınırları içinde kurgulayarak, çok boyutlu bir ortam içinde dinleyicisine ulaştırması müzik olayının gerçekleşmesidir. Besteci ile dinleyici arasında söylemi algılayan ve yorumlayarak işitilir hale getiren bir de icracı bulunmaktadır.
Polifoni, yalnızca bir melodik çizginin altında ona armonik ve kontrapunktik olarak uyumlu başka çizgilerin bir arada seslenmeleri ile oluşan bir olgu değildir. Bu şekli ancak özel hal olabilir. Tıpkı tonal geleneğin armonik ve kontrapunktik yasaları gibi. Messiaen’in kendi modal sistemine uygun armoni kurallarını oluşturduğu, birçok uzak ülkelerin müziklerini inceleyerek ve hatta yeryüzünde yaşayan binlerce kuşun kendi aralarında ötüşürken ortaya çıkardıkları müziği ve ritmleri araştırarak elde ettiği bilgiler, Bela Bartok’un Macar ve Balkan müzikleri üzerine yaptığı araştırmalar sonucu geliştirdikleri müzik dilleri hep yeni ve farklı polifonik uygulamalar olmuştur.
Bugünün polifonisi artık insanın çevresini algılama özelliklerine ve maddelerin, olayların ve düşünsel işlevlerin istatistik kurallar ışığında şekillenmesine göre oluşabilmektedir. Ses kümeleri, nokta halinde bağımsız serpiştirilmiş sesler, değişik hacim ve boyutlarda toplu hareket eden, notasyonla görüntü değiştiren grup oluşumları, tesbit edilmiş ana ilkeler içinde bir eserin söyleminin etkili şekilde iletilmesini sağlayabildiği gibi, belirgin bir mantık bütünlüğünü de sergilemekledir.
///Improvisation 1, ilk kez Darmstadt’ta çalındı
Bu ara açıklamalardan sonra, eğer anlaşılır bir şekilde ifade edebilirsem, kendi çalışmalarıma dönmek isterim.
1959 yılında, flüt, obua, klarnet, korno, trompet,trombon, keman, viyola ve piyanodan oluşan dokuz enstrüman ve bir şef için yazılmış “Improvisation I” isimli eserimi büyük oğlumun doğum yılında yazdım. İlk çalınış 2 Eylül 1961’de Darmstadt’ta, Yeni Müzik Yaz Kursları konserlerinde Bruno Maderna yönetiminde gerçekleşti. Daha sonra 1975’te İstanbul Opera Orkestrası solistlerinden oluşan bir grupla kendi yönetimimde İstanbul’da icra edildi. Eserin bariz özelliği diziselle rastlamsal yöntemlerin birbirini bütünler şekilde değerlendirilmiş olmasıdır. Yorumcular grup halinde doğaçlama olgusuna katılarak müziğin içerdiği yarı muzip, yarı mutlu şiirsel mesajın oluşmasına katkıda bulunurlar.
Opus 8, 1. Senfoni’yi, 1970 yılında besteledim. 18 Şubat 1978’de Ottavio Ziino yönetiminde İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın bir konserinde ilk çalmışı yapıldı. Tek bölümden oluşur ve takriben 11 dakika sürer.
Çok boyutlu bir ortamda ve hücresel strüktürlerle farklı müzik elemanları, aralarındaki oranları ve uzaklıkları koruyarak, hareket ve rotasyonlarla sürekli yeni yoğunluklar ve imajlar oluştururlar. Hücreler kendi içlerinde çoğalarak zincirler oluştururlar. Değişik formlardaki dört “ana tema”yı oluşturan strüktürler daha sonra değişik varyasyonlarda görünerek senfoni formunun “gelişme bölümünü” oluşturur. Dördüncü “tema” diğer üçünden çok farklı bir görünümdedir. Vurma sazların bulunmadığı bu bölümde durağan sesler ve akorlardan oluşan yapı klasik senfoninin yavaş bölümünü anımsatır.
Eserin sonuna doğru “temalar” farklı biçimlerde tekrar görünür. Eserin hiçbir yerinde periyodik vuruşlar veya tekrarlanan ritimler görülmez. Doğal zaman akışı içinde ses kümeleri, değişik renk ve dokuda organik yapılı bir ortam oluşturur.
Opus 9 Mevlâna Oratoryosu, 1973 yılında 5 solist, koro ve büyük orkestra için yazıldı. Mevlana Celaleddin Rumi’nin 700’üncü ölüm yıldönümünde bitirildi. Sözlü kaynak olarak “Mesnevi”nin ilk 18 beyti orijinal dilinde ele alınmıştır. Orijinal dili kullanmaktaki maksadım, Mevlana’nın şiirindeki sesleri eserin bünyesiyle bütünleştirmekti.
1. Senfoni’ye gelinceye kadar geliştirdiğim müzik dilim ile İslâm Sufi felsefesinin zaman, mekân ve madde oluşumu arasında ilişkiler kurarak mistik, saf ama yoğun yeni bir ifade arayışını bağdaştırmaya çalıştım.
1973 yılından sonra bugüne kadar yazılmış eserlerim arasında 3 senfoni, keman ve viyolonsel için 2 konçerto, 1 piyano sonatı,”Bağdat Hatun” isimli bir opera ve 17 solist enstrüman için yazılmış “Improvisation III” isimli olanları zikredebilirim.

Share.

Leave A Reply

four × two =

error: Content is protected !!