Ayla Erduran / Gökyüzüne hasret yaşadım

0

Kemancı Ayla Erduran “Hayatım hep kapalı odalarda, salonlarda durmaksızın keman çalışmakla geçti, gökyüzüne, güneşe, doğaya hasret yaşadım” diyor. Bundan sonra yılda birkaç konser verip, gençlerle oda müziği çalışmak doğa yürüyüşlerine daha fazla zaman ayırmak istiyor. Konsere hazırlanmasa bile hâlâ günde 4 saat keman çalışıyor. Erduran, 70’inci yaşına 2004 yazının ilk günlerinde, Salzburg’da Oistrakh Ailesi’yle girdi. Ardından hayranlarına sürpriz yaptı: 4 CD. Lila Müzik’in yayımladığı CD’ler 1966-78 arasında Cenevre, Ankara, Lutry, Bükreş’te verdiği konser kayıtlarından oluşuyor. Bu vesileyle Erduran’ın kapısını çaldık. Geçmişten bugüne hayatını, sanatını konuştuk.
Evin İlyasoğlu‘nun yazdığı biyografide hayat serüveninizin ne kadar şanslı başlayıp, ne kadar zorlu sürdüğünü okuduk. Üç yıl önce ağır bir bağırsak ameliyatı geçirmiştiniz. 70’inci yaşınızı nasıl karşıladınız, şu anda nasılsınız?
-Çok mutluluklar, acılar, kazanç ve kayıplar yaşadım. Hayat benim için bir sınavdı. Nasıl oldu bilmiyorum, bugüne ulaştım. Artık günü yaşıyorum. Mutluyum diyemem, çünkü yeryüzünde tanık olduğum tüm mutsuzluklar beni etkiliyor. Mutsuzum diyemem, çünkü çevremizde gerçekten çok büyük acılar yaşanıyor. Konserim olmasa bile hâlâ günde dört saat keman çalışıyorum. Yılda sadece bir ay ara veriyorum.
Ya hayalleriniz?
– Sonsuza kadar sahnede kalmayı hayal etmiyorum. Ysaye gibi büyük kemancılar bile sahneyi bırakma zamanı konusunda yanlış yapabildi. 80’inde sahneye çıktığında arşesi titriyordu, çevresindekilere espri konusu olmuştu. Hocam Zino Francescatti, 70 yaşında Çaykovski konçertosunu çaldıktan sonra şefe “Nasıl buldunuz” diye sormuş. “Gerçekten harika” cevabını alınca “Öyleyse bu benim son konserim olacak” demiş. Ben de en fazla beş ya da altı yıl daha konser veririm. Sonra arkadaşlarımla, gençlerle oda müziği çalışmak istiyorum. Bugüne kadar hayatım müzikle doluydu. Yakınım, ailem yok ne yazık ki; ama dışarıda kocaman bir dünya var. Hayatım dört duvar arasında hiç durmadan keman çalışarak geçti. Güneşe, gökyüzüne hasret yaşadım. Şimdi hayalim doğanın içinde olmak, güneşi tenimde hissetmek. Geçmişte yelkenliyle Ege’nin mavisinde kaybolmayı hayal ederdim. Şimdi Doğu Karadeniz’e gidip ormanlarda yürüyüş yapmak, vahşi bir at gibi doğaya karışmak istiyorum. Bir başka hayalim, geçmişte konser verdiğim ve sokaklarında gezemediğim şehirlere turist olarak gitmek.

Sanki yeniden keşfedildim

1973-74’ü sanatınızda zirveye çıktığınız, uluslararası platformda kendinizi kabul ettirdiğiniz yıl olarak kabul edersek, eksiksiz biyografiniz bu tarihten 30 yıl sonra yayımlandı. Ömer Umar’ın 1990’larda yayımladığı iki albüm sayılmazsa, geçmişteki iddialı kayıtlarınız bugünlerde toplu olarak gün ışığına çıkıyor. Size çok geç sahip çıktıkları için Türk aydınlarına kırgın mısınız?
– Hiç kimseye kırgın değilim. Her şey zamanını bekler. Demek ki, doğrusu bu günmüş. Yanlız, yıllar sonra birden yeniden keşfedilmenin ve sevgi çemberiyle kuşatılmanın şaşkınlığını yaşıyorum. Tam sıradan bir insan gibi hayata yeniden başlamışken, Evin İlyasoğlu’nun biyografisiyle tüm gözler üzerime çevrildi. Kitabın yarattığı mitin sorumluluğu omzuma yüklendi. Özgürlüğümü kısmen kaybettim, dağınık saçla sokağa çıkamıyorum örneğin. (Gülüyor)
Kitap yayımlandıktan sonra ne gibi tepkiler aldınız, eksik ya da fazlalar konusunda pişmanlık yaşadınız mı?
– Çok tebrik aldım, beklemediğim kadar ilgi gördüm. Bununla birlikte bazı kötü niyetli kişiler ayrıntılar konusunda beni üzen yorumlar yaptı. Mesela, aşklarımla müziğim arasındaki bağlantının yansıtılmasını hafiflik olarak nitelendirdi. Bu kitapta gerekenlerin anlatıldığı kanısındayım. Ne eksik ne de fazla…

O kadar banal değilim!

En güzel konserlerimin herbirin ardında bir aşk öyküsü vardır, diyorsunuz. Yıllar sonra sizi konserde kaydedilmiş 4 CD’yle yeniden keşfediyoruz. Bu CD’lerin kaydedildiği günlerdeki ruh haliniz üzerine konuşabilir miyiz? Mesela 1966’da Bükreş’teki konserinizde kaydedilen Brahms triolarla başlayalım…
– Öncelikle Brahms’a aşığım… (Kahkahalar) Ben her zaman aşıktım. Ayrıca, sadece aşk dönemi değil, öncesi ve sonrasındaki hatıralar da müziğe yansır.
Brahms bir yandan birbirinden etkileyici eserler yazarken diğer yandan, hayatının sonuna kadar Clara Schumann’a duyduğu platonik aşkın acısını çekmişti. Besteciyi bu açıdan da kendinize yakın buluyor musunuz?
– Evet olabilir… (Kahkahalar) Konuşturmayın beni şimdi… Brahms’ın müziği gerçekten aşk doludur. Çok yakın bulduğum müzikçilerle çalıştım hep. Bu kayıttaki piyanist Roger Aubert, Cenevre Radyosu’nun yöneticisiydi. Dayısı, Cemal Reşit Rey‘in hocasıdır. Enescu sevgim nedeniyle Romanya’ya gitmek beni çok heyecanlandırmıştı. Akustiği güzel bir salonda, çok sıcak bir dinleyici eşliğinde konser verdik. Evet, aşıktım. Ama tüm bu koşulların etkisi var albümde. Yalnız aşkın etkisinden söz edemeyiz, o kadar banal olamam doğrusu… (Kahkahalar)
Gelelim 1977’de Cenevre Konservatuvarı’nda piyanist Erna Blum ve çellist Philippe Mermoud’la kaydettiğiniz Brahms üçlülerine…
– Bir gün Concert Gebouw’da Rozdensvenski’yle Glazinof’un, ertesi gün başka bir şehirde Prokofiyef’in konçertolarını, iki gün sonra Bach’ın tüm partitalarını çaldığım dönemden daha sakin bir döneme geçmişim. Başıma birkaç yıl önce ilk felaket gelmiş, teyzemi ve abla yerine koyduğum kuzenim cinayete kurban gitmiş. Kendimi toparlamaya çalışıyorum. Öğretmenlik yapıyor, bu arada konser veriyorum. Orkestra repertuarının yanı sıra oda müziğine yönelmişim. Cenevre’de orman içinde küçük bir daireye taşınmışım, bu biraz moralimi düzeltmiş. Blum ve Mermoud iyi arkadaşlarım. Brahms sevgisi etrafında toplanmışız. Konser için yaklaşık iki ay çalışmışız…

Paganini alerji yaptı

Mithat Fenmen’le Ankara’da, TRT Stüdyoları’nda kaydettiğiniz Veracini, Beethoven, Schumann ve Dvorak ikilileri…
– Kayıt yılı 1978. Fırtınadan hemen önceki dönem. Henüz hayatın en zorlu dalgaları kıyılarıma vurmamış. Babamı, ardından annemi kaybetmemişim. Çocukluğumdan beri dostum olan Mithat Fenmen’le birlikte çalmanın mutluluğunu yaşıyorum. Mükemmel bir insan, müthiş bir müzikçi. Repertuarı o gün dağarcımızdaki en sıcak eserlerden oluşturmuşuz. Ve yıl 1973. Lutry’deki konserinizde kemancı Schneeberger ve piyanist Aubert’le “Ruhumdaki yarayı iyileştiren tek besteci” dediğiniz Bach çalıyorsunuz.
– O korkunç olay yaşanmış, abla yerine koyduğum kuzenim ve teyzem cinayete kurban gitmiş. Menajerime, konserlerde Bach’tan başka bir şey çalmam demişim. Menuhin’le tanışmışım, onun etkisiyle Hint felsefesini öğrenmeye çalışıyorum.
Yaralı ruh acısını en iyi dışa vuran eserlerin repertuarınızdaki konçertolar olduğu düşünülebilir. Sibelius’un ya da Şostakoviç’in birinci, Bartok’un ikinci konçertoları ya da Romantik Dönem’in oda müziği eserleri gibi. Neden Bach’ı tercih ediyorsunuz?
– Çünkü diğerleri acıyı pekiştiren eserler. Şoskatoviç’i çok severim. Ama adamın hayatı baştan başa dram. Oysa Bach dinginlik, evren, sonsuzluk demek. Mozart’ta bu gücü bulamam, Beethoven’e sığınabilirdim belki. Ama o an için çok agresiv. Bach doğanın bağrına dönüş, mistisizm demek.
Pagani’yle aranız neden açıldı?
– Müthiş bir besteci, aynı zamanda virtüözmüş. Eserlerini yıllarca konserlerde çaldım. Hâlâ her gün egzersiz yaparken çalarım. Ama eserleri ruhuma uygun değil. Benim için keman bir araç. Amaç müzik. Paganini için tam tersi. Belki biraz da geçmişten gelen alerjim var. 11 yaşında Paganini’nin konçertosunu çalarak Paris Konservatuvarı’na kabul edildim. Konservatuvarda binlerce kez kaprislerini çaldım. Artık yeter…
Sesli müzik ansiklopedisindeki Ayla Erduran maddesi için bir eser istense hangisini seçerdiniz?
Bach’ın Chacone’unu…

Şen keman gitti, hüzünlüsü geldi

Yayımlanmamış başka kayıt var mı elinizde?
– Konser kayıtlarımın bir gün yayımlanabileceğini hiç düşünmedim. 1994’te, 40 yıldır kullandığım Stradivarius kemanımı satmak zorumda kaldığımda çok büyük acı yaşadım. Hiç değilse onun sesini saklayayım diye eski kayıtların peşine düştüm. Ulaşabildiklerimi topladım. Bunların bazılarını Ömer Umar yayımlamak üzere istedi. İkisini UPR etiketiyle, CD olarak yayımladı. Ayrıca Suisse Romande orkestrasıyla kaydettiğim Brahms-Bruch konçertoları Amerika’da CD olarak yayımlanmış, geçenlerde bir dostumun sayesinde haberim oldu. Ama Türkiye’de bilinmiyor. Diğer kayıtlar yayımlanmadı. Şu anda yayımlanmamış dört konçertonun kayıtları var elimde: 1958’de Cemal Reşit Rey yönetimindeki İstanbul Belediye Orkestrası’yla yorumladığım Lalo “İspanyol Senfonisi.” Aynı yıl Brüksel’de, besteci yönetimindeki orkestra eşliğinde çaldığım Ulvi Cemal Erkin‘in keman konçertosu. Polonya’da Wieniawski Yarışması sırasında ilk kez çaldığım Simanovski’nin keman konçertosu. 1977’de, Suisse Romande Orkestrası’yla çaldığım, Bruch’un keman konçertosu. Ayrıca birkaç küçük kayıt daha mevcut.
Satmak zorunda kaldığınız “The Roederer” Strad hâlâ rüyalarınıza giriyor mu?
– Acı bir olaydı. Yaşandı ve bitti. 1994’ten bu yana 1720 Pierre Guarnerius yapımı bir kemanla çalıyorum. Henri Petri ve Joseph Szigetti kullanmış. Szigeti, Bartok’la yaptığı plaklarda bu kemanla çalmış.
Antika enstrümanların herbirinin kendine özgü kişiliği olduğu, kemancının önce enstrümanıyla dost olması gerektiği söylenir. Birkaç cümleyle özetlemek gerekirse, iki dostunuzun kişilikleri arasında ne fark var?
Evet, antika kemanlar insanlar gibidir. Nasıl güçlü kişilikler basitliklerden hoşlanmazsa, onlar da hoşlanmaz. Roederer parlak sesli, soprano diyebileceğimiz bir enstrümandı. Guarnerius ise daha alto, koyu ve sıcak tonlara sahip bir çalgı. The Roederer’le çalarken koyu tonlar için özel çaba sarf etmek gerekiyordu. Bu kemanda ise açık ve parlak renkler için çaba gösteriyorum.

İlk öpüştüğüm gün

Geri dönüp 70 yıla baktığınızda, yeniden yaşamak isteyeceğiniz üç gün hangileri olurdu?
– 1959’da çok aşık olduğum sevgilimle ilk öpüştüğüm gün, Wieniawski Yarışması’nın sonucunun açıklandığı gün ve uzun zamandır çalmadığım Sibelius’un konçertosuna bir günde hazırlandıktan sonra sahneye çıkıp çaldığım gün…
Geçmişe dönüp değiştirmek isteyeceğiniz üç karar?
– Hayattımda “keşke”lere yer vermek istemiyorum. 30 yaşından sonra aldığım tüm kararlar fırtınalı bir denizde, hayatta kalmak için alınabilecek yegane kararlardı. Öncesindeki hatalar ise olgunlaşamamaktan kaynaklanıyordu. Yine de geri dönüp baktığımda, o günün koşullarında pek mümkün görünmüyordu ama Amerika’da daha uzun kalabilirdim. Aynı şekilde Rusya’da daha uzun kalabilirdim. Bir de uygun bir yaşta, tercihen 30 yaşında, durup düşünmeliydim. Bulunduğum yeri, hedeflerimi, arzularımı ve geleceği… Yardım eden çok oldu. Ama kimse zamanla yalnızlığımın büyüyeceğini söylemedi. 30 yaşına kadar çocuk gibiydim. Sonrasında ise müzik bütün hayatımı dolduruyordu. Avrupa’da konserden konsere koşuyordum. Başarılıydım, alkışlanıyordum. Güzeldim, aşık oluyordum ve seviliyordum. Annemden uzaktaydım, özgürdüm. Bunun hep böyle gitmeyeceğini göremedim. İnsanlar beni hep çok neşeli, dışa dönük, cesur olarak tanıdı. Oysa çekingen, ürkek ve yalnızdım. Tuhaftır, 50 yaşına kadar uçağa binmekten korkmadım. Annemin ödü kopardı. O öldü, bütün korkuları bana geldi.
Kemancılıkta virtüözite yolunda yürümeyi tercih etmenizden pişman oldunuz mu hiç? Ravel “İyi ki besteci olmuşum, başka bir işe yaramazdım” diyor. Ya siz?
– Ben de başka bir mesleği seçemezdim… Keşke diyeceğim iki konu var: Plak yapmanın önemini zamanında fark etmeliydim. Gerekliliğini zamanında görüp aile sahibi olabilirdim.

Sır, fonetikte gizli

Kitapta okuyucunun içine işleyen şu değerlendirmeyi yapmışsınız: “Her şey bir dengeye oturmalı. Dengesizlikleri ne yakın çevren affediyor ne de tarih.” Herhalde bu, gençlere en önemli tavsiyeniz…
– Virtüöz olmak üzere yola çıktıysanız bir stratejiniz olmalı. Benim hiç stratejim olmadı. Mesela Pollini, 20 yaşında çok önemli bir yarışma kazandı. Tüm dünya peşinde koşuyordu konser için. Tam 10 yıl boyunca konsere çıkmadı, hazırlandı. Buna karşın Van Cliburn, Moskova’da yarışma kazanır kazanmaz konserlere başladı. Repertuarı yeterli değildi oysa. Avrupa’da tutunamadı, hata yapmıştı…
Gençlere tavsiyelere devam edelim: Rus bestecilerini doğru kavrama çabanızdan bahsederken, fonetik ve kültürle müziğin dili arasındaki bağa dikkat çekiyorsunuz. Bestecinin özgün sesini kavramak için konuştuğu dili mutlaka incelemek gerekir mi?
– Operada dil bilmeyen solistlerin Türk aksanıyla İtalyanca, Almanca söylediklerini, Bach’ın dini eserlerinde bile Verdi ya da Puccini operasındaki gibi vibrato yaptıklarını görüyoruz. Enstrümancılar ise besteciyi kavramakta zorlanıyor. Bartok’ta Macarca’nın “ta-ta-tam” sesini, Çaykovski’de Rusça’nın “ş” sesini, Debussy’de Fransızca’nın kesintisiz, akıcı lirizmini duyarsınız. Dil iletişimdir, tıpkı müzik gibi. Yorumcunun dil hakkında kulak dolgunluğuna sahip olması, ayrıca bestecinin yaşadığı kültürü tanıması gerekir.
Kemancının ayna karşısında çalışması neden önemli?
– Bunu 14-15 yaşlarında Galamian’dan öğrendim. Keman çalmak, bale gibidir. Kemancı aynaya bakıp kendi hocası olabilir, arşeyi ya da kemanı yanlış tutuyorsa, omzu çok düşükse hatasını düzeltebilir. Başlangıç dönemini geçirdikten sonra bu yöntemi katiyetle tavsiye etmiyorum. Çünkü müziğe yoğunlaşmayı engeller. Ama ileri yaşlarda da teknik sorunlar çıkar. Bunları çözerken de ayna gerekebilir. Menuhin bile 50 yaşında omzuyla ilgili sorun yaşamış ve Pasques’le çalışmıştı.
Şikayet ettiğiniz bel ağrılarından kurtulmanın yolu?
– Yüzmek en iyi ilaç. Bir de bilinçli jimnastik ve yoga.

25’ten sonra sil baştan, asla!

Türkiye’de konservatuvarı bitirip yurtdışında önemli hocalardan ders almaya giden genç müzikçilerin başına sık gelen vahim sorunlardan biri, sil baştan yapmak zorunda kalmaları. Tıpkı Galamian’a gittiğinizde sizin başınıza gelen gibi… Bu problemle karşılaşmamaları için gençlere ne tavsiye ediyorsunuz?
– Paris Konservatuvarı’nı bitirip Galamian’a gittikten sonra sil baştan yapmam gerekmişti. Ama 14 yaşındaydım. 23-24 yaşından sonra bu durumla karşılaşan gençlere, sil baştan yapmayı tavsiye etmem. Bunu söylemek zor ama, kemanı bırakmaları daha iyi. Çünkü altyapıyı oturtmak en az beş yıl ister. 30 yaşına kadar yeniden çalışmayı göze almak için çılgınca bir tutku gerekir. Oysa o dönemde kemancının hayatta kalmak gibi çok daha temel sorunları var. Harika kemancılar bile hayat zorluklarına takılıp kalıyor. Mesela Tayfun Bozok, müthiş bir virtüöz olma yolundaydı. Ama evliydi, sorumlulukları vardı, Türkiye’ye döndü. Şimdi opera orkestrasında.
Bir genç kemancıya “kesinlikle yapma” diyeceğiniz üç şey ne olurdu?
– Kendinize sorun: Ben gerçekten kemanı seviyor muyum, virtüöz olmak istiyor muyum, bunun için her şeyi göze aldım mı? Net olarak evet, diyemiyorsanız kesinlikle yola devam etmeyin. Hocanız çok ünlü olabilir, uyum sağlayamıyorsanız ve size göre iyi değilse ısrar etmeyin; değiştirin. Virtüöz konumuna gelenlere ise kendilerine çok güvenmemelerini, ihtiyatlı davranmalarını öneririm. Yeterince hazırlanmadan sahneye çıkmamalarında, başlarını duvara vurup yarmamalarında yarar var. Sahneye çıkarken mutlaka yedek arşeleri, telleri olsun. Hatta mümkünse enstrümanları.

Soruyorum, neden?

Gidon Kremer kurduğu Kremerata Baltica Orkestrası’yla Baltık ülkelerindeki yetenekli gençleri seçiyor, geliştiriyor, müzik dünyasına sunuyor. Shlomo Mintz her yıl İsrail’de çölün ortasında dünyanın dört bir yanından gelen gençlere bir ay ders veriyor, yetenekleri seçip müzik dünyasına sunuyor. Maksim Vengerov, kemancı Özcan Ulucan’ı Almanya’da ders verdiği üniversitede asistanı yaptı, onunla Avrupa’da birçok konser verdi. Hatta en son nisan ayında Rostropoviç’le Edison Ödülü aldığı törende birlikte çaldılar. Şimdi Fazıl Say ve Cihat Aşkın‘ın yürüttüğü bu misyonerce tavrı neden birinci kuşak devlet sanatçılarında göremedik; neden ilgiyi hak eden çok yetenekli gençleri menajerleriyle tanıştırmadılar, yurtdışındaki konserlerine taşımadılar?
– Sözünü ettiğiniz kemancılar Musevi cemaatinin çok güçlü uluslararası dayanışma duygularından yararlanarak gençlere destek olabiliyor. Bizim gençlere sahip çıkmamız, tek başımıza destek olmamız ne yazık ki hiç bir etki yaratmazdı. Gençlerin tek ihtiyacı kılavuzluk değil. Burs, iyi bir keman ve moral desteğine ihtiyaçları var. Tek başıma yardım ettiğim nice yetenekli kemancı bu destekler sağlanmadığı için kaybolup gitti. Benim de zamanım boşa harcandı. 40 yıl önce kariyerimle meşguldüm, 20 yıl önce ise canımla mücadele ediyordum. Zaten istesem de gençlere yurtdışında konser ayarlayabileceğim gücüm yoktu. Devir değişmiş, tanıdıklarımı, çalıştığım menajerleri kaybetmiştim. Yine de gençlere elimden geldiğince tecrübemi aktarmaya çalışıyorum. Ayrıca benim de “neden” diye başlayan sorularım var. Neden kemanımı devlet satın almadı? Neden bu kemanın satılmasına seyirci kaldı? Neden zenginlerimiz ya da vakıflar enstrüman alıp en yetenekli gençlerin kullanımına sunmuyor?
Suna Kan‘la aranızda hep bir gerilim yaşandığı söylenir. Oysa sizi birçok kez birlikte gördüm ve çok iyi dost gibi görünüyorsunuz. Geçmişte kalan bu gerilim neden kaynaklanıyordu?
– Suna çok sevdiğim çocukluk arkadaşım, yakın dostum. Üstelik onunla gurur duyuyorum. Fakat hayat bizi karşı karşıya getirdi, insanlar bizi ayırmak istedi. Neredeyse beceriyorlardı! Tüm dünyada konserlerim çok olumlu eleştiriler alırken Ankara’da verdiğim konser için rahmetli Faruk Güvenç’in “Ayla bitmiş” diye yazması beni çok kırmıştı. Tabii eşinin yazısı nedeniyle Suna sorumlu tutulamaz, ama kırıldım. Ve düşünmeye başladım: İkimiz de devlet solistiydik. Suna yetenekli çocuklar için çıkarılan kanun kapsamında devlet tarafından Fransa’da okutulmuştu. Kemanı alınmıştı. Beni ise babam okutmuş, Stradivarius kemanımı almıştı. Muhtemelen Ankara’daki müzik çevresi, yani hükümetle bağları olan kişiler bana İsviçre’de yaşayan, Fransız aksanıyla Türkçe konuşan, züppe ve şımarık bir genç kız olarak bakıyordu. Erkin, Saygun ve Akses’in konçertoları hep Suna’ya verildi. Sanki Suna Kan devletin kemancısı, ben İstanbul’un öksüz çocuğuydum. Mesela, Erkin’in konçertosu Suna’nın hamileliği nedeniyle sahneye çıkamayacağı anlaşılınca, konserden bir ay önce benden istendi. Kendimi yedek parça gibi hissettim. Konçertoyu çaldım, Erkin çok mutlu oldu, çok iyi eleştiriler çıktı. Ama bir daha çalmadım. Neden dersiniz?
Bir başka örnek: Orkestrayla Almanya’ya turneye gidiyoruz. Berlin’de solist Suna. Ben ikinci şehirde çalıyorum. Sanki Suna devletin kemancısı, ben İstanbul denilen kasabanın öksüz kızıyım. Oysa bunlarda Suna’nın hiç günahı yoktu. Yıllar sonra şunu fark ettim: Ankara’da yaşaması onun hükümet tarafından benimsenmesine yol açmıştı. Dahası, devlet tarafından okutulduğu için omuzlarına büyük bir yük bindirilmişti. İstediği eseri seçmek yerine, görev olarak verilen eserleri seslendirmek zorundaydı. Ömrü böyle geçti. Ben ise kuşlar kadar özgürdüm. Birkaç yıl önce ziyaretine gittim Suna’nın. İkimizin de kemanda farklı uslupları olduğunu, bazılarının bizi yıllarca Fenerbahçe – Galatasaray gibi karşı karşıya getirmeye çalıştığını, buna artık izin vermemiz gerektiğini konuştuk. Yine eskisi gibi dost olduk. Beraber konserlere gitmeye, jüri üyeliği yapmaya başladık. Görenler çok şaşırdı.
Meditasyon yapar mısınız?
– Budizm üzerine birçok kitap okudum. Yogayı meditasyonu öğrenmeye çalıştım. Kendimi öfkelerden arındırıp, hep iyiliğe yönlendirmeye çalışıyorum. Belirli bir sistem içinde olmamakla birlikte günün her saatinde meditasyon yapabiliyorum. Hatta şu anda sizle konuşurken bile…
Herhalde “ya sabır” diyorsunuzdur…
– (Kahkahalar)

Rüyalarım yol gösterir

Hislerinizin çok güçlü olduğu, birçok olayı önceden rüyanızda gördüğünüz söylenir. Medyumluk müzikte derinleşme çabası sonucu mu ortaya çıktı, doğuştan gelen bir yetenek mi?
– Doğuştan… Yanlış anlaşılmasın, ruh çağırmıyorum. Ama üç yaşımda, fotoğraflarından tanıdığım ve yıllar önce vefat eden büyükannemle evimizin salonunda karşılaştım. Ben konuştum, o dinledi. Ve bunu kimseye söylemedim. Daha sonra bu tür fiziksel birkaç olay daha oldu. Ama çoğunlukla geleceği haber veren rüyalar görmeye başladım. Sadece kendimle değil, başkalarıyla, hatta şahsen tanımadıklarımla ilgili olayları da görüyorum. Altı yaşımda vapurla Paris’e gideceğimi gördüm. Coğrafya bilmiyorum. Ama sonra eğitim için Paris’e giderken Marsilya’ya kadar gemideydik. Van Cliburn’un Moskova’daki yarışmada birinci olacağını söylediğimde inanmamıştı. Ölümünden sonra David Oistrakh‘ı gördüm. Çalışma odasında bir dolabın çekmecesini açıyor, içinden nota çıkarıp “Mozart çalışmalıyım” diyordu. Ertesi gün Cenevre’deki doktoruma gittiğimde, rica etti. Birlikte Schubert, Mendelsohn çalışalım dedi. Amatör piyanistti. Evine gittim, çalışma odasına girdiğimde rüyamdaki dolap çıktı karşıma, donup kaldım. Biraz sonra “Bak, sana ne göstereceğim” deyip, çekmecesini açtı. İçinden Mozart’ın orijinal mektubu çıktı. 17 Ağustos Depremi’ni birkaç ay önce gördüm. 2001’de, rüyamda babam ve annemle New York sokaklarında üst noktası ışıklar içinde kaybolan bir kulenin merdiveninden çıkıyorduk. Annem önde, babam ortada, ben arkada. Yolda durdum, baba ben annemi takip etmek istemiyorum, dedim. Peki, dedi babam. Beni aşağı indirdi. İki ay sonra bağırsaklarımda ciddi bir sorun çıktı. New York’ta, babamın ölüm gününde, La Tour (Kule) adlı klinikte MR çektirdim. Kanser olduğumu söylediler. Tuhaf bir gece geçirdim. Lambalar söndü, yandı. Sonra sekiz saat süren ağır bir ameliyata girdim. Neyse ki kanser çıkmadı, ama üç gün gecikseymişim ölecektim.

Neredeyse peruk takacaklar

Bazıları zirvedeki kemancıların tamamen teknik gösteri üzerine yoğunlaştığını, sayelerinde yorumda duygunun ortadan kalktığını düşünüyor. Joshua Bell, Sarah Chang gibi gençleri dinlerken ne hissediyorsunuz?
– Tekniklerini takdir ediyorum, hayran kalıyorum. 1988’de Tibor Varga Yarışması’nda Çinli gençleri dinledim. Paganini’yi öyle çaldılar ki dinleyeni uçurdular, ben böyle çalamazdım. Biliyor musunuz, ilk elemede silindiler. Daha iyileri vardı çünkü. Öyle bir devirde yaşıyoruz, teknoloji öyle ilerledi ki kemanda müthiş tekniğe ulaşan gençlerin sayısındaki patlama şaşırtıcı gelmiyor bana. Fakat yüreğimi kıpırdatan çok, çok az. Bir kısmı şov yapıyor. Diğerleri onlara tepki duyup barok üslupla, yarım ton aşağıda, vibratosuz çalıyor. Neredeyse peruk da takacaklar. İkisi de sahte geliyor bana.
1990’ların sonlarında bir mucize oldu, Sovyetler Birliği dağılınca çok iyi hocalar küçük ücretler karşılığında Türkiye’deki konservatuvarlarda çalışmaya geldi. Şimdi sonuçlarını görüyoruz. Adana’dan, Edirne’den uluslararası yarışma kazanan gençler çıkıyor. Shlomo Mintz bile Keshet Eilon’a giden genç kemancılarımızın seviyesine şaşırdığını anlatmıştı. Bu mucize devam edecek, uluslararası platformdaki genç Türk kemancıların sayısı, piyanistleri yakalayabilecek mi?
– Ben umutluyum. Tuncay Yılmaz, Cihat Aşkın, Hakan Şensoy 30’lu yaşların ötesinde olgunlukta çalan kemancılar. 20’li yaşlardaki Özcan Ulucan, Ayşen Ulucan, Atilla Aldemir, Hande Şeker’den gelecek adına umutluyum. Çok yetenekli gençlerimiz var, çok iyi hocalar var ama patlama yaratacak durumda değiliz. Çünkü destek hâlâ çok yetersiz. Ve dünyada rekabet çok keskin.
En son, Brahms’ın ikili konçertosu ve birlikte çalacağınız Aleksandr Rudin üzerine konuşalım isterseniz. Esere bakışınız zaman içinde nasıl değişti, Rudin’le iletişiminiz nasıl?
– Bu konçertoyu her geçen gün daha çok seviyorum. Bestecinin piyano konçertosundan bile güzel bir eser, çünkü keman ve çello arasında diyalog var. Tıpkı oda müziği gibi. Yorumda besteciyi ve eseri ön planda tutan akademik tavrım dünden bugüne değişmedi. Ama hayat tecrübeme bağlı olarak kemanımın sesi farklılaştı. 1997’de ilk kez Rudin’le konser vermiştik. Ender rastlanabilecek bir çellist ve büyüleyici bir sanatçı. İnsanı müthiş sakinleştiriyor, yumuşatıyor. İlginçtir, çok farklı tamperamanlarımız var. Ama seslerimiz birbirine yeşille mavinin kontrastı gibi uyuyor. Onunla çalacağım için, kayıtları Bilkent yayımlayacağı için çok mutlu ve heyecanlıyım.
(Serhan Yedig / Kasım 2004 / Andante / özetlenerek Hürriyet’te de yayımlanmıştır)

 

HANGİ USTA, ERDURAN’IN KEMANINDA NE İZ BIRAKTI?

PABLO CASALS
Toprağın derinliklerini keşfettim

Pablo Casals‘ın köyünde, Oistrach’la verdiği konseri dinlemek ufkumu açtı. Çellosunda toprağı ve tüm derinlikleri hissettim. Oistrach ise üzerindeki gökyüzü gibiydi. Bir çalgının ne kadar derin çalınabileceğini görüp, sarsıldığım ender anlardan biridir bu. Oistrach’la evine gidip müzik üzerine tartıştığımızda, Bach konusundaki fikirlerimi pekiştirme fırsatı buldum. Bach’ın Alman değil, yeryüzü vatandaşı gibi yorumlanması gerektiğini savunuyordum. Çünkü eserlerinde İngiliz, İrlanda, Fransız ve daha birçok kültürün izi vardır. Casals’ın da bu görüşü savunduğunu gördüm.

PIERRE FOURNIER
Özgüvenimi pekiştirdi

Birlikte konser vermedik, ama oğlu yakın arkadaşımdı. Çok birlikte olduk, sohbet ettik. Asalet ve kibarlığın timsaliydi. Bununla birlikte çok alçak gönüllüydü. Tıpkı Oistrach, Mehuhin gibiydi. 1957’de İstanbul’daki evimize ziyarete geldiğinde küçük parçalar çalmıştım ona. Bitirince “Tebrik ederim. Bu küçük virtüözite parçalarını abartmadan, bayağılığa kaçmadan çalmak büyük ustalık ister” demişti. Sözü bana hem ders, hem sahne korkusunu yenecek güven ilacı oldu. Amerika’da, Galamian’ın ricası üzerine beni dinleyen Isaac Stern’in “Çok güzel” demesi de bana büyük güç vermişti.

WILHELM KEMPFF
Kemanıma orkestra zenginliğini taşıdı

Brahms’ın sadece re minör sonatını bilirdim. 11 yaşında piyano konçertosunu ilk kez Wilhelm Kempff’ten dinledim. Sohbetlerimizde müziğe bütünsel bakmanın önemini, enstrümanı geçecek müziği yakalama duygusunu kazandırdı. Liszt’in torunu Madam De Preveote’nun evinde Liszt’in “St. Francis Suların Üzerinde”yi seslendirmişti. O konserde piyanonun tuşlarında dalgaları hissettim, müziğe bakışım değişti. Bana kemanın ses paletini zenginleştirmenin yollarını açtı. Önce piyanonun sonra orkestradaki diğer çalgıların renklerini, tonlarını kemanıma taşımamı sağladı. Menuhin’le dostluğumuzun kapısını açan, Bach’ın Chaconne yorumu onun sayesinde ton zenginliğine kavuşmuştu.

DAVİD OİSTRAKH
Sesime hacim kazandırdı

Sadece keman hocam değildi, kişiliğiyle de bana model oldu. Çalışımı değiştirdi. David Oistrakh‘ı ilk kez plaklarda dinlediğimde kemandaki puslu, derin tonuna aşık olmuştum. Tanıştığımda ve ne kadar mütevazı, babacan olduğunu gördüğümde kişiliğine de aşık oldum. Dünyaya ve müziğe derinlemesine bakmayı ondan öğrendim. Yumuşaklığın, sıcaklığın sihrini kavradım. Kemanımın sesine hacim kazandırdı.

ANDRE NAVARRA
İlk büyük cesaret denemesini yaptım

1966’da Ankara’ya konsere geldi. Geçmişte tek başıma çok iddialı konserler vermiştim. Ama böylesine efsane bir isimle ilk kez aynı sahneye çıkıyordum. Konserin ilk yarısında Schumann’ın konçertosunu çaldı. Nasıl cesaret ettim bilemem, ikinci yarıda çıkıp Mozart çaldım. Şimdi olsa, bile onunla sahneye çıkmayı düşünürüm. Hatırlamak bile ürpertiyor. Brahms çalarım belki ama o Schumann çaldıktan sonra ben Mozart çalmam. Oysa o zaman rüya gibi gelmişti.

GALAMİAN
İnanç aşıladı

Perlman, Zuckerkan ve çağımızın birçok önde gelen kemancısını yetiştiren müthiş bir pedegogdu. Müthiş bir çekim gücü vardı. Çok az kelimeyle, çok fazla bilgi aktarırdı. Tüm temelimi ona borçluyum. Müthiş bir özgüven ve inanç aşıladı bana.

ZİNO FRANCESCATTİ
Hayatıma, müziğime ışığı getirdi

Işık dolu, pırıl pırıl, sıcak bir yorumu vardı. Onun ışığına kapıldım, müziğime güneş getirdi. Asil ruhlu, çok alçak gönüllü, sade bir insandı. Kişiliğiyle beni çok etkiledi. Babam gibi sevdim onu. David Oistrakh’a ulaşamadığım zamanlarda, onu kaybettikten sonraki yıllarda kılavuzum oldu. Marsilya’daki evine gider, keman çalar ve yorumlarını alırdım.

YEHUDI MENUHIN
Müziğimi egodan arındırdı

İyiliği, dürüstlüğü, sadeliği, kültürü ayrımcılıktan uzak yardımseverliğiyle beni çok etkiledi. Isaac Stern birçok yakınını toplama kamplarında kaybetmişti “Almanya’ya ayak basmam, Yahudi olmayanla konsere çıkmam ama ders veririm” derdi. Menuhin ise hem Filistin davasına sahip çıktı hem de zor gününde Furtwangler’i destekledi. Herkese gönlünü açtı. Hint felsefesini onun sayesinde keşfettim. Egodan arındırılmış müzik yapmanın yolunu gösterdi. Ayrıca beni menajeri Samama’yla tanıştırdı. Brendel, Stravinski, Milstein, Bernstein, Te Kanawa, Pollini gibi isimlerin temsilcisi De Koos’un listesine girdim.

HENRYK SZERYNG
Coşkuyu ve hüznü getirdi

Büyük bir virtüözdü. Hayatıma ve müziğime hem olumlu hem de olumsuz etkileri oldu. Kontrollu, akademik bir üslubu vardı. Aşırılıklarımı törpülememde bana yardımcı oldu. Çok içer, yine de müthiş çalardı. Zor zamanlarda içkiden destek alınabileceği fikrinin zihnime yerleşmesinde etkisi olduğunu söyleyebilirim. Ona aşıktım, o da bana. “Ayla beni değil, kemanını tercih et” dediğinde müzikçi olarak onur duydum, takdir ettim. Oysa 30 yaşın heyecanıyla, bana kadın olarak bakmasını istemiştim. İlişkiyi ben kestim ama bana çok acı verdi. Biten her aşk gibi hayatıma, sanatıma hüznü getirdi. Acısı zamanla geçti, yine dost olduk. Ne kadar haklı olduğunu yıllar sonra gördüm. 20 yıl geçti, bir Alman baronesle evlendi. Eşi bakıcısı gibi hayatını ona vakfetmek zorunda kalmıştı.

Erduran’ın hayatı roman: Müzik yazarı Evin İlyasoğlu, Ayla Erduran’la yaptığı görüşmelerin ışığında kemancının kapsamlı biyografisini yazdı. Kitap için 1,5 yıl boyunca haftada iki gün Erduran’la buluşup, saatlerce hayatı üzerine konuştu. Ardından metni tamamlayıp sanatçıyla birlikte gözden geçirdi. “Erduran bu kitapta özel yaşamıyla ilgili acı olayların, dramların ön plana çıkarılmasını istemedi, ışığa bakan bir kemancı portresi yazmamı istedi” diyor İlyasoğlu. Andante röportajına da kaynak teşkil eden, “Ayla’yı Dinler misiniz” 2002’de Remzi Kitabevi’nden yayımlandı. 288 sayfalık kitapta Erduran’ın yaşam öyküsü ve müzikal gelişiminin yanı sıra, hayatını değiştiren efsanevi müzikçilerle ilgili onlarca anekdot yer alıyor. Kemancının ailesi ve konserleriyle ilgili fotoğrafları da içeren kitap (korsanları hariç) bugüne dek üç baskı yaptı.

Linkler

Hayranlarının açtığı Facebook sayfası

Biyografisi

Share.

Leave A Reply

five × 3 =

error: Content is protected !!