Krzysztof Penderecki / Geçmişte besteci usta müzikçi olmak zorundaydı, şimdi enstrüman çalamayanı var

0

20.yy’ın önemli bestecilerinden Penderecki, 1987’de Requem’inin seslendirilmesi için İstanbul’a gelmişti. Müzikolog, yazar Filiz Ali’yle buluşup hayat hikayesi ve çağdaş müzik üzerine konuşmuştu. 1960’larda, Stockhausen ve Boulez’le tanışmak üzere, hacca gidermiş gibi, Darmstadt’a gittiğini, büyütülecek bir şey olmadığını gördüğünü söylüyordu röportajda. Müziğin matematik olmadığını vurgulayıp “Sadece yetenekliler müzik yapmalı. Gençliğimde geçmişin müzik birikimini inkar etmiştim. Şimdi ise benim için çok önemli” diyordu.

Çağımızın en önemli bestecilerinden Krzysztof Penderecki. Krakow Filarmoni Orkestrası ve Korosu’yla ayağımıza kadar geldi. Her ne kadar Uluslararası İstanbul Festivali yöneticileri, çağdaş müzikle epey tanışıklığı olan kulunuz bu olayın önemini çeşitli vesilelerle ve her dakika adeta kurulmuş gibi İstanbullu müzikseverlere inandırmaya çalıştıksa da, biletler bir türlü satılmıyordu. Kendi kızım bile mırın kırın etmekteydi. Ama mucizeler ülkesi Türkiye’de üzerine gidildi mi yapılmayacak iş yok. Allem edildi, kallem edildi, çeşitli yöntemlerle konser akşamı Spor ve Sergi Sarayı’nın dörtte üçü doldurulmuştu. Gelen dinleyicinin bir bölümü belki de ne dinleyeceğinin ayırdında değildi başlangıçta, ancak Penderecki’nin Requiem’i bittiğinde koca salon alkışlar ve bravo sesleriyle inlemekteydi.
Penderecki ile iki gün üst üste epey ayrıntılı ve eğlenceli geçen konuşmalarımızda Requiem’den çağdaş müziğin bugünkü gelişmelerine, Polonya’nın içinde bulunduğu durumdan Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma, müzik dünyasının kulis dedikodularından Polonezköy’ün kaderine kadar akla gelebilecek her konuda, her taşı kaldırarak sohbet ettik.
Penderecki, Almanca, Fransızca ve İngilizce’yi çok iyi konuşuyor. Rahat, kasıntısız, her konuya ince bir espri ile yaklaşan, cin gibi zeki, “ben büyük besteciyim” havalarına hiç girmeyen bir insan:
“Beş bin nüfuslu Debica kasabasında büyüdüm. Babam avukat, dedemse banka memuruydu. Müzikle pek alışverişleri yoktu. Kasabada o zamanlar (besteci 1933’de doğduğuna göre 1940’ların sonuna kadar) bir orkestra, üç de bando vardı, ama beni en çok kilisedeki müzik etkilemiştir çocukluğumda. Babamın müşterilerinden biri bana bir keman armağan etmeseydi belki müzisyen filan olmayacaktım. Keman gelince ders almaya başladım. Bestecilik merakım da kemanla birlikte gelişti. Bach çalıyorsam Bach gibi, Mozart çalıyorsam Mozart gibi besteler yapardım. Sonra Krakow’da, üniversiteye gittim. Felsefe, edebiyat ve mimariye merakım vardı.
Keman ve teori dersleri almaya Krakow’da da devam ettim. Baktım ki özel dersler yeterli değil, üniversiteyi bırakıp konservatuvara girdim. İki yıl konservatuvarda, dört yıl da müzik akademisinde okudum.”
Müzikle yeni bir dil yaratan 20. yüzyıl bestecilerindensiniz. Kimlerden etkilendiniz, yeni dil arayışlarına nasıl girdiniz?
– Aslında biz Polonya’da 1956’ya kadar dünyaya kapalı yaşadık. Dünyada ne olup bitiyor, haberimiz bile yoktu. Kilise müziği de yasaktı. Kendi dilimizi kendimiz yaratmamız bu bakımdan bir zorunluluktu. Ben ilk kez Batı’ya gitme iznini 1959’da aldım. Bir yarışma kazandım ve cebimde 150 dolarla İtalya’ya gittim, iki ay dolaştım İtalya’yı. Müzikten çok mimariyle ilgilenmekteydim. Schoenberg, Berg ve Webern’in Viyana Okulu, on-iki ton sistemi ve atonaliteden haberim yoktu. Yani bir bakıma dünyadan haberim olmadan besteciliğe başlamanın yararı da oldu denebilir. Hiçbir yeni akımın etkisinde kalmadan, kendi kişiliğimin özgünlüğünü korudum ve bu sayede yeni hir dil bulabildim.
Darmstadt ekolü, dolayısıyla Stockhausen ve Boulez’le tanışmanızdan sonra besteciliğinizde herhangi bir değişme oldu mu?
– Besteciler, 1960’h yıllarda Darmstadt’a, Mekke’ye Hacca gider gibi giderlerdi. Ben de aynı duygularla gittim Darmstadt’a. Aa, bir de baktım ki, olay hiç de öyle büyütüldüğü gibi değil. Bence müzik sadece yetenekliler tarafından yapılmalı. Boulez, Stockhausen gibi besteciler, müziğin özüne değil, yapısına önem veriyorlar. Müzik matematik değildir. Matematikle ilişkisi vardır ama müzikte ses, doku ve biçim önemlidir. Tabii insan gençken her şeyi inkâr etmeye pek meraklıdır. Ben de 1960’lı yıllarda geçmişi inkâr etmiştim. Geçmişle bağlarımı koparmış gibiydim. Şimdi ise geçmiş çok önemli benim için. Eski formları (biçimleri) kullanıyorum. Tonaliteye geri döndüğümü söyleyenler ve beni kınayanlar var. Tonalite, devamlı tansiyon demektir. Çözülme ve rahatlama gereklidir müzikte. Tonaliteye değil, sese döndüm diyelim. Yani tek sesle (unison) başlayıp, o sese üçlüsünü, beşlisini, yedilisini, onlusunu, on yedilisini, vb. eklemek, ses örgülünü dokumak, sesin olanaklarını araştırmak tonaliteye dönmekse, evet döndüm. Şimdi “diletant”lar çağında yaşıyoruz. Bestecilerin çoğu “diletant”, yani sadece hevesli. Klasik eğitime önem verilmediğinden, armoni ve kontrpuan eskisi gibi ciddi çalışılmadığından, her hevesli kendini besteci zannediyor. Kötü besteciler ve onların kötü eserleri yüzündan çağdaş müzik sevilmiyor. Kötü bestecilerin iyi ilişkileri, yani ‘connection’ları olabiliyor tabii. İlişkilerle yürüyor kötü bestecilerin kötü kariyerleri.
Eskiden de ilişkiler önemli değil miydi bir besteci için?
– İyi ilişkiler daima önemli olmuştur müzikte. Ancak besteci yetenekli ve usta olmak zorundaydı eskiden. Bach, her pazar günü ayin için bir Kantat yazmak durumundaydı, ustalık ister her hafta bir Kantat yazmak. Şimdi ise öyle bir zorunluluğu yok bestecinin. Herkes bir tek şeyin uzmanı. Kimi başparmak uzmanı örneğin, öteki parmaklardan anlamam diyor. Eskiden besteci her çalgıyı çalmak zorundaydı. Şimdi hiçbir çalgı çalmayan besteciler çoğunlukta.
Gelelim Requiem’e. Requiem’irt öyküsünü anlatır mısınız?
Requiem, ölüler için duadır, biliyorsunuz. 1970’de Gdansk’ta olaylar çıkmış ve işçiler ölmüştü. 1980’lerde Dayanışma Sendikası, ölen işçilerin anısına bir anıt yaptırdı Gdansk’ta. Lech Walesa bu anıtın açılış töreninde çalınmak üzere benden müzik yazmamı istedi. Lacrymosa böyle bestelendi. Requiem, Lacrymosa’dan doğdu diyebilirim. Eski formları ve yazı tekniklerini kendime göre yorumlayarak uyguladım Requiem’de. Eski bir Polonya halk şarkısını da cantus firmus olarak kullandım.
Penderecki, müzisyenliği, hele besteciliği seçmenin günümüzde büyük özveri istediğini anlatırken de şöyle diyordu: “Polonya’da bir klarinetle bir otomobil aynı fiyata satılıyor. İkisi arasında seçim yapmak durumunda olan genç, yüz’de doksan arabayı tercih ediyor tabii. Artık kasaba bandoları, şehir bandoları da yok.”
(Filiz Ali, 26 Haziran 1987, Cumhuriyet / Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Cem Yayınevi 1993)

  • Yazarın izniyle yayımlanmıştır

Linkler

Wikipedia biyografisi

Filiz Ali’nin internet güncesi

Mustafa M. Alaca’nın 1987’de Penderecki ile yaptığı röportaj

Serhan Yedig’in 2009’da besteciyle yaptığı röpoırtaj

Share.

Leave A Reply

12 + 4 =

error: Content is protected !!