John Tavener / Bugünlerde karşılaştığım herkes “Müslüman mı oldun” diye soruyor

0

Sir John Tavener, 200’lerin başında İngiltere’nin yaşayan en saygın, en zengin klasik müzik bestecisiydi. Prens Charles’ın yakın arkadaşı, Beatles üyelerinin dostuydu. Ünlü eseri “Balina ve Kelt Requemi” onların plak firması Apple’dan yayımlanmıştı. Reklam müzikleri, Björk için yaptığı bestesi, Diana’nın cenazesinde çalınan “Song For Athena”sıyla hep gündemde kaldı. 1970’lerde Ortodoksluğu seçti. Bizans makamlarıyla bestelemeye başladı. 11 Eylül’den sonra birbiri ardına İslam mistisizminin simgelerini içeren dev koral eserler yazdı. 7 saatlik dev eseri Veil of the Temple’da Mevlana’nın şiirlerini kullandı, Hymn of Dawn’ı, Leyla İle Mecnun Operası’nı yazdı. Şan ve orkestra için Allah’ın isimlerinin Arapça’sından oluşturduğu Güzel İsimler’i tamamladığı 2005 başında, Dorset’teki evinden aradık. “Hayalim bu eserlerin dinler arasındaki hoşgörüyü artırması, bir gün İstanbul’da da seslendirilmesi” diyordu. Bu röportaj yayımlandıktan sonra davetle Türkiye’ye geldi, CRR’de ve İstanbul Festivali’nde eserleri seslendirildi. 2013 Kasımı’nda 69 yaşında aramızdan ayrıldı.

Veil of Temple’da Mevlana’nın şiirlerini kullandınız, uzun yıllar Bizans müziği üzerine çalıştınız, kızlarınız Theodora ve Sofia’ya Bizans’la, İstanbul’la bağlantılı isimler verdiniz. Türkiye’ye hiç yolunuz düştü mü?
– Yedi yıl önce bir dizi sempozyuma katılmak üzere gemiyle Türkiye’ye gelmiştim. (El Venizelos gemisiyle gelip, Din,Bilim,Çevre sempozyumuna katılmıştı) Yanlış hatırlamıyorsam toplantılarda çevre kirliliği konusu işleniyordu, tüm katılımcılar çevreyi kirleten devletleri protesto etmişti. Bu gezide ilk kez Doğu kültürüyle, Bizans izleriyle doğrudan yüzyüze geldim ve çok etkilendim. Daha sonra yazdığım “Veil of Temple”da ve diğer birçok eserimde bu izlenimlerin etkisi bulunuyor.
BBC Music’in kasım sayısında yayımlanan röportajda her gün Allah’ın bir ismini bestelediğinizi söylemiştiniz. “Güzel İsimler” tamamlandı mı; dünya prömiyeri ne zaman, nerede yapılacak?
– Evet tamamladım. 2006’da Londra’da Westminster Katedrali’nde seslendirilecek. Bir gün İstanbul’da da seslendirilirse çok mutlu olurum.

Bach gibi şifre kullandım

İçeriğinden önce eserin müzikal yapısı üzerine konuşabilir miyiz? Nasıl bir orkestra yapısı kullandınız, koro olacak mı, tasavvuf müziğinden temalara yer verdiniz mi, orkestrada otantik çalgılar yer alacak mı?
– Toplam yüz kişilik iki koronun yanı sıra bakır üflemeli ve yaylı grubu kullandım. Solo ses bir tenor. Ayrıca uzaklardan bir yaylı çalgılar dörtlüsü duyulacak. İçinde Türk kökenli tasavvuf müziğinin temalarını duyacaksınız. “Leyla ile Mecnun”da ney kullanmıştım. Ancak bu eserde otantik çalgı kullanmadım.
Dinsel müzik alanında en başarılı bulduğunuz bestecinin Bach, en sevdiğiniz eserinin ise dünyevi müzikler kategorisindeki “Füg Sanatı” olduğunu okumuştum. Bu eser şifrelerle doludur. Siz de “Güzel İsimler”de, tasavvufun şifrelerinden oluşan ve partisyonun arkasına gizlenen ikinci bir metin kullandınız mı?
– Sufiler bu çılgın dünyada sağduyusunu koruyan ender varlıklar. Tabii onların etkileri de var eserde. Ancak, “Güzel İsimler”de müziğin tamamen iç dünyamdan kaynaklanmasını, benim sesim olmasını istedim, tasavvuf müziği temalarını çok sınırlı oranda kullandım. Allah’ın her ismiyle ilgili iç sesim var bu eserde. Şifreler de bulunuyor. İstanbul’da Nipson Çeşmesi’ne gitmiştik. Üstünde eski Yunanca, soldan sağa ve sağdan sola aynı şekilde okunan bir cümle vardı. Bu tekniği “Güzel İsimler”de kullandım. Her isim aynı zamanda bir kişinin aynası oldu.
Sizin gibi sonradan Ortodoks olacak kadar dinine bağlı bir besteci, neden İslam’ın en temel simgelerinden biri üzerine böylesine görkemli bir eser yazar, amacınız nedir?
– Dinler dış görünüşleri itibariyle birbirinden farlı olabilir. Özleri itibariyle aynı doğruyu işaret ederler: Tanrı. Ben özgür bir besteciyim. İslam, Hindu ya da Hıristiyan formlarıyla düşüncelerimi ifade edebilirim. İslam’a karşı Batı’da büyük bir önyargı var. Bu olumsuz yaklaşım beni rahatsız ediyor. Çünkü İslam sanatını ve İslam’la bağlantılı her şeyi, Kuran’ı seviyorum. Allah’ın, Kuran’da anlatılan ve Müslümanlar tarafından algılanan güzelliğini bir eserde yansıtmak istedim. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, tüm köklü dinlerin dünyevi yansımalarına baktığımda bunaklaşmaya başladıklarını görüyorum. Kuşkusuz dinlerin uhrevi nitelikleri değil bunaklaşan, dünyadaki yansımaları. Bu dinler ve oluşturdukları egzoterik atmosferle dünyada barışı, huzuru, uyumu sağlamak imkansız. Müziğin yaratacağı egzoterik atmosferin Doğu ile Batı arasında karşılıklı anlayış ortamı oluşturabileceğini sanıyorum.

Karanlık bir çağdayız, daha sürecek

Birkaç ay önce Sunday Times’ta yayımlanan bir röportajda uzun yıllar Ortodoks anlayış içindeki mistik yolculuğunuzda kılavuzunuz olan Rahibe Thekla’dan uzaklaştığınızı anlatıyorsunuz. Tutuculuk ve kendinden başkasını yok sayma yaklaşımı nedeniyle geleneksel dinlere karşı eleştirel bakış geliştirdiğinizi söylüyorsunuz. Geçmişteki diğer konuşmalarınızdan, 11 Eylül’ün üzerinizde travma etkisi yaptığını biliyoruz. Nasıl oldu da, bir yandan geleneksel dinlerden böylesine uzaklaşırken, dünyanın İslam’a nefretle bakmaya başladığı bir dönemde İslam’la bu kadar özdeşleşebildiniz?
– İçimden geldiği gibi konuşmak gerekirse, güzellik kavramını en belirgin şekilde gördüğüm din İslam. Peygamber, Allah’ın bir güzellik olduğunu, güzellikleri sevdiğini söyler. Bununla birlikte, dünyevi yansımalarında İslam adına yapılan çirkinlikleri de görüyoruz. Kötülüklerin kaynağı olan fanatizm sadece İslam’da değil, tüm dinlerde var. Kötülüklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz ve her şey daha da kötüye gidecek. Evrensel döngü kavramını savunan Hinduizm bu çağa “kaliyuga” yani karanlık çağ diyor. Dinlerin bu dönemde karikatürleşeceğini, din adına felaketler yaşanacağını savunuyor. Öyle bir noktaya geleceğiz ki ya dünya ortadan kalkacak ya da kaybolan değerler yeniden filizlenecek. Yani, güzellikler gelmeden önce daha çok kötülük yaşamamız gerekiyor. Henüz dibe vurmadık.
Independent gazetesinde yayımlanan “Tavener İslam’da ilham arıyor” başlıklı haberden sonra geçen ay gazeteye açıklama gönderip “Ben hâlâ Hıristiyanım” dediniz. İslam’a yönelmeniz infial mi yarattı?
– (Gülüyor) Haberden sonra herkes ısrarla “Müslüman mı olmayı düşünüyorsun” diye sormaya başladı. İslam’ı seçenlere karşı değilim, istersem seçebilirim. Ama şunun açıkça bilinmesini istedim: Müslüman olmadım, hâlâ Rum Ortadoks’um. Kişinin yüreğine birden fazla sevgi sığmaz, ikili dua olmaz. Müzik uğraşı farklı, ibadet farklı şey.
Çizdiğiniz tabloda müziğinizin nasıl bir değişim yapmasını bekliyorsunuz?
– Yaşadığımız korkunç karanlıkta küçük bir ışık huzmesi olmasını diliyorum. Dinler ve toplumlar arasında birazcık bile olsa karşılıklı anlayış duygusu yaratabilirse ne mutlu. Güzellikleri geri getirecek olan tek şey sanattır. Politikacıların nutuklarının hiçbir işe yaramadığını görüyoruz. Barış, huzur, hoşgörü mesajları başka bir boyutta, içsel boyutta bireylere sunulmalı. Dostoyevski’nin söylediği gibi, dünyayı güzellik kurtaracak.

Konservelenmiş dışkı sanat oldu!

Leyla ile Mecnun operasının librettosunu kim yazdı, bu eserde kullandığınız müzikal simgeler üzerine konuşabilir miyiz?
– Eserde gayet sade bir metin kullanıldı. Leyla eser boyunca aynı cümleyi tekrarlıyor: “La ilahe illallah.” Mecnun ise Faslı bir sufinin kaleminden çıkan Leyla üzerine şiirleri okuyor. Leyla ile Mecnun’daki aşk öyküsünü, mistik anlamda ele aldım. Leyla, Mecnun’u Tanrı’ya yönlendiriyor. Gerçek aşkın Tanrı sevgisi olduğunu, bir insanı sevmenin aslında Tanrı’yı sevmek olduğunu, her insanın Tanrı’nın bir görüntüsü olduğunu söylüyor. Eser gelecek yıl eylül ayında Londra’da Sadler’s Wells’da sahnelenecek. Ayrıca Kahire’de sahnelenmesi düşünülüyor.
20’inci yüzyılda bestecilerin pusulayı şaşırdıklarını söylüyor, atonal müziği çürüyen cesete benzetiyorsunuz. Bir dostunuzun tanımını kullanıp “şarkı gibi söyleyebileceğiniz eser iyi bestedir” demişsiniz. Çağdaş bir eserle karşılaşan sıradan dinleyiciye bu eserin iyi olup olmadığını değerlendirebileceği birkaç ölçüt vermeniz gerekse, ne söylerdiniz?
– Müzikle insanoğlu arasındaki iletişimin zayıflaması beni endişelendiriyor. Konuşurken amaç anlaşılmaktır. Müzik yazarken de anlaşılmak ister insan. Eğer müzik spontanlığını kaybettiyse, doğallığını yitirdiyse iletişim tehlikede demektir. Her bireyin Tanrı’nın bir yansıması olduğuna inanıyorsak, Tanrı’nın yansımaları arasında iletişim olmalı. Eser sadece diğer bestecilerin anlaması için yazılıyorsa, yapılan iş zaman kaybıdır. Klasik müzik gelecek ve aynı zamanda yüzlerce yıl geçmişte kalanlarla iletişim kurabilecek niteliklerini yitirdi. Bu nedenle cesete benzetiyorum. Çağdaş sanat fazlasıyla karmaşık hale geldi, sanat sanat içindir yaklaşımı ön plana çıktı. Sanatta hümanizmin bittiği yerde çılgınlık çıkıyor ortaya. Her şey sanat olabiliyor. Müzik bir yana, çağdaş resme bakın. Tate Galeri’de şu anda bir sanatçı dışkısını konserve kutusuna koymuş, sergiliyor. İşte hümanizmin bitişinin göstergesi: Bir kutu insan dışkısı. (gülüyor) Oysa geleneksel sufi müziği, İrlanda müziği ya da Hint müziği geçmiş ve gelecekle iletişim kurabilir. İlk zamanlardan günümüze kadar geçerliliğini koruyan gerçeklik duygusunu yitirmediği için geleneksel müzik herkes tarafından anlaşılır, tüm engelleri aşar. Besteci bir entellektüel grup için yazıyor, karşısında elit grup bulamıyorsa zaman harcıyor demektir.

Rüyalarım yol gösterdi

“Tanrının varlığını en çok beste yaparken hissediyorum. İlahi bir güçle bağlantı kuruyorum, müzik akıp gidiyor, demişsiniz.” Bu duygu sadece son dönemdeki dinsel temalı eserler için mi geçerli?
– Hayır tüm eserlerim bir tür dua, ibadet gibi. Aynı coşkuyla yazıyorum. Allah’ın 99 güzel ismini bestelemek çok yoğun bir duygusal süreçti. İfade edilemeyecek bir şeyi dile getirmeye çalışmak bir tür esriklik haliydi.
Sufi geleneğinde rüyaların önemli yeri vardır. Rüyalar ilahi gücün verdiği nottur, görevdir, mesajdır. Rüyalarınızla eserleriniz arasında böyle bir bağlantı var mı?
– Bazı rüyaların önemli etkisi oldu hayatımda. Özellikle uykuya dalarken ya da uyanırken yaşadığım yarı uyanıklık aşamasında gördüklerimden çok etkilendim. Bence yaratıcılık açısından çok özel bir an bu. Bu anlarda gördüklerim, yaşadıklarım müziğime de yansıdı. Biraz tuhaf bir hikaye anlatacağım. Umarım anlarsınız. “Veil of The Temple” adlı eser Hıristiyan temaları üzerine kurulmuştu. Son bölümü yazarmaya çabalarken Sufi Christopher Schoon ya da diğer ismiyle Şeyh İsa’yı gördüm rüyamda. Bana bir şeyler söyledi. Söylediklerini sözcükle ifade etmem imkansız. Tek bildiğim, bu rüyadan sonra kalktım ve mesajın ışığında son bölümünü tamamlamayı başardım. Eserde İslam ve Hindu ögelerini bir araya getirdim. Yaşadığımı ancak bu şekilde anlatabilirim, bilmiyorum sizin için bir şey ifade ediyor mu bu söylediklerim? (Tavener’ın ilginç alışkanlıklarından biri de basınla konuşurken bu soruyu defalarca yinelemesi)
En büyük tutkum yürümek ve bestelemek, diyorsunuz. Bazı besteciler uzun yürüyüşlerden hafızasında yeni eserinin neredeyse tüm orkestra düzenlemesiyle döner, kağıt kalemle bu düşünceleri notaya aktarır. Siz de bu gruptan mısınız?
– Son dört yıldır yürüyüş mesafemi uzattım. Her gün yaklaşık üç saat yürüyorum. Bu sırada yeni fikirler bilinçaltımda oluşuyor. Dönüşte bu fikirleri not alıyorum. İbni Arabi, insanın hayal gücünün ilahi bir yetenek olduğunu söyler. Kuşkusuz kötüye kullanıldığı da olmuştur çok. Sanıyorum, yürütükçe bilinçaltımın derinliklerinden yeni fikirlerin çıktığını, hatta bunların bazılarının dışarıdan geldiğini hissediyorum. Tanrı her insanla iletişim halindedir. Yürüyüş sonrası yazdıklarımı birkaç ayda bir gözden geçiririm. 20-30 farklı fikir arasında anlamlı bağlıntılar çıkar. Bu bağlantının arkasındaki mantıkta, biraz önce söylediğim gibi, Tanrı’nın her insan gibi benimle de iletişim içinde olmasının payı olmalı. Notlardaki düşünceler, üzerinde çalıştıktan sonra yeni bir biçim alır. Yanılmıyorsam T.S.Eliot şöyle demişti: “Fikir ile başlangıç arasında gölgeli bir alan vardır.”

Björk’teki yedenek klasikçilerde yok

Mevlana’nın şiirleri ne zaman ve nerede dikkatinizi çekti?
– Çok uzun zaman önce keşfetmiştim şiirlerini. Son zamanlarda birçok farklı sufi şairin eserlerini keşfettim. İbni Arabi’yi okuyorum. Biliyor musunuz, çocuklarım olmasa, dünya biraz daha farklı olsaydı sufiliği seçerdim. Ama insan yüreğiyle de sufi olabilir; keşke diğerleri de sufizmi yüreklerinde hissetseydi, dünya çok daha iyi bir yer olurdu.
Pop müziği günümüzün salgın hastalıklarından biri, diyorsunuz. Ama Björk için beste yaptınız. Neydi onu diğerlerinden ayıran?
– Müziği çok özgün ve güzel. Farklı bir insan. Benden bir eser yazmamı rica etmişti. Buluştuk, konuştuk. Bir beste yapmaya karar verdim. Björk öyle yetenekli ki, piyanodaki doğaçlamalarını bugün birçok klasik müzik bestecisi yapamaz.
Gelecekte de ortak çalışmalar yapmayı düşünüyor musunuz?
– Neden olmasın?
Sizi etkileyen, birlikte çalışmak isteyeceğiniz başka müzikçi var mı?
– Geçmişte Beatles’la böyle bir bağım vardı. Şimdilerde Björk’ten başka bana esin veren müzikçi yok. Popçular yerine etnik müzikçilerle, mesela Kızılderililerle çalışmak isterdim.
Son soru arkadaş edinme sanatındaki ustalığınız üzerine. Kızılderili müziği üzerine çalıştığınızı, malzeme aradığınızı söylediğinizde Amerika’ya kadar gidip dev bir Kızılderili powpow davulu ve beraberinde onu çalacak bir kızılderiliyi İngiltere’ye getirecek kadar iyi arkadaşları nasıl ediniyorsunuz? Bu tür sürpriz yapan başka arkadaşlarınız oldu mu?
– Sanıyorum en ilginç örnek buydu. Üstelik davul çalan şifacı “bakın size ne kadar farklı melodiler çıkaracağım, ilham verecek” dedi. Haklıydı. Bu davulun sesindeki gücü yansıtan beş ayrı beste yaptım. Leyla İle Mecnun ve Güzel Adlar da bu eserlere dahildir.
Türkiye’deki klasik müzik dinleyicilerine iletmek istediniz bir mesaj var mı?
– Güzel İsimler ve Leyla İle Mecnun’un Türkiye’de seslendirilmesi beni çok mutlu ederdi, eğer mümkünse tabii.
(Serhan Yedig, Ocak 2005 Andante, 23 Ocak 2005 Hürriyet)

İNGİLİZ BESTECİLERİN EN UZUN BOYLUSU: Sir John Tavener, İngiltere’deki klasik müzik bestecilerinin sadece en saygın ve zengini değil, aynı zamanda en uzun boylusu. Marfan Hastalığı nedeniyle boyu 60 yaşında 1.97’yi aştı. Kızları Sofia ve Theodora da bu genetik hastalığın kurbanı. 1977’de Yunan dansçı Victoria Maragopoulo’yla evlenmeden önce çok içki içerdi. Ama uyuşturucudan uzak durdu. 30 yaşında ağır bir kalp krizi geçirdi. 1990’da annesi Muriel’i kaybedince bunalıma girdi. Esin perisi onu terk etti. Ardından kanser tehlikesi belirip, kalp kapaklarından da ameliyat olunca bu şokla açıldı, yeniden bestelemeye başladı. “Tanrı’nın gönderdiği nimet oldu bu hastalıklar bana” diyor. Maragopoulo’yla evliliği sadece 8 ay sürdü ama onun sayesinde girdiği Ortodoks mezhebiyle bağını iki yıl öncesine kadar korudu. Rahibe Thekla’yı kendine ruhani önder seçmişti. 11 Eylül sonrasında diğer dinleri incelemeye başlayınca araları açıldı. 1985’te tanıştığı, kendinden 21 yaş küçük müziksever Maryanna’yla evlendi. İki kızı oldu.Dorset’te mütevazı bir evde yaşıyor. Servetinin tek göstergesi, yılda bir kez kullandığı özel Bentley ve klasik spor otomobillerle birlikte Lexus gibi günümüzün ünlü spor otomobillerinden oluşan koleksiyonu.

ÇÜRÜME BEETHOVEN’LA BAŞLAR: Atonal müzik yazmakta neden hala ısrar ediliyor, anlamıyorum. Bana sorarsanız bu üslup Klasik Batı Müziği’nin çürüyen ceseti. Belki çok radikal bir değerlendirme, ama bu ısrardaki sersemliği görmek gerekir. Bu yönde daha fazla ilerleyemeyeceğimizi rahatlıkla görebileceğimiz bir noktaya geldik. Batı geleneği kendini tüketti. Sanat ne zaman ki “sanat sanat içindir” yoluna girdi, tükenmeye başladı. Bu yolu Beethoven’in son döneminde yazdığı büyük eserler açmıştır. Geçenlerde, son dörtlülerini dinledim yeniden. Büyük bir öfke var bu müzikte. Bu yaklaşım müzikte soyutlanma ve uzaklaşma eğilimi başlamıştır. Ne yazık ki daha sonra bu tür ürkütücü entelektüel müzik üreten bestecilerin hiçbiri Beethoven’in vizyonuna sahip değildi. Wagner’den, Mahler’e, Schoenberg’den, Berg’e müzikteki hümanizm azaldı. Sanatçılar kabuslarını müziğe aktarıyorlar. Aynı eğilimi resimde de görüyoruz. Francis Bacon gibi bir sanatçı bile kendi cehennemi içine hapsoldu. Müthiş bir ressam. Ama toplum resmindeki şiddetli çirkinliği görmek istiyor mu acaba? Neden güzellikleri betimleyen, cenneti özleyen sanat susuverdi? (5 Kasım/Financial Times)

KONSERDEN ÇIKIP ALARMA BASTIM: Puritanizmin her türünden nefret ederim. Özellikle laik prütanist yaklaşımdan. Neden dinleyiciyle iletişim kurmak isteyen, bunu beceren müzik kötü olsun? Neden tam tersi marifet kabul edilsin? Geçenlerde bir hafta sonu boyunca Yeni Müzik Festivali’ndeki konserleri izledim. Biri sahneye çıktı, uzun bir emprovizasyon yaptı. Çevredekiler baygınlık geçirdi. Dayanamayıp dışarı fırladım ve alarm düğmesine bastım. Çok öfkelendiler. Sanki ayinin ortasında etrafa çişimi yapmıştım… (5 Kasım/Financial Times)

MOZART’IN MÜZİĞİ TANRI’NIN YANSIMASIDIR: Bach, tanrının şefkatini en iyi yansıtan, gelmiş geçmiş en başarılı besteci. Beethoven volkanik zekaya sahip, hümanizme inanan bir dahiydi. Bach ve Beethoven’in müziğini böyle değerlendirebilirim. Ama Mozart’ın müziğini sözcüklerle tanımlamak mümkün değil. Tanrı bu kırılgan adama ölümsüz çocuksuluğun sesini vermiştir. Sanki ruhuyla Tanrı arasında özel bir bağlantı vardı. Hatasız, kristalize ve yapay olmayan melodileri evrenin bir yerlerinde daha önce asılı duruyormuş, Mozart onları toplayıp insanlara sunmuş gibidir. Müziği tüm bestecilerden daha dişil, daha büyüleyici. Tüm eserlerinde ve kahramanlarında Tanrı’nın sesini duyarız, Saratsro’dan Papageno’ya, Don Giovanni’ye kadar. Bu açıdan en dinsel müziği yazan bestecidir Klasik Batı Müziği’nde. Sufilerin deyişiyle Mozart’ın besteleri bana Tanrı’nın ruhunun yansıması gibi gelir. Mozart’ın ruhu, içindeki Tanrı’yı, Tanrı’nın gözleriyle görmüştür. (30 Ekim/The Independent)

MODERNİZME 1960’LARDAN BU YANA KIZGINIM: 1960’larda modernizme çok kızardım, şimdilerde pek hoşmanmadığımı söylemekle yetiniyorum. Maxwell Davies’in geçenlerde bir bestesini dinledim. Niye zahmet etmiş bunu yazmak için, diye düşündüm. Bunları söylediğime bakıp sadece Mozart’ı, Bach’ı Çaykovski’yi takdir ettiğimi sanmayın. Brian Ferneyhough benim gibi ödün vermez bir besteci. Arvo Part’ın Tabula Rasa’sı beni kızılderili müziğini ilk duyduğum anda olduğu kadar sarsmıştır. Stockhausen’ın “Stimmung”u bestecinin yazdığı en güzel eserdir. Thomas Ades’in müziğindeki özgün sesine hayranım. James MacMillan’ın koral müziğini seviyorum. Harrison Birtwistle’a büyük saygım var. Benim hayalim ise günün birinde Füg Sanatı ve Sihirli Flüt’e yakın bir eser yazabilmek.(22 Ekim / Irish Times)

Linkler

Biyografisi

Kişisel web sayfası

Share.

Leave A Reply

four × two =

error: Content is protected !!