Hakan Şensoy / Kreutzer Sonatı’nı çalma cesaretini 40 yaşında buldum

0

Kemancı Hakan Şensoy, Klasik Türk Müziği Konservatuvarı’ndan yetişti. Bazı klasikçiler bu durumu “Kemanla Dede Efendi mi çalacaksınız” diye istihza ile karşılarken o dünyanın önemli orkestralarıyla konser verdi, şimdi de şef sehpasında.

 

1996’da eğitim sürecinizi tamamladığınızda kemanda hangi ekole yakındınız, ekoller arasındaki yolculuğunuz nasıl devam etti?
Ayhan Turan, Fransız-Belçika ekolünden geliyordu, fakat kendi üslubunu geliştirmişti. “Fiziksel ve Fizyolojik Keman Çalma Sanatı” adlı tekniğiyle bizi yetiştirdi. Genel eğitim programı uygulamak yerine bizi kişiye özel, butik eğitimi tercih ediyordu. Biz de Cihat Aşkın’la ustaların kayıtlarını dinleyip, Heifetz’in glisandosunu, Oistrakh portementosunu taklit ederek kendimizi geliştirmeye çalıştık. Ekolün ne olduğunu bilmesek de hocamız küçük yaşlardan itibaren kendi sesimizi bulmamız için bizi yönlendirmişti. Daha sonra birlikte çalıştığım Ayla Erduran ise Fransız ekolünden geliyordu, büyük ustalarla çalışarak bu birikimi zenginleştirmişti. Onunla çalışmak büyük ustalara köprü kurmak gibiydi. Zino Francescatti, David Oistrakh, Henryk Szeryng’den edindiği deneyimleri aktardı bana. Viktor Pikaizen’den de çok etkilendim. Daha ilk dersimizde, Çaykovski’nin keman konçertosunu çalmamı istemişti. Daha sonra “seninle öğretmen-öğrenci değiliz, iki meslektaşız” demişti. Önemli sorunlar gündeme geldiğinde ustaların yorumlarını aktarırdı. Örneğin “Bay Oistrakh bu konuda şöyle söylemişti” derdi. 1996’da Rus ekolüne yakın bir müzikçiydim. Alacort, büyük yay, büyük vibratolar kullanıyordum. Dönem kaygısı yaşamıyordum. Bach’ı çağındaki gibi sunmak yerine, Rus üslubuyla çalıyordum. 2000’lerde stil kaygısı yaşamaya başladım. Her dönemin eserinin aynı çalmamak gerektiğini 33 yaşında hissettim. Artık her dönemi, çağının özellikleri üzerine düşünerek yorumluyorum. Şu anda keman kutumda üç farklı yay var. Biri barok, diğeri klasik ve biraz sonrası, üçüncüsüyle romantik ve modern çağ eserlerini çalıyorum. İcrada değişiklikler yapıyorum. Örneğin vibratoyu, yayın tel üzerindeki yerini, sağ elin baskısını değiştiriyorum. Klasik çalarken parmaklarımın etli kısmıyla, romantik çalarken kemikli kısmıyla tellere basıyorum.

Konser kayıtlarımı
dinlemeyi hiç sevmem

Kendi sesinizi bulmanız ne kadar zaman aldı?
– 2000’lerden itibaren kendi sesimi bulmaya başladım. Kemancılığımda yeni bir dönem başladı. Aslında sesimi buldum dediğim an, gelişmenin bittiği andır. Ben sürekli öğreniyorum, hâlâ beceremediğim, cesaret edemediğim pek çok şey var.  Konuya özgün ses açısından bakarsak, öğrenciliğimden itibaren bu çabanın içindeyim. Konserler için Ayhan Bey’in yazdığı duate’leri (parmak numaraları esas alınarak verilen bilgi notları) provalarda onun istediği gibi çalar, konsere çıkıp değiştirirdim, içimden geldiği gibi çalardım; bana çok kızardı. Ayhan Bey, bir gencin fiziksel gelişimini tamamlayana kadar kemanı öğrenmesi gerektiğini, daha sonra kemancılığa eklenecek bir şey olamayacağı görüşünü savunurdu. Tecrübem bana tam tersini gösterdi. 45 yaşındayım ve hâlâ öğreniyorum. Ben keman çalmak için doğmuş dahilerden değilim. Çok çalışarak kendimi geliştiriyorum. Her yıl, her yaşta öğreniyorum, sesimi geliştirme çabası hiç bitmiyor.
Konserlerinizi kaydedip sonra dinler misiniz?
-Kendimi dinlemekten hiç hoşlanmıyorum. Çünkü mükemmelliyetçiyim. Hatalarımı buluyorum, kendime çok kızıyorum. Bu nedenle mümkün olduğunca az dinliyorum kayıtlarımı.
Repertuvarınızda hangi dönem eserleri ağırlıkta, oda müziği – orkestra ayrımında tercihiniz hangisinden yana?
– Son yıllarda oda müziği çalışmalarımda ağırlık kazandı. Martta New York’ta Lincoln Center’da New England Symphonic Ensamble ile Mozart’ın 5’inci keman konçertosunu çaldım. Ardından Avustralya’ya gittim. 12’nci yüzyıldan kalmış bir operayı seslendirdim. 3 Mayıs’ta Borusan Sanat’ta Ravel’in üç oda müziği eserini çaldım. Kemancılıkta farklı disiplinleri bir arada yürütüyorum. Keman çalmayı çok seviyorum, doymak bilmeyen bir iştahım var. Benim için önemli olan hep çalmak.

Suna Kan’ın verdiği öğüt

Bugüne kadar çalmaktan kaçındığınız, belirli bir olgunluğa gelmek için beklediğiniz, repertuvarınıza yeni girecek eserler var mı?
Suna Kan “Çalamayacağın esere çalış, dene fakat gereken seviyeye gelmeden bu eserle sahneye çıkma” demişti. Dahi bir kemancı olmadığımı, başarımı çok çalışmaya borçlu olduğumu söylemiştim. Kemancılık kariyerim boyunca hep çalmak için beklediğim, yeterli olgunluğa ulaşmadan konser repertuvarıma almadığım eserler oldu. Bugün repertuvarımda baroktan, günümüz müziğine her dönemden eşit oranda eserler var. Aktif repertuvarımda 30’a yakın konçerto, çok geniş bir resital repertuarı oluşturdum. Buna karşın Beethoven’in Kreutzer Sonatı’nı çalmak için gereken cesareti ancak 40 yaşında bulabildim. Brahms resitali vermek için uzun zaman bekledim. Gökhan Aybulus’la geçen yıl kasımda Brahms resitali yaptık. Kaydı dinlediğimde yine hayal ettiğim şekilde eserin ruhunu yakalayamadığımı gördüm. “Becerememişim” dedim… Yıllardır Bartok’un 2’nci Rapsodisi’ni çalmak için hazırlanıyorum. Teklif geldi, şimdi 11 – 12 Eylül’de Moskova ve St Petersburg’da çalacağım. Bu konserlerin sonucuna göre repertuvarıma alacağım.
Pek çok yorumcu çağdaş bestecilerin yetkinliğini sorguluyor, tanınmamış eserleri seslendirmekten uzak duruyor. Siz neden bu riske giriyorsunuz?
– Amacım hep yeni seslerin ortaya çıkmasını sağlamak. Yeni eserleri seslendirmeyi görev kabul ediyorum. Ben seslendiririm o eserin niteliğine tarih karar verir.
Düzenlemelerinizi biliyoruz, peki beste yapıyor musunuz?
– İhtiyaç olduğunda düzenleme ya da beste yapıyorum. Kendimi besteci olarak değerlendirmiyorum. Örneğin, bir müziğin, belirli bir grup için düzenlenmesi gerektiğinde yardım aramam gerekmiyor. Bu arada orkestra için 20’ye yakın bestem var. Nadir çalgılar için yazdığım besteler yurtdışında da seslendiriliyor. Yaylı çalgılar ve korangle için yazılan eserim çok sık seslendiriliyor. “Haydar, Haydar” uyarlamamı Cihat Aşkın ve Özcan Ulucan seslendiriyor.

Demirhan Altuğ için hayal
kırıklığı olmuştum

Şeflik ne zaman ilgi alanınıza girdi?
-14 yaşında Demirhan Altuğ’un okuldaki armoni sınıfına girdim. Hiç zorlanmadım. Ödevleri tahtaya yazarken ben çözmeye başlıyor, hemen bitiriyordum. İki yıl sonra Cemal Reşit’in Theodore Dubois’ten çevirdiği armoni kitabı bitti. 1983’te Demihan Bey’e özel şeflik dersi almak için başvurdum. Kabul etti. Yurtdışından yeni gelmişti, geniş bir video kaset koleksiyonu vardı. Avusturya’daki arkadaşları kanalıyla da ünlü şeflerin yönettiği operaların piyasaya yeni çıkan video kasetlerini getirtirdi. Bunları birlikte izler, değerlendirirdik. Bana partisyon okumasını öğretirdi. Evinde izlediğim konserlerden çok şey öğrendim. Mezuniyet dönemim geldiğinde “Şef mi olacaksın, kemancı mı” diye sordu. Doğrusu bu soru beni çok korkuttu, çünkü iyi bir kemancı olma yolunda ilerlediğimi hissediyordum. Sanki keman olmayacak, sen şef ol, demek istiyordu. Kemanı seçeceğimi söylediğimde çok üzülmüş “Peki neden benim zamanımı aldın” demişti…  Öğrencilik döneminde okuldaki orkestramızı yönetiyordum. Yalçın Tura’nın dersleri de bana çok şey kattı.
Neden şefliğe geçmek istediniz?
– Orkestralarda çalarken, CD dinlerken hep icranın nasıl daha iyi olabileceğini araştırırım, detaylar üzerine düşünürüm. Hayal ettiğim icraları oluşturma özgürlüğü elime geçince bu fırsatı reddedemezdim.
Şef olarak hedefleriniz neler?
– Hedef belirlemekten kaçınıyorum. Repertuvar olarak amacımı sorarsanız, hep farklı hayallerim var: Başlangıçta Çaykovski’nin başta 5’inci ve Patetik olmak üzere altı senfonisini yönetmekti. Tüm Beethoven senfonilerini yönetmek istiyordum… Aradan geçen zaman içinde Beethoven’in sekiz senfonisini, bazılarını birkaç kez olmak üzere yönettim. Sadece 9’uncu senfonisi kaldı. Bugün hayalim 15 Şostakoviç senfonisini yönetmiş olmak. Türkiye’deki koşullar göz önüne alındığında çok ütopik gelebilir size. Yine de ben bunu istiyorum, hayal ediyorum. Meksika Devlet Senfoni Orkestrası’yla 25-27 Mayıs’ta verdiğim konserde Şoskatoviç’in 8’inci Senfoni’sini yöneteceğim. Yeni konser teklifi aldığımda 5 ya da 15’i önereceğim, hedefim geri kalanları tamamlamak olacak. Diğer hayallerim Ravel’in tüm orkestra eserleri…
İstanbul Oda Orkestrası hangi koşullarda kuruldu, destek bulabildiniz mi?
– 2000 yılında Cihat Aşkın’la, konservatuvar bünyesinde İstanbul Oda Orkestrası’nı canlandırdık. Cihat başkemancılığı, ben şefliği üstlendim. İlk kadromuz 11 kişiydi. Ben de çalıyordum. Repertuvar genişledikçe kadromuz büyüdü. 2003’te CRR ile anlaştık, bir sezonda beş konser verdik. 2004’te Kadıköy Belediyesi bizi desteklemeye karar verdi. 2004-2008 arasında Kadıköylülere 60 konser verdik. Aynı dönemde CRR konserlerini de sürdürdük. Yılda ortalama 25 yeni konser programı hazırlıyorduk.  2008’deki ekonomik kriz sonrasında CRR ve Kadıköy Belediyesi desteklerini çekti.  Biz aynı dönemde ikinci orkestramız Filarmoniya İstanbul’u kurduk. İstanbul Oda Orkestrası 22 kişilik kadrosuyla konserleri sürdürüyor. Daha geniş orkestra gerektiren eserlerden Filarmoniya İstanbul’la konsere çıkıyoruz, kadromuz 55’ten 75 kişiye ulaşıyor. Programlarımızı kendimiz seçiyoruz. Sivil Toplum örgütü gibi çalışıyoruz. 2008’e kadar iki kurumla konser bazında anlaşma yapıyorduk, fakat bizim de ekonomik katkıda bulunmamız gerekiyordu. Daha sonra tamamen kendi yağıyla kavrulan bir gruba dönüştük.

Şef acemiliğini orkestraya sezdirmemeli

Şeflik kemancılığınıza engel olmuyor mu?
– 2003 – 2008 arasında şefliğe ağırlık verdim. Kemancılığım biraz geri planda kaldı. Artık ikisine de aynı oranda zaman ayırıyorum. Birinin diğerini engellememesi için özen gösteriyorum.
Şeflik kararından sonra özel kurs aldınız mı, ünlü şeflerin atölye çalışmalarına katıldınız mı?
-2001 yazında Jean Luigi Cerenetti’nin Siena’daki şeflik kursuna katıldım. Daha sonra Emin Güven Yaşlıçam’dan destek aldım.
Şeflik açısından hangi ekolleri kendinize yakın, hangilerini uzak buluyorsunuz?
– Şeflikte en az etkilendiğim ekol İtalyan ekolüdür. 10 yıla yaklaşan tecrübeden sonra, 45 yaşında az hareketle çok sonuç almanın yollarını öğrenmeye başladım. Öğrenmek izleyerek oluyor, şeflikte ise orkestra önünde öğreniyorsunuz. Şef acemiyse bunu orkestraya sezdirmemeli. Orkestra şefinin otoritesi bağırmak, sert davranmak değildir. Elindeki küçük sopadır. Bunu kullanırken çok dikkatli olmak gerekiyor. Orkestra teorik, pratik bilgi eksikliğini orkestralar hemen fark ediyor. Şefin, sehpaya çıktığında, öğrenme anlarını perdelemesi gerekiyor. Ben şanslıydım, acemilik sürecini İstanbul Oda Orkestrası’yla çalışırken aştım. Son dönemde hareketlerimi azaltıp, mimiklerimi de kullanarak aynı sonucu almaya çalışıyorum.  Kendimi Anglosakson şeflere yakın hissediyorum. Kemancılıkta 35 yıldır aramam sürüyor, şeflikte henüz 12’nci yılımdayım, arayışlarım devam ediyor. Eserleri her yönetişimde farklılık yapmaya çalışıyorum.
Şef olarak geçmişin önemli konserleri, gelecek sezonun önemli konserleri hangileri?
– Kuzey Çek Filarmoni’yle Dvorak’ın eserini seslendirdik. Beni mutlu eden icralardan biridir, orkestradan çok etkilendim. İtalya’da pek çok orkestra yönettim. Beni en sevindiren Napoli Solistleri’yle verdiğim konserdi. Haziranda Floransa Oda Orkestrası’nı yönettim. Meksika Devlet Senfoni Orkestrası, dünya standartlarına göre çok iyi orkestralardan biri. Arnavutluk Radyo Televizyon Orkestrası’nı daha önce yönetmiştim. Bu yıl mayısta bir konser daha vereceğiz birlikte. Yoksunluklarla dolu bir ülkenin orkestrası, fakat dedemlerin doğduğu ülke olduğu için bana çok heyecan veriyor.

Silahınızı vestiyere bırakın lütfen

Ülkelerin orkestra kültürleri farklı. Kiminde diktatör şefler gözde, kiminde ise sendikalar koyuyor kuralı; provada, konserde şef bu kurallara uymak zorunda. Siz bu farklılıklarla nasıl başa çıkıyorsunuz, sorun yaşıyor musunuz?
– Orkestra müzikçiliğinden geldiğim için orkestra üyelerinin düşünme yöntemlerini biliyorum, empati kuruyorum. Onlara istedikleri gibi yaklaşıyorum. Bazı anlarda orkestrayla hiç konuşmamak gerektiğini, göz temasıyla iletişim kurmak gerektiğini biliyorum. Orkestra ilk beş dakikada şefe katılıp katılmayacağına karar verir. Yetkinliğine inanırsa ona biat eder. Zorlamayla sonuç almak mümkün değildir. Orkestrayla konuşmadan, işaretlerle anlatmak mümkün. Bugüne kadar sözel iletişimde de hiç sorun yaşamadım. Gittiğim ülkelerde kimi zaman çok şaşırtıcı kurallarla, geleneklerle karşılaşıyorum. Örneğin Meksika’da prova salonuna girerken duvarda bir uyarı levhası gördüm. “Lütfen silahınızı vestiyere bırakın” yazıyordu. Ürkmediğimi söylesem yalan olur.
İstanbul Oda Orkestrası’nın gelecek 10 yıllık hedefleri neler?
– Cihat Aşkın’la öncelikli hedefimiz orkestranın devam etmesi. Şef orkestrası var olduğu sürece vardır. Hiçbir güvence olmadan orkestra yürütmek bir çılgınlık. Arkadaşlarımla birlikte bunu sivil toplum projesi olarak yürütüyoruz. Bence orkestra çok sesliliğin kaynağıdır. Düşün yaşamımızın da çoksesli olması gerektiği kanısındayım. Gelecek 10 yılda 36 eserin daha dünya prömiyerini yapmayı hedefliyorum. Yurtdışında yönettiğim orkestalar, onların koşullarından sonra Türkiye’de bu koşullarda çalışmak hiç kolay değil. Buna rağmen yılmadan yolumuza devam ediyoruz.

12 yılda 36 eserin prömiyerini yaptık

İstanbul’daki diğer orkestralardan hangi özelliklerinizle ayrışıyorsunuz?
– Kamu orkestrası değiliz, şirket sponsorluğumuz yok. Konser projesi bazında çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kadrosu idealleri paylaşan gençlerden oluşuyor. 12 yıldır aynı çekirdek kadroyla çalışıyoruz. Çoğunluk konservatuvardan arkadaşlarımız, geniş kadrolar gerektiğinde destek alıyoruz. En önemlisi de müzikseverlere yeni sesler sunmaya çalışıyoruz.  Son 12 yılda 36 eserin prömiyerini yaptık. Eser siparişi verdik. Örneğin 2004’te, Cemal Reşit Rey’in 1936’da bestelediği, bugüne kadar günışığına çıkmamış Yaylıçalgılar İçin Poem adlı eserinin dünya prömiyerini yaptık. İstanbul Müzik Festivali’nden sonra İstanbul Caz Festivali’nde de konser vereceğiz…
İstanbul Oda Orkestrası şu anda yılda ortalama kaç konser veriyor, gelecek sezonda konser sayısında önemli bir değişim olacak mı?
– Geçen sezonda kişisel çabalarla 14 konser verdik. Bu sezonda da aynı sayıya ulaşmayı hedefliyoruz. Her yıl CRR, Kültür Üniversitesi, Hisar Okulları’nın etkinliklerine katılıyoruz.

DALDAN DALA HAKAN ŞENSOY

* YAZMAYI SEVERİM, SPORA ZAMAN YOK: Okumayı severim, ilgi alanım geniştir. Türk Edebiyatı’nın yeni yazarlarını takip ederim. Uzun yıllardır şiir yazıyorum. Bazıları İmece Dergisi’nde yayımlandı. Uzun yıllar önce Gırgır Dergisi’nde de iki mizah yazım yayımlanmıştı.

* FUTBOL ÇOCUKLUK TUTKUMDU:  Çocukluğumdan itibaren futbol oynamayı çok severdim. Ayaklarımı sakatladım. 26 yaşında burnumu kırdım. Belimde sorun yaşamasaydım hâlâ futbol oynamayı sürdürürdüm. Fanatik düzeyde olmasa da Fenerbahçeliyim. Maçlarını kaçırmamaya çalışırım, arkadaşlarımla futbol sohbeti yapmayı, diğer takımları tutanlarla yenilgilerden sonra şakalaşmayı severim.

* BİLGİSAYARI OĞLUMDAN ÖĞRENİYORUM: Oğlum Alkış 13 yaşında. Yaşıtları gibi bilgisayara meraklı. İnternet ve bilgisayarla ilgili sorunum olduğunda ondan yardım alıyorum. Benim uzun zaman uğraşıp çözemediğim problemlere kısa zamanda çözüm buluyor.

* TECRÜBELİ SAHAF AVCISI: Çocukluğumdan bu yana kitap ve eski plak topluyorum. Geçmişin kaynaklarını okumak için eski Türkçe öğrendim. Müzik arşivim çok geniş. Sahafiye ve yeni basılmış yaklaşık bin cilt müzik kitabım var. Yakın zamanda arşivime girenler arasında Mesut Cemil’in el yazısıyla Almanya’da yazdığı Neyzen Emin Dede hakkındaki doktora tezi, Tanburi Cemil’in elyazması olduğu düşünülen ve klasik eserleri içeren bir külliyat, Yenikapı Mevlevihanesi hakkında bir rehber kitap, 1912’de Fransızca basılmış Çanakkale adlı kitap bulunuyor. Tanburi Cemil’in külliyatında bilinmeyen yeni bir eser bulduk. Mevlevihaneyle ilgili kitap 19’uncu yüzyıl İstanbul’unda görülmesi gereken tüm önemli yerleri anlatıyor. 1880’de basılan Ayşe Hanım’ın Mutbağı ise tariflerle o dönemdeki kültürü yansıtıyor. Mesut Cemil’in tezini yayımlamak istiyorum, Ayşe Hanım’ın Mutbağı’ndan tarifleri çevirmeye başladım.

* 60 YAŞINDAN SONRA SADECE YEMEK YAPACAĞIM: Dedem aşçıydı. Genetik bir özellik olsa gerek, çocukluğumdan beri yemek yapmaya meraklıyım. Annemi mutfakta izler, yemek tarifleri alırım. Evde olduğum akşamlar genellikle yemeği ben pişiririm. Misafirliğe gittiğim evlerde de arkadaşlarım için yemek pişiririm. Akdeniz mutfağı konusunda uzman olduğumu söyleyebilirim. Öğrencilik yıllarımda aşçılık karşılığında tatil yapardım. Şimdi de farklı lezzetler araştırmayı seviyorum. Mutfağa girip emprovizasyon yapmak yerine hayalimdeki lezzetleri oluşturmak için önce sorunu zihnimde çözerim. Sonuç yüzde 98 başarılı olur. Kalın New York bifteğini içi kanlı kalmayacak şekilde gevrek kıvamda pişirmek için bir yöntem bulmam gerekiyordu, yaklaşık bir hafta düşündüm. Fırın tepsisine su koydum, içine aromatik otlar attım. Üstüne ızgarayı koyup pişirdim. Sonra tereyağıyla kızarttım. Harika bir sonuç aldım. Geçmişte ideal pizza için üç yıl uğraşmıştım. Taze makarnada istediğim kıvamı bulmak aylar aldı. Yemek ve müzikten başka elimden hiçbir şey gelmez.

* ÖDÜNÇ KEMANLA HİÇ ÇALMADIM: Ödünç çalgıyla çalmadım. Hep kendi kemanımla yetindim. İlk iyi kemanımı 1981’de 150 bin liraya babam almıştı. İstanbullu lüthiye Simonyan’ın 1931 yapımı enstrümanıydı. 1987’de bunu satıp Lamy Tibovi Lamy’nin 1888 yapımı kemanını 1,8 milyon liraya aldık. Daha sonra Ecevit Tunalı, talebim üzerine 1737 Guarnieri Del Gesu replikası yaptı. 2001’e kadar yılları arasında bu çalgıyı kullandım. 2001 yazı Çin’li bir lüthiyenin oğlu konservatuvara çok güzel enstrümanlar getirmişti. 2250 dolara çok güzel bir keman almıştım. Bununla da bir süre çalıştım. Nihayet Cihat Aşkın’ın önerisi üzerine 2006’da İsrailli lüthiye Andon Walstein’a başvurdum. Jean Baptiste Viol’un öğrencisi Paul Serve’nin 1905’te yaptığı, olağanüstü bir kemanı çok uygun koşullarda satın almamı sağladılar. Bu iyiliklerini unutmam mümkün değil.  Üç arşemden biri 1.48.  diğer ikisi Cealupetsy yapımı.  Kemanıma hayat arkadaşım, eşim gözüyle bakarım. Başkalarının elini sürmesini kesinlikle istemem. Azarbaycan gümrüğünde kemanımı incelemek istemişlerdi. Herşeyi göze alıp dokundurtmadım.

* PİYANOYLA CHOPIN ÇALABİLEN BAĞLAMA ÖĞRENCİSİNİN UFKU AÇILIR: İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nın Çalgı Bölümü’nde 30 yıldır sadece yerel ve geleneksel çalgılar, yaylı çalgılar ve klarnet eğitimi yapılıyordu. Oysa Japonya, Çin gibi ülkelerde konservatuvarlar etnik çalgılarla Batı çalgılarını birlikte öğretiyorlar. Dünya çapında iddialı yorumcular yetiştiriyorlar. 2006’da Çalgı Bölümü Başkanlığı’na geldiğimde sistemin değişmesi gerektiğine karar verdim. 2010’da piyano ve gitar bölümü açıldı. Piyano eğitimini zorunlu hale getirdim. Ardından flüt, obua, gelenekselin dışındaki vurmalılar, korno, trombon bölümleri açıldı. 2013’te fagot, sonra trompet eğitimine başlayacağız.  Batı çalgılarını bilmek, gençlere otantik entrümanları daha yaratıcı kullanma imkanı sunuyor. Ufukları açılıyor. Bugün okul konserlerimizde piyanoda Chopin çalan öğrencimiz daha sonra bağlamayla bozlak yorumluyor. Her ikisinde de virtüöz olması gerekmiyor. Piyanoyu bilen genç bağlamacının, diğer bağlamacılardan çok daha geniş perspektife sahip olacağı aşikar. İşte bu bizim okulumuzu dünyada benzersiz hale getiriyor. Eğitimcilikteki amacım Türk Müziği’ni de bilen üyelerden oluşan senfonik ya da oda orkestrası oluşturabilmek. Bu gençler müzik eğitimini de daha ileriye taşıyacaktır.

* KONSERVATUVARLAR ARASINDAKİ BATI-TÜRK MÜZİĞİ KAVGASI BİTTİ: Türk Müzikçileri ile Batı müzikçileri arasındaki kavga bizden bir önceki kuşağa kadar devam etti. Artık her iki taraftaki konservatuvar yöneticileri genç, ufku açık, tutucu olmayan akademisyenler. Ayrımcılık sona erdi. İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’ndan mezun olan gençler MSGSÜ’de yüksek lisans yapabiliyor. İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’nın kapıları Batı Müziği konservatuvarlarından öğrencilere açık. Öğretmenlerinin bilgisi dahilinde bize gelenlere yardımcı oluyoruz. Bence Batı müziği solistleri de geleneksel müziği, makamları bilmeli. Kendi toprağının seslerini tanımalı.

YAŞAM ÖYKÜSÜ
Vitrindeki oyuncak keman

Hakan Şensoy, Türk Sanat Müziği’nin ünlü seslerinden Alaaddin Şensoy’un iki oğlundan küçük olanı. Çocukluğuna dair ilk hatırladığı, her sabah babasının gam yaparak güne başlaması. “Yüzünü yıkamak, traş olmak gibi vazgeçilmez bir işti onun için. İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda şan tekniğiyle öğrenmişti şarkı söylemesini. Diploması yoktu, alaylı müzikçiydi, fakat müzikçi disiplinine sahipti. Sabahki ses egzersizinin bilinçaltıma kazındığını yıllar sonra fark ettim. Bugün bile gam yapmadan günlük keman egzersizime başlayamıyorum.”
Ailesinde başka müzikçiler de vardı. Hepsi amatördü. Eline aldığı her enstrümanı çalan amcası, evde gün boyu açık olan radyoda dinlediği şarkılar, türküler ona ilk müzik sevgisini aşıladı. Meraklı bir çocuktu. Okumayı kendi çabasıyla söktüğünde dört yaşındaydı. Cihangir’deki ilkokula götürdü babası onu. Müdür kısa bir sınavdan geçirdi. “Okuma bölümü bittiğinde müdür temel matematik işlemlerini sordu. Bildiğimi görünce babam ve annem çok şaşırdı. Ardından 23 Nisan’ı sordu müdür. Ulusal Bağımsızlık ve Çocuk Bayramı olduğunu söylediğimde bir kez daha şaşkınlığa düştüler…”
Müdür ikinci sınıftan başlamasını önerdi, aile birinci sınıfa yazdırdı. Ertesi yıl sınıf atlayıp üçe geçti, dokuz yaşında da ilkokulu bitirdi.

Kadınlar matinesinde babamla sahneye çıkıyordum

“Radyo dinlerken çok sayıda şarkı, türkü ezberlemiştim. Babam beni sık sık sahneye çıktığı Maksim’deki kadın matinelerine götürür, bazen sahneye çıkarıp şarkı söyletirdi. İlkokulda çok geniş bir repertuvarım vardı.”
Müzik tutkusunu ise Maksim sahnesine değil, bir gün Beyoğlu’nda vitrinde gördüğü oyuncağa borçlu. “Babam sahneye çıkarıp şarkı söylettiği halde müzik ilgimin pek farkında değildi. Her gün okula giderken önünden geçtiğim, hevesle vitrinine baktığım oyuncakçıda bir gün küçük, teneke bir keman gördüm. Heyecanla girip fiyatını sordum. 90 liraydı. Benim günlük harçlığım ise 125 kuruş. Babam bize karşı çok mesafeliydi. Ondan bir şey isteyemezdik. Neyse ki birkaç hafta sonra imdadıma kurban bayramı yetişti. Tüm mahalleyi kapı kapı gezip 90 lirayı topladım, kemanı aldım. Telleri misinadan kemanla günlerce oynadım, şarkı söyledim. Sıra ortaokula gelince babam beni birkaç kolejin sınavına soktu, yedek listede kaldım. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı iki yıl önce kurulmuştu, tüm öğretmenleri babamın iyi arkadaşıydı. Beni emin ellere teslim etmek için konservatuvar sınavına soktu. Fakat bunu kimseye söylemedi. Hiç unutmam, sınavda çok uzun bir ritm sordular. Ben de aynen tekrarladım. Hoca ‘Senin baban demirci mi’ dedi. Hayır, TRT İstanbul Radyosunda ses sanatkârı, cevabını verdim. Bu tanımı bana babam öğretmişti. Kendisine şarkıcı denmesine çok kızardı.”
Alaattin Şensoy’un hayali oğlunun iyi bir kemancı olmasıydı. Bir gün birlikte müzik yapabileceklerini düşünüyordu. Fakat hayatın akışı ikisini farklı yönlere sürükledi, hatta yaklaşık 15 yıl birbirlerinden uzaklaşmalarına neden oldu.
Küçük kemancı adayı, o yıl öğretim üyelerinin arasına katılan Ayhan Turan’ın sınıfına verilmişti. Turan, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda Ekrem Zeki Ün’ün öğrencisi olmuş, Roma’da Santa Cecilia Akademisi’ne bursu kabul edilmiş, Amerika’da müzik çalışmalarını sürdürmüş, döndüğünde 1965 – 1970 arasında Belediye Konservatuvarı’nın müdürlüğünü üstlenmişti. Bir yandan da İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda çalıyordu. Fakat çok mutsuzdu. Türk Müziği ile klasik müzik arasında duvar örülmesine karşıydı. Suzuki metodunu kullanarak kendi keman eğitimi yöntemini geliştirmişti, bunu klasikçilere kabul ettiremiyordu. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’na yeni bir başlangıç için gelmişti. 1977’de ilk sınıfını almıştı. Sonraki yıllarda öğrenci seçtiği halde, ilk yıl ona gönderilenleri kabul etmek zorunda kalmıştı. Savunduğu eğitim yönteminin geçerliliğini bir an önce öğrencileri yardımıyla kanıtlamak istiyordu. “Beş çocuktuk. Müthiş bir tempoyla çalışıyorduk. Hocamız ders saati yerine haftanın dört günü saat 16.00’da gelir, akşam 22.00’ye kadar ders yapardı. Otoriter ve çok sertti. İnatçılığım yüzünden bir kez dayak yediğimi bile hatırlıyorum. Annem bir akşam saat 22.00’ye gelirken okulu aramış, 10 yaşında olduğumu, bu kadar yoğun tempoya dayanamayacağımı söylemiş. Peki, öyleyse gelip çocuğunuzu alın, cevabıyla karşılaşmış. Bir daha okulu aramadı. Yazın tüm okul tatile girer, bizim sınıf en az iki gün ders yapardı. Hocamızın yaz tatili en fazla iki haftaydı. Biz de aynı dönemde tatile çıkardık. İlk yıl, dersler başladıktan beş ay sonra ilk konserimizi verdik. Ben Bach’ın La Minör Sonat’ını çalmıştım. Dönem sonundaki konserde ise Paganini’nin 16 ve 24 numaralı kaprislerini. Sınıfın başarısı okulda büyük sansasyon uyandırdı. Fakat en büyük sansasyonlar üçüncü sınıfa geçtiğim yıldan sonra yaşandı.”

Kemanda ilk idolüm arkadaşım Cihat Aşkın

O yıl, Turan’ın sınıfına 11 yaşındaki Cihat Aşkın katıldı. Turan öğrencilere aynı zamanda öğretmenliği de öğretiyor, sınıflarını müzik atölyesi gibi gerçekleştiriyordu. Aşkın’a kemanı, arşeyi tutmasını öğretme görevini Hakan Şensoy’a verdi.
“Cihat bir mucize çocuktu. Birkaç ay sonra beni geçti. Altı ay sonra verdiği resitalde Paganini’nin kaprislerini çalıyordu. Hayret içindeydik. O güne kadar kemanda idolum yoktu. Benim ilk idolüm oldu. Zor teknik sorunları, yenilikleri önce o keşfediyor, onun zorlanmadan, doğal olarak bulduğu çözümleri uygulayarak ben de kendimi geliştiriyordum.”
Şensoy ve Aşkın tanışıklıklarının ilk yılından itibaren, sınıf arkadaşından öte, kader ortağı oldu. Birlikte merak ettiler, araştırdılar, keşfettiler, öğrendiklerini sanatlarına uyguladılar. Daha çok çalışmak için yarışsalar da birbirlerine hiç rakip olmadılar.
“13-14 yaşından itibaren hep birlikteydik. Büyük kemancıları, önemli eserleri, teknikleri birlikte keşfettik. Büyük yorumcuları radyodan kasete kaydeder, kim olduğunu söylemeden birbirimize dinletirdik. Tekniklerini birlikte analiz ederdik. Çoğunlukla Cihat elinde bir kayıtla çıkagelir, beni şaşırtırdı. Yasha Heifetz’i radyoda ilk dinlediğim, Cihat’a telefon edip radyosunu açmasını söylediğim günü unutamıyorum. İkimiz de büyülenmiştik. Ardından Heifetz kayıtları toplamaya, dinleyip, analiz yapmaya başladık.”
İkilinin meraklarından biri de Beyoğlu’ndaki sahafları dolaşıp nota, plak toplamaktı. Taş plakları, dinlemekten aşınmış LP’leri eve getiriyor, şampuanla yıkayıp, biraz zeytinyağı sürerek parlatıyor, sonra zevkle dinliyorlardı.
“Plağın yanında nota da topluyorduk. 1981 yılında, 13 yaşında, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndan Vivaldi’nin keman konçertolarını almıştım. Koleksiyonumdaki ilk eserdi. Yüksekkaldırım’daki meşhur Madam’dan (bugün Pera Kitabevi) inanılmaz notalar bulduk. Örneğin İstanbullu azınlıklardan bir koleksiyoner 1900’lerin ilk çeyreğinde Avrupa’dan çok sayıda nota getirtmiş, ölünce bunlar sahaflara düşmüştü. İlk sayfalarına yazdığı Coutle isimden tanırdık onun notalarını. 1825 basımı Vivaldi’nin üç keman konçertosunu bile bulduk. Eskici, sahaf gezme merakım sayesinde bitlenmiştim.”

Hafta sonu ödevi İDSO konserleri

Ayhan Turan öğrencilerinin mutlaka İDSO’nun konserleri izlemesini isterdi. Her hafta iki kişilik davetiye alır, Şensoy ve Aşkın’a verirdi. Konserden kaçış yoktu:
“Konser çıkışında gişenin önüne giderdik. Hocamız kulisten çıkıp gelir, bizimle ayaküstü konuşurdu. Aslında bu bir yoklamaydı. Pazartesi günü de derste konserin değerlendirmesini yapmamızı isterdi. Fakat konsere gitme merakımız bu sayede gelişti. İstanbul Festivali biletlerinin satışa çıkacağı günün öncesinde, gece 24.00’te gişe önünde sıraya girer, öğrenci bileti alırdık.”

Hani nerede Türk Müziği

Plaklarda dinledikleri büyük ustaları taklit ederek kendilerini geliştirdiler. Zaten hocaları da bunu tavsiye etmişti.
Ayhan Turan her yıl öğrencilerine okuldakilerin dışında AKM’de özel bir konser düzenlerdi. Bu konserlerde genellikle en iyi öğrencileri Cihat Aşkın, Hakan Şensoy ve Pınar Ertuğrul (Demir) sahneye çıkardı. Şensoy orkestra eşliğindeki ilk konserini 15 yaşında bu üçlüyle verdi. Üç arkadaş, İDSO eşliğinde birer konçerto çaldı. Şensoy konser tarihini notlarına bakmadan söylüyor: 27 Aralık 1983… “Erol Erdinç, İDSO şefliğine yeni atanmıştı. Ben Mozart’ın Türk Konçertosu’nu çalmıştım. Konserimiz büyük yankı uyandırdı, bize büyük şevk verdi.”
Müzikseverleri hayrete düşüren konserler Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda ihtiyatla karşılanıyordu. Orhan Borar gibi hocalar keman sınıfının tamamen klasik repertuvara yönelmesinden rahatsızdı. Sınavlarda Batı müziği çalınıyordu. 1980’lerin başında okulda ciddi tartışmalar yaşanmaya başladı. Fakat bu Ayhan Turan’ı engellemedi.
“Cihat okula geldikten dört yıl sonra, 15 yaşında, bir konserde 11 Paganini çalınca herkes çok şaşırmıştı. Zeynep ve ben de yaşımızın üstünde yorumlar çıkarıyorduk. Sınıfımız o kadar başarılıydı, konserlerimiz o kadar övgü alıyordu ki, okuldaki muhalefet hiçbir zaman Ayhan Turan’ı engelleyecek boyuta ulaşmadı. Zaten konservatuvarda Erdoğan Saydam gibi klasik müzik kökenli öğretim üyeleri vardı. Konservatuvarın kurucuları tutucu değil, tam tersine çok yenilikçiydi.”
Yıllar geçiyor, çalışma temposu gittikçe yükseliyordu. Ayhan Turan’ın şiarı şuydu: Tabutun gelmediği sürece çalışmaya devam edeceksin!
“16 yaşında bir cuma akşamı okulda arkadaşlarımla kovalamaca oynarken cam kapıya çarptım. İki elimde toplam 12 kesik vardı. Hemen hastaneye gittik. İki derin kesiğe çalışmamı engelleyeceği için dikiş attırmadım. Babamdan ve hocamdan ölesiye korkuyordum. Babam yaralarımı görünce evde kıyamet koptu. Fakat o hafta sonu ödevlerime çalıştım. Pazartesi sargıları çıkarıp, bantlarla sınıfa girdiğimde Ayhan Bey yaraların sebebini öğrenmek istedi, anlattım. Ardından beklediğim soru geldi: Ödevini yaptın mı? Evet, diye cevap verince ‘Peki öyleyse’ demekle yetindi. Ne olursa olsun keman ve egzersiz ihmal edilmemeliydi.”
Ayhan Turan’ın temposuna dayanamayanlar kemanı bıraktı. Hayatta kalanlar A Takımı’nı oluşturdu: Cihat Aşkın, Aslı Elçin (Günbay) ve kızdığında “Monşer” diye hitap ettiği Hakan Şensoy… En iyi öğrencilerinden Zeynep Yılmaz üniversitenin ilk sınıfında pes edecekti…
Turan öğrencilerini ödüllendirmeyi de unutmuyordu. Sınıfta iyi çalanın ödülü çikolata, gofretti. Sınıfta genel başarı gördüğünde, topluca sinemaya, yemeğe götürürdü.
“10 yaşında kemana başlayan bir çocuğun ilk yılında Paganini çalması geçmişte çok şaşırtıcıydı. Bugün artık Türkiye’deki keman eğitiminin düzeyi çok yükseldi. Çocuklar müthiş şeyler çalıyorlar. Teknik açıdan şaşırtmakla birlikte, gençlerin yorumlarında ne yazık ki bizim dönemimizdeki ruhu bulamıyorum.”

Babası hasretine dayanamadı
Londra’daki eğitimi yarıda kaldı

1988’de İTÜ Türk Müziği Konservatuvarı’ndan mezun olduğunda, geleceğini yine hocası Ayhan Turan çizdi. Onun önerisiyle Londra’da Kraliyet Müzik Koleji’ne kayıt gönderdi, kısmi burslu kabul edildi. Fakat paraya ihtiyaç vardı.
Durumu babasına söylediğinde, olumsuz cevap almıştı.
“Ayhan Turan bunu duyduğunda babama telefon açtı. Alaattin buraya gel, önemli bir şey konuşacağız, dedi. Büyük bir tartışma yaşanacağına emindim, çünkü babama kimse talimat veremezdi. Fakat Ayhan Bey’i severdi, bazen oturup birkaç kadeh içer, sohbet ederlerdi. Beklemediğim hızla okula geldi, odaya girdi ve sakince oturdu. Ayhan Bey, şunu söyledi: Bu memlekette kaç kişinin çocuğu Prens Charles imzalı mektupla Londra’ya davet aldı? Parasını ben vereceğim, Hakan gidecek, bu utanç sana ömür boyu yeter! Fırtına gibi esmesini beklediğim babam tek sözcükle cevapladı: Peki! Dondum, kaldım.“
Londra’daki eğitim programı iki yıldı. Fakat birinci yılın sonunda babası destek olmaktan vazgeçti. Şensoy, Türkiye’ye döndü. Bilkent’te Victor Pikayzen’den ders almaya başladı. Daha sonra annesinden öğrendiğine göre, sorun para değildi. Babası oğlunun hasretine dayanamadığı için dönmesini istemişti.
“1976’dan 1992’ye kadar babam bir kez bile yüzüme beni takdir ettiğini söylemedi. Hatta klasiği seçtiğim için ne kadar rahatsız olduğunu bilirdim. Sadece üç kez konserime geldi. Sonrasında hiç yorum yapmadı. 1992’de İtalya ve Meksika’da konserler verip döndüğümde, oğlum galiba artık sen bu işi yapacaksın, dedi. Evet, cevabını verdim. Peki, dedi. Aramızda geçen tek onay konuşması buydu. Ölümünden sonra, arkadaşlarından babamın her fırsatta beni övdüğünü, çok gurur duyduğunu öğrendim.”
Sol elim Williams, sağ elim Erduran “Londra’da Trevor Williams sol elimdeki problemi gördü, bir yılda bu problemi düzelttik. Türkiye’ye dönüşümde ise Ayla Erduran’la çalıştım. O da sağ elimdeki problemi düzeltmemi sağladı. Yorumda da yol gösterdi Ayla Hanım, hakkını ödeyemem. Hiç unutmam bir gece Cihat’la Prokofiyef’in sonatını çalışıyordum. Telefon çaldı, Ayla Hanım hatırımı sormak için aramış. Çok zorlandığımı söyledim. Hemen gel, birlikte çalışalım, dedi. Gece evinden çıktığımda saat 3’e geliyordu. ”
1989’da AKM’de İstanbul Filarmoni Derneği’nin düzenlediği resitalde profesyonelliğe ilk adımını atan Hakan Şensoy, 1992’de bir ilaç firmasının sponsorluğunda çıktığı resital turnesiyle çalışmalarını sürdürdü. Yurtdışına açılmasını ise bir rastlantıya borçlu.
“1992 Martı’nda Paris Gençlik Orkestrası, İstanbul’da konser verecekti. Solistleri son anda gelemeyeceğini bildirdi. Bana teklif edilince kabul ettim. Bu konseri Emin Güven Yaşlıçam izlemiş. Bana yeni kurulan Çukurova Senfoni’nin başkemancılığını önerdi. Fakat ben özgür olmak istiyordum. Heyecanımı kaybetmek istemiyordum. Aynı konserin diğer solisti, piyanist Stefanel Giovanetti’yle iyi dost olduk. Bir süre sonra bana İtalya’da bir konser turnesi önerdi. Bu turneyi ikincisi izledi. Daha sonra birlikte Meksika’ya gittik. Konserler verdik. Bu turneden sonra şef olarak da Meksika’ya çağrıldım.”

Orkestra yerine eğitimciliği seçtim

Akbank Oda Orkestrası’ndaki çalışması önemli deneyim kazandı.
“Eğitimcilik bana özgürlük ve heyecan verecekti. Bu nedenle orkestralarda çalışmak yerine eğitimciliği tercih ettim.“
1996’de Victor Pikayzen’le çalışmasını tamamlayıp, eğitim sürecini noktaladı. Ertesi yıl İstanbul Türk Müziği Devlet Konservatuvarı enstrüman bölümüne araştırma görevlisi atandı. “Eğitimcilik icra tekniğini analiz etme tecrübemi artırdı. Rahatlıkla, refleks olarak çözdüğüm teknik konuları öğrenicilerime anlatmak için çözüm yollarını analiz etmem gerekiyordu. Öğrencilerin sorunlarını çözme, bana daha önce üzerinde ayrıntıyla düşünmediğim konuları düşünme fırsatı sundu. Şimdi okulda eğitimciliğin yanı sıra Enstrüman Bölüm Başkanlığı görevini yürütüyorum. Ayrıca konserlerimi sürdürüyorum.”

İSTANBUL ODA ORKESTRASI 1961’DE KURULMUŞTU
Türkiye’de sivil toplum girişimiyle kurulan ilk müzik topluluklarından biriydi İstanbul Oda Orkestrası. 1961’de Doktor Hamit Alacalıoğlu’nun girişimiyle bir araya gelen farklı mesleklerden müzikçiler, kentin orkestralarındaki profesyoneller dönemin solistleriyle konserler verdi. TRT İstanbul Radyosu’nda verdiği konserler canlı yayımlandı, ayrıca kayıtlar yaptı. Kadrosunda Ayhan Turan, Yusuf Güler Aksöz, Panayot Abacı, Necati Giray gibi tanınmış isimlerin yer aldığı orkestra 1972’de dağıldı. 1975’te Paris’teki eğitimini tamamlayıp Türkiye’ye dönen Timur Selçuk, opera ve senfoni orkestrasının üyelerini bir araya getirdi, bir orkestra kurdu. Selçuk “İstanbul’daki ilk konserimde Orhan Borar’ın kurduğu orkestrayı Doktor Alacalıoğlu yönetmişti. Buna rağmen İstanbul Oda Orkestrası’nın adını hiç duymamıştım. Biz de kurduğumuz topluluğa aynı ismi verdik” diyor. Ekonomik destek almayan orkestra provalarını AKM ve Timur Selçuk’un Çağdaş Müzik Merkezi’nde yapıyordu. Repertuvarında Klasik Türk Müziği, Halk Müziği birikiminden yararlanan eserlere ağırlık vermişti. Turgay Erdener, Atilla Özdemiroğlu, Ergüder Yoldaş, Timur Selçuk’un eserlerinin ilk seslendirmesini yaptı, yurtiçindeki düzenli konserlerinin yanı sıra İspanya, Belçika, Rusya, Almanya’da konserler verdi. Kayıtları CD olarak yayımlandı. 2001’de Cihat Aşkın ve Hakan Şensoy’un önderliğinde İstanbul Oda Orkestrası ismiyle konserler başladıktan sonra, diğer orkestra ”İstanbul Oda Orkestrası Timur Selçuk” ismiyle çalışmalarını sürdürdü. Şu anda teklif aldığında konser veriyor, repertuvarı ağırlıklı olarak Halk Müziği ve Münir Nurettin Selçuk’un eserlerinden oluşuyor.
(Serhan Yedig / Eylül 2012 / Andante)

Linkler

Hakan Şensoy’un Facebook sayfası

Share.

Leave A Reply

3 × one =

error: Content is protected !!