Emre Şen / Tehlikeyi severim

0

Emre Şen, müzik eğitimi konusunda Türkiye’nin en iddialı üniversitesi Bilkent’te Piyano Anasanat Dalı Koordinatörlüğü’nü yapmış deneyimli bir piyanist. Oysa bu göreve atanmasından 10 yıl önce, aynı bölümdeki parlak öğrenciliği bir felaketle noktalanmıştı. Üniversite üçüncü sınıfta kaydını dondurup, ufkunu açmak, yarışmalara katılmak üzere İtalya’ya gitmiş, Ecole Normale de Musique’de eğitim fırsatını değerlendirmeye çalışırken Bilkent’ten kaydı silinmişti. 12 yıllık çabadan sonra elinde ilkokul diplomasıyla ortada kalan Şen, Ecole Normale’i birincilikle bitirdi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden diplomasını aldı. Londra’da Kraliyet Müzik Koleji’nde yüksek eğitimini tamamlayıp, Bilkent’in seçkin eğitim kadrosuna katıldı. İtalyan basınının “piyanonun şeytani meleği” diye tanımladığı, müzik çevrelerinde “Emre Chopin” lakabıyla anılan Şen’i 2008 yılının güneşli bir şubat ikindisinde Ankara’daki evinden aradık. 300 dakikayı aşan sohbetimizde müziğe, eğitime bakışını, “ellerine düşene acıyorum” dediği kifayetsiz müzik öğretmenlerini, gelecekle ilgili hedeflerini konuştuk.

 

Geçmişe baktığınızda, konservatuvarda piyano eğitimine 13 yaşında başlamanızı nasıl değerlendiriyorsunuz; ne kazandırdı, ne kaybettirdi?

– Altı yaşında başlasam belki daha köklü beceri elde ederdim. Fakat bunu bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değil. Geç başlamak ruhsal gelişim açısından olumlu oldu. 6-13 yaş arası çok güzel geçti, doyasıya oynadım. Arkadaş grubum vardı, haşarılık yaptım, aşık oldum, gezdim. İçe dönük, takıntılı bir çocuktum; müziğe erken başlasam piyanoya tutkuyla bağlanacaktım, çevremle ilişkim zayıflayacaktı. Sonraki yıllarda piyanoyu suçlayabilirdim. 13-Image15 yaş arasında piyanonun başından kalkmamacasına çalıştığım için çok hızlı ilerledim, Chopin’in baladlarını, konçertolarını çalacak hale geldim. O yıllarda şimdinin Mertol Demirelli’si gibi harika çocuklarla bir arada okumadığım için rekabet duygusunu, geç kalmış olma endişesini pek yaşamadım.

Fizyolojik özelliklerinizin piyano başındaki avantajları, dezavantajları nelerdi; sorunları nasıl çözdünüz, avantajlarınızı nasıl geliştirdiniz?

– Ellerim yeterince büyüktü. Oktav açmakta hiç sorun yaşamadım. 15 yaşına geldiğimde, piyano başından kalmadan çalışmak, spor yapmamak yüzünden vücudumda eğrilik gelişti. Sağ omuzum yukarıda duruyordu, topallıyordum. Okulda yürüyüşümün taklidini yapar eğlenirdik. Başlangıç için çok zor eserler seçer, kimi zaman tek satıra saatlerce çalışırdım. Bir gün fark ettim ki, bazı teknik sorunlar akşamdan sabaha sanki kendiliğinden çözülebiliyordu. Gece geç saatlere kadar çalışıp istediğim sonucu alamadığımda umutla uyurdum. Sabah erkenden piyano başına oturduğumda aşamadığım bazı sorunların çözüldüğünü görürdüm. Bilkent’teki ilk yılımda, eve gidiş geliş zamanından tasarruf edip çalışmak için yurtta kalıyordum. Sabahın sihrini keşfedince, okul binasının zemin katında bir pencereyi akşamdan açık bırakmaya başladım. Sabah 6’da buradan süzülüp dersliğe girer, okul açılıncaya kadar iki saat çalışırdım. Bu ekstra saatler tekniğimi geliştirmeme çok faydalı oldu.

Piyano tutkum, atari takıntısı gibiydi
TED’den ayrılırken bayram ettim

Bu çalışma temponuzu kaç yıl sürdürdünüz?

– Benim için piyano çalmak, şimdiki çocukların atari tutkusu gibiydi. Ailem kolumdan tutup zorla oturmamıştı, okul ödevi değildi. Piyano oyuncağımdı. Başından hiç kalmıyordum. Saplantıya dönüşmüştü. İlk yıllarda Chopin’in etüdü gibi zor bir eseri derse hazırlayıp çalarak hocamı şaşırtmak ve sevindirmek çok hoşuma giderdi. TED’den alınıp, tam zamanlı olarak konservatuvara gönderildiğimde, internet kafeden çıkmayan, günde 12 saat atari oynayan çocuğa, seni okuldan alıyoruz, internet kafeye yazdırıyoruz, bundan sonra sadece atari oynayacaksın denmiş kadar sevindim. Yaz aylarını iple çekerdim. Finike’deki yazlığımıza piyanoyu götürmüştük. Sabahtan akşama kadar piyano çalışırdım. 18 saat çalıştığımı hatırlarım. 17 yaşında, 1.78 boyunda, 53 kiloydum. Kemiklerim sayılabiliyordu.

Sizi uyaran olmadı mı?

– Dedem, sadece müzikle hayat geçmez oğlum, demişti. Ama o da bütün gün Kuran okur, namaz kılardı. O da ibadeti takıntı haline getirmişti, dolayısıyla nasihatini pek dikkate almadım… 18 yaşına geldiğimde yurtdışında yarışmalara katılmaya başladığımda ölçüyü iyice kaçırdım. Çılgın gibi çalışıyordum. Bir akşam videoda La Boom adlı bir gençlik filmini izlediğimde, bir anda dışarıda bambaşka bir dünya olduğunu, yaşıtlarımın eğlendiğini, partiler düzenlediklerini gördüm. Ben ise piyano çalışmaktan sevgilime ve arkadaşlarıma zaman ayıramıyor, sürekli yalnız yaşıyordum. Aynı günlerde hocam Ersin Onay “Ben uçan Emre Imageistemiyorum” deyip yurtdışındaki yarışmalara katılmamı yasakladı. Bunların sonucunda 18 yaşında, bir anda hayatımı değiştirmeye karar verdim. Ağabeyim Ankara’daki bir gece kulübünde rock grubuyla sahneye çıkıyordu. Grubun klavyecisi oldum. Saçım uzundu, tanınmamak için bandana ve güneş gözlüğü takıp Berk ismiyle sahneye çıkıyordum. Bu dönemde piyano çalışmayı birden bire bıraktım. Haftada toplam iki saat kadar çalışıyordum. Fakat önceki yıllarda fazlasıyla çalışıp repertuar yaptığım için sınavlara parça hazırlamak sorun olmuyordu. Çalışmadan sınavlardan 100 aldığım için sonunda babam isyan etti. Okula gidip “Bu çocuk günde 10 saat çalışırdı, şimdi bir saat bile piyano başına oturmuyor, ne oldu” diye sormuştu. Fakat önceki yıllardan genişlettiğim repertuarı dinleyen hocalarımı bir terslik olduğuna inandıramıyordu. 22 yaşına kadar bu durum sürdü. İtalya’da yaşayan işadamı Faruk Alatan eğitimim için burs verince, Ecole Normale’de okuma imkanı belirdi ve yeniden çalışmaya başladım. Ama ilk günlerdeki çılgın çalışma temposunu bir kez daha yaşamadım.

İşadamı Alatan’la yolunuz nasıl kesişti, hangi koşullarla burs aldınız?

– Müziksever Haluk Alatan burs vermek isteyen kardeşine beni önermiş. Tıp bursu vermeyi düşünürken, elçiliğimizden yetkililer araya girince burs bana nasip oldu. Beni Marcella Crudeli’ye dinletti. Onay alınca, “İstediğin ülkede, istediğin okula gidebilirsin” dedi. Bunun üzerine Roma’da Crudeli’yle çalıştım, Ecole Normale’i dışarıdan bitirdim.

Eğitimci gözüyle Türkiye’de aldığınız temel piyano eğitimine baktığınızda, bilgi aktarımı ya da öğretme tekniği açısından “ben olsam asla bunu yapmazdım” dediğiniz bir şey var mı?

– O kadar çok ki, nereden başlasam bilmiyorum. Hocalarımız bizi fazlasıyla sahiplenir, başka eğitimcilerle bilgi alışverişinde bulunmamızı, kontrol dışına çıkıp yurtdışına uzanmamızı, yeni bilgilerle donanmamızı pek istemezdi. Kafamızın karışacağını, zarar görebileceğimizi ve tekniğimizin bozulabileceğini savunurlardı. Bense şöyle düşünüyorum: Müzik evrensel bir sanat, öğrenci özellikle belli bir seviyeden sonra dünyadaki farklı birikimlerden de haberdar olmalı. 18 yaşındaki bir genç çılgınca piyanoya bağlanmış, dünyanın tüm önemli yarışmalarına girmeyi aklına koymuşsa ortada sağlıksız bir durum olabilir. Ailesinin ve hocasının dikkatli davranması, iyi yönlendirmesi gerekir. Hocamın radikal bir şekilde yurtdışına açılmamı tamamen yasaklaması, bende beş yıllık küskünlüğe yol açtı. Bilinçsizce açılmak da sakıncalı, tamamen kapanmak da. Teknik açıdan ise, hocam Horowitz’in dışındaki tüm piyanistleri bir kenara koyardı. Ersin Bey’le özdeşleştiğim için, yaklaşımı beni de etkiledi. Öylesine emindim ki tekniğimden ve müzikal gelişimimden, diğer yaklaşımlara, eleştirilere karşı adeta körleşmiştim. Yarışma jürilerinin getirdiği eleştiriyi bile dikkate almadan dinliyordum. Yıllar sonra İsrail’de katıldığım bir master sınıfında ve İngiltere’de Kraliyet Müzik Akademisi’ndeki eğitimim sırasında hocaların öğrencilerini nasıl diğer eğitmenlerden bilgi almaya teşvik ettiklerini gördüğümde, Türkiye’deki yanılgıyı fark ettim.

Avrupa Yakası’ndaki Şahika
gibi iddiacı değilim!

Birçok piyanist Türkiye’deki eğitimden sonra yurtdışına çıktığında, çok ciddi sorunlar yaşıyor. Kol, parmak kullanma biçimi gibi temel konularda bile, öğrendiklerini unutup yeniden başlamak zorunda kalıyor. Benzer sorunları yaşadınız mı?

– Ben de bazı sorunlar yaşadım, bunları dengelemek ve sindirmek yıllar aldı. Türkiye’deki birçok konservatuvarda piyano başında, daktilo yazarmış gibi kolların kasılmasına yol açan kısıtlı bir pozisyonla, parmakların artiküle edilerek çalıştırılması istenirdi. Hocam bu tekniği eleştirir, kolların rahat tutulmasını, kol ağırlığıyla, daha serbest bir teknikle çalınmasını isterdi. Bu sayede diğer öğrenciler gibi tendon sorunu yaşamadım, piyanodan çirkin ses çıkarmamayı öğrendim ve sakatlanmadım. Oysa bu teknik her durumda kullanmak için uygun değil. Ravel, Debussy gibi empresyonistler için harika olabilir. Bach, Beethoven çalarken parmaklarınızla tuşları yeterince kavramazsanız ve zaman zaman kasılmadan, bilinçli bir şekilde artiküle etmezseniz, piyanodan gereken ses çıkmıyor. Nitekim yurtdışındaki ilk uluslararası yarışmamda, jüri üyeleri bu noktada eleştiri getirmişti. Hüseyin Sermet bir konserden sonra yorumumu övmüş, “Peki ama neden 90 yaşında, bitkin bir piyanist gibi çalıyorsun, neden böyle pısırık bir yaklaşım seçtin” diye sormuştu. Ayşegül Sarıca ise beni Rahmaninof’un 2. Konçertosu provasında dinlediğinde “Çocuk çekiniyor, o nedenle güçlü çalamıyor” demişti kibarca. Sonra da, hızlı pasajlarda tuşların dibini bulmadığım için yoğun bir ses çıkmadığını belirtip, uyarmıştı. Tekniğimden o kadar emindim ki, uyarıları dikkate almadım. Fakat Roma’da Crudeli ile çalışmaya başladığımda, bocaladım. Sonra hızla yol almaya başladım. Tüm bunların nedeni, eğitimcilerimizin, başka kaynaklara danışmayı reddederek eğitim vermesi.. Ben öğrencilerimi zaman zaman, yurtdışından gelen, master sınıflarında ders veren, takdir ettiğim düzeydeki hocalara yönlendiriyorum, onların görüşlerini almalarını istiyorum. Eğer öğrencimin sorununu anlayamıyorsam, kendimi suçlamadan ve eksikliğimden utanmayı bir yana bırakıp başka piyanistlere yönlendiriyor, onlara da danışmalarını öneriyorum. Bilkent Piyano Bölümü’nün başkanı olarak her şey benden sorulur, demiyorum. Avrupa Yakası’ndaki Şahika gibi değilim yani!.. Eğitimci ölene kadar sürekli öğrenmeli. Bugün bile güvendiğim, saygı duyduğum yorumculara ve arkadaşlarıma çalar, görüşlerini alırım. Eleştirilerini değerlendirir, anlar, akılcı bulursam uygularım. Dünyaya kulaklarımızı kapatmak, her eleştiriyi değerlendirmeden ciddiye almak ya da eleştirileri hiç ciddiye almamak tehlikeli alışkanlıklar. Türkiye’de eğitmenler bilmedikleri ortaya çıkmasın diye, kapılarını dünyaya kapatıyor. Halbuki “tek doğru” veya “en geçerli teknik” diye bir şey yok.

Yeniden başlasam yine
Ersin Onay’la çalışırdım

Yurtdışındaki konserlerde, yarışmalarda, sınavlarda “Ne kadar şanslıymışım, iyi ki Ersin Onay gibi bir hocam olmuş” dediğiniz olmadı mı hiç?

– Hocam, bana müziği sevdiren kişidir. Yorumcular, eserler, besteciler üzerine derinlemesine analizler yapardı. Chopin’i onunla bir kez daha sevmiştim. Hayal gücümüzü kışkırtırdı, büyüleyici metaforlar yapardı. Hiç unutmam, sınıf arkadaşım Sevinç Keser, hocamızı dinlerken dayanamaz ağlardı. Beni el üstünde tutardı; sanki yeryüzünde piyanist olarak Vladimir Horowitz , hocam ve bir de ben vardım! Hocamla bir takım olduğumuza, mükemmel çaldığımıza inanırdım. Bana müthiş bir özgüven kazandırdı. Kulise gelir, beni öylesine güzel motive ederdi ki, hiç endişe duymazdım. Her şeyin üstesinden gelebileceğime, çok iyi olduğuma, hata yapmayacağıma öylesine inandırmıştı ki beni, 18 yaşında konserlere, yarışmalara çıkarken heyecanlandığımı hiç hatırlamıyorum. Kuliste espri yapar, fıkra anlatırdım. Oysa şu anda heyecanlanmamak benim için sadece bir ütopya… Beni sürekli terslese, Rus ekolünün hocaları gibi takdirini saklasa bu kadar güçlü özgüvenim olamazdı ve sahneye neşeyle çıkamazdım herhalde. Bilkent’te özel statü kazanmamı sağladı. Diğer derslere girmedim. Hatta yolda zaman kaybetmemem için lojman verilmesini bile sağlamıştı. Hepsinden önemlisi takdir etti, sevildiğimi hissettirdi. 30 yıl önceye dönsem, müziğe yeniden başlasam, Türkiye’de çalışmak isteyeceğim hocalar yine Ersin Onay ve Nimet Karatekin olurdu.

Bilkent’teki öğrencilik döneminizde eğitimden bağımsız olarak konser ve kayıt dinleyerek kendinizi geliştirmeye çalıştınız mı, neler dinliyordunuz, kimlerden etkilendiniz?

– Ankara’daki konserler çok sınırlıydı. Bulabildiğim tüm önemli CD’leri alıyor, dinliyordum. Rubinstein ’ın Chopin yorumlarına gizlice hayrandım. Çünkü hocam Horowitz’çiydi. Horowitz’e “Piyano çalmayı bilmiyorsun” dediği, yıllarca piyanoyu bırakmasına neden olduğu rivayet edilen Rubinstein’dan pek bahsetmezdi. Ankara’da ne yazık ki opera, baleyi yeterince tanıyamadım. İlk kez Roma’da büyülenerek opera izlediğimde 22 yaşındaydım. Oysa, bir müzisyen için diğer dalları da tanımak ve anlamak çok önemli.

Yarışma jürisindeki Tipo, bu kadar
aptalca Mozart yorumlanmaz, dedi

Ufkunuzu açan CD ya da karşılaşma oldu mu?

– Ufkumu açan kişi İtalyan piyanist Maria Tipo’ydu. 1990’da, İtalya’da girdiğim ilk önemli yarışmada karşılaştık. Jüri üyesiydi. Kuliste konuştuğum diğer jüri üyeleri yorumumu övüp birkaç nazik hatırlatma yapmakla yetinmişti. Bunlar Ersin Bey’den iyi mi bilecek, deyip ciddiye almamıştım. Tipo ise beni yerden yere vurmuştu. Yorumumu hiç beğenmediğini, pısırık çaldığımı, tuşların dibini bulmadığımı söylüyordu. “Doğru nota okumayı bilmiyor musun? Bir sürü okuma hatası var, bu kadar aptalca Mozart yorumu da olmaz, Liszt ise hiç ImageLiszt’e benzemiyor” demişti. Beni bu kadar eleştiren piyanistin nasıl çaldığını çok merak ediyordum. Birkaç ay sonra Kraliçe Elizabeth Yarışması’na gittiğim Brüksel’de bir plakçıda Tipo’nun bir kasetini buldum. Schumann’ın Senfonik Etütler’ini çalıyordu. O kadar hoşuma gitti ki, büyülendim. Ardından Golberg Varyasyonları yorumu elime geçti. Ona da hayran kaldım. Bir süre sonra Tipo’nun İtalya’da master sınıfı düzenleyeceğini duyunca Ersin Hoca’dan izin istedim. Son derece alınmıştı. Kıyamet koptu… İlk kez karşı karşıya gelmiştik… Ufkumu açan iki konserden daha bahsetmek isterim: Ecole Normal’in altıncı seviye sınavında birinci olan Ermeni asıllı bir bayan piyanistin çaldığı Mozart’ı, Londra’da, Royal Albert Hall’da, Helene Grimaud’nun Ashkenazi yönetimindeki Ravel’in piyano konçertosu yorumunu hiç unutamıyorum.

Sizin kuşağınızın piyanistlerinden Toros Can , Ankara Devlet Konservatuvarı’nda çağdaş müzik örneği olarak Ravel’in öğretildiğini söylemişti. Bilkent’te çağdaş müziği tanıma fırsatını buldunuz mu?

– Bizde de çağdaş müzik Prokofiyef’e kadar geliyordu. Sonrasını merak eden pek yoktu. Ben zaten Chopin’e odaklanmıştım. Hocam da tercihi bana bırakmıştı.

Ertuğrul Oğuz Fırat gençlere düzenlediği ev toplantılarında Fazıl Say , Muhiddin Dürrüoğlu, Emre Elivar gibi Ankaralı birçok genci çağdaş müzikle tanıştırmıştı. Bu toplantılara katılır mıydınız?

– Bu toplantıları ilk kez sizden duyuyorum… Çağdaş müzikle katıldığım yarışmalar vesilesiyle tanıştım. A. Roussel, Calligaris gibi ismi duyulmamış çağdaş bestecilerin eserlerini severek çaldım. Belki yeni bir şey olduğu için heyecanla çalıyor ve zaman zaman bu bestecilere ithafen verilen ödüller alıyordum. Çağdaş müzikle çok iç içe olmasam da bu tarz müziği analiz etmek ve anlamak bir yandan hoşuma da giderdi. Amerika’da beni çok korkutan çağdaş müzik analizi dersinde yüksek notlar bile alırdım. Yine de itiraf etmem gerekir ki günümüz müziğini, Rahmaninof, Prokofiyef ve öncesiyle karşılaştırdığımda çok eksik buluyorum. Bazı çağdaş bestecilerin eserlerindeki gibi bir nota çalıp, beş sus beklemek bana sadece oyun ve matematik gibi geliyor. Bunun müzik olduğunu tartışırım.
“Mozart, Bach yapılması gerekeni yaptı, şimdi yeni şeyler söylemek gerekir, atonal olmalı”, gibi görüşlere şiddetle karşıyım. Böyle bir iddiayla yola çıkarak varolan bir repertuvarı bilmemenin eksikliğini hissetmiyorum. Öğrenilmese de olur…

Korkarım ki, dostlarınızdan en az birini kaybetmek üzeresiniz. Toros Can bu röportajı okuduktan sonra sizinle tüm ilişkilerini kesecek.

– (Kahkahalar) Toros bu fikrimi biliyor. Bir konserde bis parçası olarak Mendelsohn çalmıştım, “Rezalet bir eser” demişti Mendelssohn’un etüdü için… “Sus, yoksa çarpılırsın, sen git atonal müziklerini çal işte”, demiştim şakayla karışık. Birlikte gülmüştük… Toros’un çabasına saygı duymakla birlikte, geçmişin birikimiyle ve derinliğiyle karşılaştırılınca çağdaş müziğin pek kıyaslanmaya değer sayılamayacağı kanısındayım.

Kazandığınız yarışmalar size Almanya, İtalya, Fransa’da eğitimin kapılarını açtı. Bu yarışmalara ödülle birlikte eğitim fırsatı sundukları için mi girmiştiniz yoksa adınızı duyurup konser fırsatı yakalama arzusuyla mı?

– Roma Yarışması, 24 konserlik bir turne sağlıyordu. Para ödülü, yarım kuyruk piyano, kupa, madalya bir yana benim için en değerli tarafı bir menajer bulup konserlere çıkma hayaliydi.

Türkiye’de tül gibi çalıyordum, İtalya’da
tıkır tıkır, ABD’de takır tukur çalmaya başladım

Ersin Onay, Bilkent’te eğitiminize ara verip, İtalya’da eğitime gitmenize neden karşı çıkmıştı, gerekçesi neydi?

– Bunu bana söylemedi. Önce babamla gittik. Babam, burs bulduğumuzu, İtalya’da eğitim fırsatı yakaladığımızı anlattı. “Uygun görür müsünüz” diye sordu. Ersin Hoca “Tabii, neden olmasın, geçmişte yurt dışına gitmesini kafasını karıştıracaklarını, onun birikimine zarar verebileceklerini düşündüğüm için istemiyordum. Şimdi teknik hiçbir sorunu kalmadı ve olgunlaştı, rahatlıkla gidebilir. Zaten iki dersi kaldı, mezun edebiliriz” dedi. Rektörlüğe bir yazı yazacağını, İtalyanca ve tarih derslerinin sınavına dışarıdan girip okulu bitirebileceğimi söyledi. Yarın gel, hallederiz, dedi. Ertesi gün kapısını çaldığımda beni odasından kovdu. Çok alınmış, küsmüştü. Biz bir takımdık ve ben takıma ihanet etmiş gibiydim. Sonraki 10 yıl birbirimizle konuşmadık. Kaydımı dondurup İtalya’ya gittim. Ecole Normal’i bitirmek üzere çalışırken, kayıt dondurma sürem dolmuştu. Bilkent’ten arayıp, uyardılar. Yurt dışında sürdürdüğüm eğitimim bana fazlasıyla heyecan veriyordu. Dönülmeyecek noktadaydım. Kaydımın silinmesinde bir sakınca görmediğimi söyledim.. Türkiye’ye döndüğümde, Bilkent’e başvurdum. Af sınavına girip, diplomamı almak istedim. Fakat hocam hâlâ kırgındı, görüşmek istemiyordu. Af sınavını bekleyemezdim, çünkü o tarihte askerde olabilirdim. O sırada Eskişehir Anadolu Üniversitesi Rektörü Engin Ataç beni arayıp, yardım önerdi. Bu sayede 2000 yılında üniversite diplomamı aldım.

Türkiye’den sonra Almanya, İtalya, Fransa, Amerika ve İngiltere’de eğitim gördünüz, en az üç farklı ekolün tedrisinden geçtiniz. Hayatta kalmayı, kendi sesinizi bulmayı nasıl başardınız?

– Ekolleri tanımlamakta zorlanıyorum. Hangi ekol neyi içeriyor diye sorsanız aslında net olarak bilmem. Ersin Hoca’nın ekolünü tanımlamak da çok zor. İlle bir ekol diye düşünülürse Fransız ekolü diye tanımlanabilir belki. Avusturya’da Christian Zimmerman’ın hocası Andrej Jasinski’yle bir ay çalıştım. La Campanella’yı neredeyse baştan sona pianissimo çalmamı istemiş, “bak böyle çok daha iyi tınlıyor”, demişti. Ersin Hoca’dan aldığım özgüvenle, bu yaklaşımı baştan reddettim. Üzerinde düşünmeye bile zahmet etmedim, saçma gelmişti. İtalya’daysa ciddi bir şok yaşadım. Öğrendiklerimin antitezi gibiydi Crudeli’nin üslubu. Barok stiline yaklaşımı bambaşkaydı. Parmak kullanımı belirgindi, piyanodan daha derin ses çıkaran metodik ve keskin bir yaklaşımı vardı. Üç ay sonra İsrail’de Tel Hai’deki master sınıfına katıldım. Çalışma sonunda düzenlenen yarışmada sahneye çıktım. Ekol farkları nedeniyle kafam öylesine karışıktı ki “Tanrım, şu program bitse, sahneden insem; zaten yeteneğim yokmuş, bu işi bıraksam” diye düşünüyordum. İkinci olunca çok rahatladım, yoksa Allah bilir her şeyi bırakıp Türkiye’ye dönüp, yine barda rock çalmayı düşünebilirdim. Roma Yarışması’nda birincilik, yeni stilimin oturduğunu kanıtladı, moralim iyice düzeldi. Üç yıl boyunca İtalya’da Crudeli’yle çalıştım, bu arada Ecole Normale de Musique’de konser piyanistliği bölümüne altıncı seviyeden girdim. Sınavlara dışarıdan katılıp, yedinci seviyeden mezun oldum. Crudeli’yle Barok tekniği çalışmalarımda üslubum sertleşmeye başladı. Ecole Normale’i bitirdikten sonra, Bilkent Üniversitesi’ne denklik verdiği için, üniversite diploması almak üzere Amerika’daki Hartford Üniversitesi’ne gittiğimde, 1, 5 yıl Oksana Yablonskaya’yla çalıştım. Piyanodan orkestra zenginliği elde etmeyi, derin ve çok daha güçlü bir ses çıkarmak gerektiğini savunuyordu. Şakayla karışık beni zorluyordu. Hiç unutmam, “Ben tam bir Rus domuzuyum, bak piyanodan ne kadar güçlü ses çıkarıyorum, sen hâlâ tüy gibi çalıyorsun” derdi… İtalya’dan ayrıldığımda artiküle ederek çalmaya başladığım yeni ve daha barok teknik, Oksana’nın elinde değişti, dokunuşum çok sertleşti. Ses çıkarabilmek için zorlayarak çalıyordum artık. Beş yıl sonra, 32 yaşında İngiltere’de Kraliyet Müzik Akademisi’nde Chopin yarışması ikincisi Amerikalı hocam Kevin Kenner sayesinde her şey yerli yerine oturdu. Gergin olduğum zamanlarda ve güçlü ses çıkarırken omuzlarımın, kollarımın rahat olmadığını söyleyip, teknikte başa dönmemi sağladı. Fortelerdeki estetik yoksunluğunu ortadan kaldırmama yardımcı oldu. Bu arada bestecinin yaklaşımını çok derinlemesine analiz etmeyi, çok küçük ayrıntılarda saklanan fikirleri keşfetmenin yollarını öğretti. 30 yaşındaydım ve bunları öğrenmek beni çok heyecanlandırmıştı. Türkiye’de bu düzeyde nota analizi yapılmıyor. Ersin Hoca ile çalışırken bestecilerin nota üzerine yazdıkları işaretler üzerinde fazla durmazdık. Bunlar sadece bir araçtı, biz daha çok fikirleri, duyguları oluşturmaya çalışırdık. 18 yaşında girdiğim Chopin Yarışması’ndaki kayıtlarımı, yıllar sonra dinlerken nasıl küçük deşifre yanlışları yaptığımı fark ettim. Yani özet olarak, 22-30 yaş arası bütüncül tekniğe ulaşma, eserleri bir çok açıdan anlama ve analiz etmeyi öğrenmekle ve bunları içselleştirip doğal bir hale getirmekle geçti.

Derece aldığınız yarışmalar içinde sizi en çok hangisi gururlandırıyor, en çok hangisini kaçırdığınız için üzülüyorsunuz?

– En çok Roma Yarışması’ndaki birincilik gurur veriyor. Ancak bu konuda içim rahat değil. Her ne kadar jüride olmasa da, yarışmayı düzenleyenlerden biri hocamdı. Poulenc Yarışması’ndaki ikinciliğim bence önemliydi. Jüri özel ödülü de almıştım. Tuhaftır, bu yarışmanın ödülü kayıp. Öylesine karmaşık ve coşkulu bir ruh haliyle ayrıldım ki Fransa’dan, ödülü alıp almadığımı, aldıysam nerede bıraktığımı bilmiyorum. En üzüldüğüm ise Fransa’da, Paris’te girdiğim bir yarışmaydı. İlk elemeyi jüri yapacak, kararı dinleyicilerden oluşan halk jürisi verecekti. İlk aşamada beklemediğim şekilde elendim. Meğer bir İngiliz piyanistle aynı puanı almışım, jüri karar veremeyince onu seçmişler. BBC Filarmoni’nin solistliği için İstanbul’da açılan sınav, katıldığım son yarışmaydı. Yedi yıl önce, altısı birincilik olmak üzere toplam 11 ödülle yarışma ve sınav defterini kapattım.

Dinleyicinin homurtusuyla başlayan
konser, ayakta alkışlarla bitti

BBC Filarmoni’yle verdiğiniz konser önünüze yeni fırsatlar çıkardı mı? Bugüne kadar verdiğiniz en önemli konser hangisiydi?

– Mükemmel bir orkestrayla konser vermek gerçekten çok zevkliydi. Güle, oynaya çaldım. Londra’dan önemli bir menajerlik firmasının temsilcileri gelmişti. Çok beğendiklerini söyleyip turne teklifi yaptılar. Sonra ses çıkmadı, ben de arayıp sormadım. Bence en önemli konserim, 1996’da İtalya’da Richter, Pollini gibi isimlerin sahneye çıktığı ve kayıtlar yaptığı, şahane bir akustiğe sahip olan Teatro Bibiena’daki resitalimdi. Tarihi salonda, çok seçkin bir dinleyici önündeydim. Program yanlış basılmıştı. Sahnede program açıklandığında, kapris sonucu değişiklik yaptığım sanıldı ve homurdanma oldu. Salondaki soğuk atmosfer çaldıkça değişti, sonunda ayakta alkışlandım.

Bilkent’e dönüp eğitimciliğe başlamanız vefa borcu muydu, zorunluluk mu?

– Türkiye’ye döndüğümde Bilkent’teki eğitim düzeyinin çok yükseldiğini gördüm, etkilendim. Dekan Vekili Işın Metin’le konuştum, İngiltere’deki eğitim tekniklerinden, sınav sisteminden bahsettim. Prosedürleri getirdim. Bu sırada ders vermem için teklif geldi, kabul ettim. Zaten konserlerle yaşamımı kazanmam söz konusu değildi. Daimi bir işe gereksinimim vardı…

Kimi müzikçiler eğitimciliğin virtüöziteyi gerilettiğini, kimileri ise virtüöze ayna vazifesi gördüğünü söylüyor. Sizin virtüözitenizi nasıl etkiledi?

– Sanatçı ders vermenin hangi noktada gerilettiğini bulabilirse, bu tehlikeden korunur. Ben başlangıç düzeyindeki çocuklara ders vermiyorum. Çünkü farklı bir pedagojik birikim istiyor. Bu konuda gerekli birikime sahip olmadığımı düşünüyorum.

Türkiye’nin en iddialı eğitim kurumunda, piyano bölümünün başkanı olarak tehlikeli laflar ediyorsunuz. Tevazu gösterme gerçek sanırlar, diye bir laf vardır…

– Tehlikeyi severim… (Kahkahalar) Biraz sınırda yaşamak lazım!.. Ayrıca söylediğim doğru… Evet, ders vermek tehlikeli de olabilir. Örneğin sürekli ezber hatası yapan bir öğrenciyle fazla empati kurarsanız, bu sorun size geçebilir. Mükemmel hoca olmak adına böyle risklere girmemek lazım.

Oda müziği şu andaki
tercihlerimde ikinci planda

Oda müziği, orkestra müziği ayrımında gönlünüz hangi yanda, gelecekte hangisine ağırlık vereceksiniz?

– Türkiye’de ne yazık ki oda müziği gruplarının sayısı çok yetersiz. Nedeni uygun isimlerin bir araya gelememesi. Zaman bulunamaması. Kemancı Eren Kuştan ile bir resital vereceğiz. Çellist Benyamin Sönmez’le de bir araya gelmeyi düşünüyoruz. Bir trio kurabiliriz belki. Bilkent’te oda müziği bölümü de kurulmasını arzu ettim, ancak uygun görülmedi. Geleceğe yönelik planlarım açısından solo ve orkestra konserleri öncelikli. Daha bu konserlere doymadım. Yeterli düzeyde konser yaptıktan sonra oda müziğine daha fazla ağırlık verebilirim.

Aktif repertuarınızda hangi dönemden eserler ağırlıkta?

– Öğrencilik döneminde epeyce eser öğrendim. Uzun süre aynı programla konsere çıkmayı sevmiyorum. Avantajım hızlı öğrenmem. Repertuarımda en çok eseri bulunan bestecileri şöyle sıralamak mümkün: Chopin, Bach, Scarlatti, Beethoven, Mozart, Prokofiyef. Konçertoların sayısı 30 civarında. Chopin’in iki piyano konçertosu, Mozart’ın üç konçertosu, Rahmaninof’un 2 ve 3. konçertoları, Beethoven, Çaykovski, Grieg, Schumann, Saint Seans’ın konçertoları ilk aklıma gelenler. Solo piyano eserleri içinde Chopin’in bir çok eseri, 24 etüdü, Beethoven’in sonatları, Liszt’in etütleri ilk aklıma gelenler.

Önümüzdeki 5 yılda hangi bestecilere, eserlere odaklanmayı düşünüyorsunuz?

– Hiç konser vermeyecek bile olsam, sevdiğim eserleri öğrenmeyi sürdüreceğim. Saint Seans, Chopin, Çaykovski gibi birkaç kez çaldığım konçertoları daha sık çalmak istiyorum. Kişisel üslup sahnedeki tecrübeyle de netleşiyor çünkü. Çalışmak istediğim yeni eserlerin başında Ravel, Bach ve bütün konçertolarıyla Prokofiyef geliyor. Solo eserler içinde Barok ve Romantik repertuarımı zenginleştirmek istiyorum. Örneğin yaz aylarında kapanıp Bach’ın Goldberg Varyasyonları’nı, Schumann’ın piyano eserlerinin serisini tamamlamak istiyorum. Klasik dönem, Mozart ve Beethoven’in eserlerini şu anda pek canım çekmiyor. Onlara da yoğunlaşmak istediğim zaman olur mutlaka.

Piyano literatürünün en iddialı eserlerini, örneğin Beethoven’in tüm piyano sonatlarını ya da Brahms’ın konçertolarını repertuvarınıza almayı, kaydetmeyi düşünüyor musunuz?

– İçimden gelen eserlere çalışıyorum. Beethoven’ın tüm piyano sonatlarının ya da Brahms’ın konçertolarının piyano literatürünün en iddialı eserleri olduğunu düşünmüyorum. Şimdilik böyle bir planım yok.. Beethoven’in bazı sonatları repertuarımda. Şu anda Beethoven’in tüm sonatları yerine Chopin’in tüm eserlerini çalışmayı tercih ederim. Ölmeden önce yapmak istediğim tek şey, Chopin’in tüm eserlerini kaydetmek.

Chopin’i romantizm nedeniyle
küçük görmek cahilliktir

Müzik çevrelerinde “Emre Chopin” lakabıyla tanınıyorsunuz, nedir bu tutkunun kaynağı, nasıl gelişti, hangi noktaya geldi?

– Sadece Chopin çalmıyorum konserlerimde. 16 Şubat’ta Bilkent Senfoni’yle Mendelsohn’un piyano konçertosunu çaldım. Ardından verdiğim resitalde Bach, Lizst, Mendelsohn, Schumann seslendirdim. Evet, Chopin’e de tutkuyla bağlıyım, lakabım elektronik posta adresimden geliyor olabilir.. Bunun sebebi Chopin’i piyano müziğinde zirve kabul etmem.
Neden Liszt, Scriabin ya da Rahmaninof değil de Chopin’i zirve kabul ediyorsunuz? Chopin hakkında müzik çevrelerinde yaygın bir önyargı vardır, romantizmin simgesi kabul edilir, dinleyicinin klasik müziğe ilk adımı için en uygun bestecilerden biri olduğu söylenir.

Chopin’i zirveye yerleştirirken bu önyargıdan çekinmiyor musunuz?

– Bilinçli müzik çevrelerinde böyle bir önyargı olduğunu hiç sanmıyorum. Liszt, Scriabin ve bir çok besteci piyano müziğinde Chopin’i örnek alır. Onun kadar enstrümanı iyi tanıyan, müziğinde insan karakteri yaratır gibi boyutlandıran başka besteci olmadı. Çocukluğumda sevdiğim birçok eser zamanla benim için değerini yitirebilse de, Chopin’i tanıdıkça, bilgim derinleştikçe hayranlığım arttı. 14 yaşında, Cemal Reşit Rey’in çevirisinden hayat öyküsünü okumuştum. Sonra hakkında bulabildiğim her şeyi okumayı sürdürdüm. Yaşadığı mekanları ziyaret ettim. Varşova’daki evinde konser verdim. Duygularımdaki paralellikleri de gördüm, özdeşleştiğimi hissettim, ruh eşim gibi oldu. Şimdi Lehçe konuşma duyduğumda bile gözlerim yaşarıyor. Chopin’in kolay dinlenir kategorisine sokulmasını ise şiddetle kınıyor ve müthiş bir Imagecehalet patlaması olarak değerlendiriyorum. Büyük ressamlara bu kadar kolay dil uzatılamıyor, bestecilereyse çok cesurca hakaret edilebiliyor. İtalya’daki bir konserden sonra, bir dinleyici bana bu yargısını söylemişti. “Fazla romantik ve yumuşak gelmiyor mu” diye sormuştu. Chopin’in romantik dönemde yer almakla birlikte piyano tekniğini biraz önce saydığım bestecilerden daha ileri noktalara taşıdığını anlattım, çağdaşları kadar sonra gelen bestecilere de ışık tuttuğunu ve etkilediğini hatırlattım. Şaşırdı. Romantik çağrışımlı noktürnlerle birlikte piyano tekniğinin doruk noktasına çıkan 24 Piyano Etüdü’nü de Chopin bestelemiştir. Tüm etüdlerini çalmak başlı başına bir teknik ustalık gerektirir. İsyan, çelişki, ihtirasını Rahmaninof, Liszt gibi haykırmak yerine en derinlerde, zarafetle ifade etmiş olması onu daha kolay veya hafif yapmaz. Barok dönemdeki polifonik zenginliğin, klasik dönemdeki yalınlığın ve romantik dönemdeki özgürlüğün dahice bir araya gelmesi ve aynı dünyada varolabilmesidir Chopin. Liszt, Chopin için, “Besteciler arasında bir tanrı”, Schumann “Şapkanızı çıkarın bir dahi doğdu” dediyse bunlar boşuna olmamalı. Beni en etkileyen özelliği ise ayrıntı gibi görünen bir duyguyu, düşünceyi detaylandırma yeteneği. Kısa pasajlara müthiş detaylar sıkıştırmış.

Sanat mafyasıyla
henüz karşılaşmadım

10 yıl önce Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan bir röportajda sanat mafyasından söz etmiştiniz. Hangi mafya daha tehlikeli, Ankara’daki mi, İstanbul’daki mi?

– Doğrusu elimde kanıt olmadan böyle bir değerlendirme yapmak istemem. Yarışma jürisinde tanık olduklarım bunun bir örneği olabilir belki. Ama İstanbul – Ankara karşılaştırması yapacak kadar da bilgim yok.

Aradan geçen zamanda Omerta’ya (Mafya’nın dışarı bilgi vermeme kuralı) uymaya mı karar verdiniz?

– Yarışmalar konusunda biraz bilgim var. Fakat konser, plak konusunda bilgim yok ne yazık ki, bu alanda yeni harekete geçtim. Bugüne kadar teklifleri değerlendirmekle yetiniyordum, şimdi profesyonel yardım almaya başladım. Bir menajer, konser ve albüm için yurtdışında görüşmeler yapacak. Çevreyi yeni tanımaya başlıyorum. Bir sonraki röportajda belki daha detaylı bilgi verebilirim…

Yayımlanmayı bekleyen kaç kaydınız var; yayımlanmasa da kayıtları sürdürecek misiniz?

– İbrahim Yazıcı yönetimindeki Bilkent Senfoni Orkestrası’yla Chopin’in iki piyano konçertosunu kaydettim. Ayrıca “Dört Tonda Hüzün” adlı bir albüm hazırladım. Chopin, Scriabin, Scarlatti, Rahmaninof’tan üçer eserden oluşuyor. Elimde, vermiş olduğum konserlerden çok sayıda DVD, CD kaydı bulunuyor. En kısa zamanda internet sitemde, bunların bazılarını yayımlamak istiyorum.

Fazıl Say’ı gören çocuğunu
getiriyor, fakat eğitim yetersiz

Gençlerin klasik müziğe, piyanoya ilgisinde son yıllarda değişim gözlüyor musunuz?

– Fazıl Say’ ın sayesinde son yıllarda çocuğuna piyano dersi aldırmak isteyen ailelerin sayısında patlama yaşanıyor. “Belki bizim çocuğumuz da dahidir, Say kadar meşhur olur”, gibi düşünen aileler çocuğunu konservatuvarlara götürüyor. Eskiden ayda 2 çocukla karşılaşırken, şimdi 200 çocuk dinliyoruz. Talebin artması aslında bir kazanç.

Müzik eğitiminde amiral gemisi kabul edilebilecek bir kurumda piyano bölümünün başkanısınız. Türkiye’de bugünkü piyano eğitimine baktığınızda, sizce en büyük eksikler neler? Bilkent’te buna karşın ne gibi önlemler alıyorsunuz?

– Son 10-15 yılda Rusya’dan gelen müzikçiler akademik kurumlarımızda önemli işlev üstlendi. Erken müzik eğitimi sayesinde, öğrencilerin başarı oranı arttı. Erken eğitimin çocuğa zararı olmuyor, çünkü konservatuvarın yanında aynı zamanda okuluna devam edebiliyor. Müzikte başarılı olamazsa normal eğitimini sürdürüyor. Ancak keşfettiğimiz çok parlak bazı çocuklara acıyorum, çünkü yetersiz eğitimle karşılaşıyorlar. Yetenek açısından dünya standartlarına göre büyük bir potansiyele sahip olduğumuz artık ortada. Ama müzik eğitimi veren kurumlar bu potansiyele göre çok yetersiz. Eksik bilgiyle ders veren çok sayıda öğretmen var. Örneğin tek öğretmenden ders almış, yurtdışına hiç çıkmamış doçentlerimiz, profesörlerimiz var eğitim kurumlarında. O kadar kapalı yetiştiriliyorlar ki, eksikliklerini de kabul etmiyorlar. Bilkent’e gelen, dinlediğim öğrencilere dayanarak söylemem gerekirse, diğer konservatuarlarda bir ışık göremiyorum. Konservatuvarların kadrosunda İdil Biret, Hüseyin Sermet gibi uluslararası platformda kendini kanıtlamış isimler göremiyoruz. Bilkent’te soruna çözüm getirmek amacıyla üç ayrı politika uyguluyoruz. Not sistemini gözden geçirmek istiyoruz. Yurtdışından konsere gelen usta sanatçılarla master sınıflar düzenleyip öğrencilerin dünyaya açılmalarını, öğretmenlerin de bilgilerini güncellemelerini sağlamaya çalışıyoruz. Türkiye’de piyano yarışması yok, bu nedenle yarışmalar düzenlemek istiyoruz. Uluslararası Chopin Yarışması bu yolda bir adım oldu. Ben de kişisel olarak, İstanbul’da amatör piyanistler için bir yarışma düzenledim.

Önümüzdeki 10 yıl içinde adını uluslararası platformlarda çok sık duyacağımız, çarkların arasında ezilip kaybolmayacak kadar yetenekli beş isim çıkar mı aralarından?

– Bilkent’teki toplam 60 öğrencimiz üzerine değerlendirme yapabilirim ancak. İlk aklıma gelen isim Mertol Demirelli. Bilkent’in ilkokul, orta okul düzeyindeki talebeleri arasında sıradışı çocuklara rastlıyorum. Örneğin orta birinci sınıftaki Cemil Yener Gökbudak, uluslararası yarışmalarda rahatlıkla ödül alacak düzeyde. Lise düzeyindeki Cem Türkay, analitik bakışa sahip, şimdiden çok orijinal yorumları olan bir piyanist. Başar Can Kıvrak çok başarılı, yurtdışına gitmeye hazırlanıyor. Özgür Ünaldı, Moskova Konservatuvarı’nda yüksek lisans yapıyor. Herhalde İstanbul’da da yetenekli gençler vardır, fakat henüz ismi Ankara’ya kadar ulaşan olmadı.

Yeteneğine güvenen öğrencilere kendilerini kifayetsiz öğretmenlerin elinden kurtarmaları, ufuklarını genişletmek amacıyla dünyaya açılmaları için ne önerirsiniz? 16 yıllık piyano eğitiminin beşinci yılında durumu gören ne yapmalı?

– Öncelikle yeteneğinden emin olmalı. Güvendiği bir piyaniste çalsın, fikrini alsın. Ancak öncesinde, karşısındakine hedefini söylesin ve uyarsın: “Gönül alıcı laflar yerine, yeteneğime bakın, hangi alana yönelmem gerektiğini söyleyin lütfen”, desin. Senden konser piyanisti olmaz eğitimciliği seç, cevabını aldığında kalbi kırılmasın. Çünkü virtüözite yolunda yürüyecek yetenek sayısı gerçekten çok az. Eğer yetenekli olduğu söylenmişse önerilere uyabilir. Bu arada derslerde ilerleyemiyorsa, öğretmenini değiştirsin. Olmazsa, okulunu değiştirsin. Yurtdışına çıkmanın yollarını arasın. Yurtdışında da dikkatli ve temkinli olsun. Örneğin, bugünkü aklım olsaydı, Amerika’da 1,5 yıl kaybetmezdim. Şunu tekrar vurgulamak isterim, konser piyanisti düzeyinde yetenek binde bir çıkıyor. Türkiye’deki not sistemi kafaları karıştırıyor. 100 alan her öğrenci mükemmel bir konser piyanisti adayı değildir. Hocaları el üstünde tutsa da, öğrenci çok yetenekli, çalışkan olsa bile bunlar yetmiyor konser piyanistliğine. Gencin hedef belirlemesi, becerikli olması lazım. Yeteneğiyle birlikte mutlaka kişisel sahne ışığına ihtiyacı var. Birçok iyi piyanist sahnede çekiciliği olmadığı için kaybolup gidiyor. Saydığım beş özelliğe birden sahip, sıradışı kişilere gerçekten çok nadir rastlanıyor. Konser piyanistliği tek seçim değil. Bestecilik, oda müziği, eğitmenlik gibi alternatifler de değerlendirilmeli.

Sizce not sistemi nasıl olmalı?

– Türkiye’de değerlendirme sistemi henüz oturmadı. Öğretmenler, öğrencileri sınıfına göre değerlendirmekten ziyade birbiriyle kıyaslayıp not düşürüp artırabiliyor. Mesela, öğrencilik yıllarımda bir sınav sonrasında arkadaşlarımın notlarının benim performansımla kıyaslanarak indirildiğini hatırlıyorum. Bu en baştan, performansların hangi kıstaslara ve neye göre değerlendirildiğinin net olmadığını gösteriyor. Yine bir sınav jürisinde ise rahmetli Kamuran Gündemir ’in “Ben öğrencime 100 isterim” dediğini duymuştum. Bunlar öğrencilerin hocalarına ve eğitim sistemine güvenini sarsıyor. Oysa İngiltere’de somut ölçütler koymuşlar. 50 geçer not, 70 pekiyi. 80-90 arası profesyonel standartlara erişmiş öğrenci anlamına geliyor. 90-100 arasında sıradışı yetenekler değerlendiriliyor. Kraliyet Akademisi’nde 97 almayı başaran öğrenci tarihe geçer, sınav konseri yıllarca konuşulur. Birçok yerden teklif alır. İşte ancak bu sistem öğrenciyi doğru yönlendirebilir.

Bütünlükçü Gestalt yaklaşımı, müzik
eğitiminde çıkış noktası olabilir

Eğitimde yeni teknikler deniyor musunuz?

– Geçmişte Gestalt terapisi almıştım. Sanatla iç içe geçen bir yöntem olduğunu görüp, iki yıl önce müzik eğitimine uyarlamak üzere çalışmaya başladım. Şu anda “Müzikle Temas” adında bir kitap yazıyorum. Gestalt terapistlerinden alıntılarla, müzikte kişiye özgülük, ana özgülük ve bütüncül yaklaşımı ele alıyor kitap. Yüksek lisans ve son sınıf öğrencilerimden 13 kişilik gönüllü bir grup oluşturdum. Haftada bir akşamları toplanıp üç saat kadar çalışıyoruz. Piyano başında bir eserden bir pasaj çalıyoruz, herkes bu müziğin yarattığı kişisel çağrışımları söylüyor. Tek koşul entelektüel ifadeler kullanmamak. Örneğin eseri duyduğunda haşarı bir cin hayal ediyorsa, bunun müzikte saklandığı noktayı buluyoruz. Daha sonra bu cini belirgin hale getirmek ve ifade edebilmek için gereken üslup üzerine konuşuyoruz. Böylece öğrencinin hafızasına kazınıyor eser, dahası kendi yorumunu geliştiriyor. Bir yandan da kişisel çağrışımlar not alınıyor, yıl sonunda notlar kitaplaştırılacak. Gestalt Piyanistleri adıyla bir konser vereceğiz. Her öğrenci çağrışımları doğrultusunda bir sahne dekorunda, eseri seslendirecek, notları da kitapçık olarak izleyiciye dağıtılacak. İdealim gelecekte Gestalt terapistleri gibi daha kişiye özgü ve özgür yaklaşan gestalt piyanistlerinin de olması. Bir yıldır bu konuda okuyor, çalışıyorum. Kendimi de şimdiden, hatta oldum olası bir Gestalt piyanisti olarak görüyorum.

Çok yetenekli piyano öğrencilerinin harcanmasını engelleyecek, yeni eğitim pratiklerinin paylaşımını sağlayacak, sorunlara bürokrasi çarkları dışında çözüm geliştirecek üniversiteler arası bir ortak akıl platformu yaratılabilir mi?

– Diyaloğa zemin oluşturacak bir ortak çalışma planlıyorum. Geştalt tekniğiyle çalışmalarım Bilkent’te başarılı olursa, hedefim tüm konservatuarlardan öğrencilerin katılacağı bir oluşum kurmak. Öğrencinin hocasıyla geliştirdiği üslubu zedelemeyecek, sadece içindeki müziği ortaya çıkarmasına yardımcı olacak bir teknik bu. Dolayısıyla geniş destek bulabilir. Eğitim kurumları dışında, sponsorla düzenlenecek, önemli piyanistlerin jüride yer alacağı, tüm üniversitelerin herhangi bir endişe duymadan öğrenci gönderebileceği bir piyano yarışması da yararlı olabilir. Bu yarışmalar bursların yönlendirilmesi, önemli yarışmalara piyanist gönderilmesi açısından yardımcı olabilir.

Diğer konservatuarların piyano bölümü başkanlarına bu doğrultuda bir çağrı yapmanız gerekse ne derdiniz?

– Birbirimize sırtımızı dönmek yerine kapılarımızı açalım. Yetenekli öğrencilerimizi birbirimize gönderelim, öğrenciler farklı kentlerin konservatuarlarında konser verme fırsatına kavuşsun, tecrübe kazansın, yaşıtları diğer öğrencilerle tanışsın.

MANDOLİN, GİTAR DENEMESİ HAYAL KIRIKLIĞI OLMUŞTU: Babam inşaat mühendisi, annem ise kütüphaneci. Uzun yıllar Siyasal Bilgiler Fakültesi ve İçişleri Bakanlığı kütüphanesinde çalışan annem, Tarih ve Toplum Dergisi’nde “Yüzyıl Önce Bu Ay” köşesini hazırlıyor, Farsça’dan çeviriler yapıyordu. Babam Klasik Türk Müziği’ne meraklıydı, koroda şarkı söylerdi. Annem ise klasik müzik meraklısıydı, plakları vardı, evde radyoda sürekli klasik dinlenirdi. Buna karşın iki yaş büyük ağabeyim ve ben klasik müzik dinlemez, merak etmezdik. Aile toplantılarında babam şarkı okuyacaksa sıkılıp, odamıza kaçardık. Plak dinleyeceğim zaman, doğum günümde alınmış Madonna albümlerini dinlerdim. Ağabeyim İhsan gitar derslerine başladı. Bana da mandolin alındı. Beceremedim, dolayısıyla çok üstüne düşmedik. İlkokulda notlarım çok iyiydi. Çankaya’da yaşıyorduk, hayatım oyunla geçiyordu, sokak çetesi bile kurmuştum. Haylaz olmanın yanında pek çalışkan, başarılı olmaya can atan bir çocuktum. İlkokulu bitirdiğimde Kolej giriş sınavlarında 23üncü olduğumu babam müjdelediğinde pek heyecanlanmıştım. TED’e girdiğimde babam bayram etti, çünkü mühendis olmamı istiyordu. Okuldaki müzik derslerinde blokflüte başladığımda öğretmenler çok yetenekli olduğumu söyleyip, piyano dersi almamı önerdi. Yazın Nuriye Arıkan’dan özel ders aldım. Çok hoşuma gitti, müthiş bir oyuncak bulmuştum sanki. Bir sabah evde piyano sesiyle uyandım, Petroff marka konsol piyano alınmıştı. Sonraki günlerde piyanonun başından hiç kalkmadım. Piyanoyla birlikte Klasik Batı Müziği’ni merak etmeye başladım. Bir kez CSO’nun konserine götürüldüm. Bundan önce olduğu gibi, bu noktadan sonra da kesinlikle klasik dinlemek için zorlanmadım.
Yazın üç aylık dersten sonra Hacettepe Konservatuarı’nın sınavına girdim, yarı zamanlı piyano bölümüne kabul edildim. Hocam Profesör Nimet Karatekin bir yıl sonra tam zamanlı olmamı önerince babam rahatsız oldu. Sadece İdil Biret vardı tanıdığı başarılı Türk piyanist. Ayrıca yeteneğimden de emin değildi. Geleceğim için TED’de kalmamda ısrar ediyordu. Epeyce sorun yaşadık. Okula gitmedim, pek gururlandığım ders notlarım 10’dan 1’e inmişti. Orta üçe geçtiğim yıl babam isteğimi kabul etti. Ancak piyano bölümünün üst yaş sınırını altı ay ile kaçırmıştım. Babamın bir arkadaşı trombon bölümüne girmemi, yatay geçiş yapmamı önerdi. Bunu kabul ettik. Bir sene kaybedecektim, dahası geçişin garantisi yoktu. Aynı günlerde babam Bilkent’le görüştü, Ersin Onay beni dinledi. Onay, babamı ikna etti. Hacettepe’ye tam zamanlı başlamadan, Bilkent Sahne Sanatları Fakültesi’nin müzik bölümüne, orta okul kısmından girdim.

SEVDİĞİM FİLMİ YÜZLERCE KEZ İZLERİM: İlgi alanlarım sınırlı. Merak ettiğim konuya tutkuyla bağlanıyorum, dünyada başka hiçbir şeyi görmüyor gözüm. Sonra farklı bir alana geçebiliyorum. Müzik kadar sinema ve sporla da ilgiliyim. Sevdiğim filmi defalarca izlerim. 20 yıldır izlediğim filmler var. Her saniyesini bildiğim halde, her seferinde zevk alırım. Örneğin Bill’i Öldürmek, Tehlikeli İlişkiler, Temel İçgüdü gibi bir çok farklı türde filmi defalarca izledim, arkadaşlarıma izlettim. Oyunculuk yeteneğim olduğu söylenir. Bir aralar tiyatro eğitimi almayı, Chopin’in hayatıyla ilgili bir filmde besteciyi canlandırmayı düşünmüştüm. Bu hayalimi gerçekleştiremedim. Kilo almadan, sağlıklı, dinç yaşamak istediğim için her gün spor yapıyorum. Yüzüyor, yürüyüş yapıyor ya da ağırlık çalışıyorum. Çocukluğumdan beri felsefe ve edebiyatla ilgilendim. Son yıllarda psikolojiye yöneldim. Gestalt’ı araştırdım uzun süre, Irvin Yalom’un kitaplarından çok şey öğrendim. Bunların yanı sıra, Örümcek Adam, Asteriks gibi çizgi romanları da okumaktan hala hoşlanırım. Müzik ve hayat üzerine yazmayı seviyorum. 35 yıllık hayat öykümü 200 sayfalık bir metne dönüştürdüm. Klasik, rock dışında pop, hatta arabesk bile dinleyebilirim. Etnik müzikle pek ilgilenmiyorum. Sezen Aksu çok değer verdiğim bir sanatçıdır. Denizi severim. Hayatım biraz kapalı geçti, bundan sonra dünyayı gezmek, daha çok kişiyle tanışıp iletişim kurmak istiyorum.

(Serhan Yedig / Mart 2008 / Andante)

https://www.youtube.com/watch?v=1fJQh7duxCo

Share.

Leave A Reply

three × 5 =

error: Content is protected !!