Lars Vogt / Simon Rattle’la Rus ruleti oynadı, hayatı değişti

0

1990’da katıldığı Leeds Piyano Yarışması’nda tanınmış şeflerden Sir Simon Rattle’ın önerisine uyup Schumann’ın konçertosunu “çılgın” bir yorumla çalmasıydı, bugün belki adını hiç duymayacaktık. TV’den canlı yayımlanan yarışma Lars Vogt’un hayatını değiştirdi. Artık EMI’nin gözde solisti. Her yıl dünyayı dolaşıp 80’i yakın konser veriyor. 2001’de ilk kez Türkiye’ye geldi, daha sonra İstanbul Müzik Festivali’ne de katıldı. Her iki konserde de eserleri, dinleyiciye o anda piyano başında yaratılıyormuş duygusu veren büyüleyici bir yaklaşımla yorumladı. Vogt’u ilk konseri öncesi Almanya’daki evinden aramıştık. “Her konser insanca paylaşım fırsatı ve birbirini öldürmeden birlikte yaşanabileceğinin kanıtıdır; Mozart müziği her türlü acının en iyi ilacıdır” diyordu. Leeds’de oynadığı Rus ruleti, oda müziği tutkusu ve hayallerini anlatmıştı.

 

EMI, sizi gerçekten Leeds Piyano yarışmasındaki “çılgın” Schumann yorumunuzdan sonra mı keşfetti?
-Aynen söylediğiniz gibi oldu. Birmingham Senfoni ve Simon Rattle ile ilk çalışmamızdı. Konser TV’de canlı yayımlandı. Sonra hayatımı değiştirecek şeyler olmaya başladı. TV’deki yayını Martha Argerich izlemiş. Arayıp güzel şeyler söyledi. Gerçekten bu konserden sonra çok önemli şeyler oldu…
Peki konserde ne yaşadınız, özellikle de ‘çılgın’ yorum sırasında orkestrayı yakalayamamaktan korktuğunuz son bölümde neler oldu; son nota ile alkışların arası yüzyıl kadar uzun gelmiştir herhalde?
-20 yaşındaydım. Ve hayatımda sadece bir kez profesyonel orkestrayla çalmıştım. Konser TV’de yayımlanacaktı ve bu bir yarışmaydı. Ne yazık ki o günlerde Simon Rattle’ı da pek tanımıyordum. İsmi beni korkutmadı. Provalarda herkes çok destek oldu. Ama özellikle Rattle’ınkini unutamam. Provadan çıkışta “Yarışma hiç önemli değil, kazanamasan bile seninle birçok konser vereceğiz” demişti. Yarışmaya bu özgüvenle çıktım. Tabii sınavda herkes heyecanlanır. Önemli olan heyecanın yaratıcılığı, duyguları, renkleri kışkırtmasıdır. Bazen tam tersi olur. Şanslıydım, harika bir şefle yanyana olmanın güveniyle çaldım. Harika bir konser oldu. Son notayı çaldığımda, üç haftadır süren yarışmanın bittiğini düşünmek başlıbaşına büyük bir mutluluk oldu. Dünya gözüme daha güzel gözükmeye başladı. (Gülüyor)
Yani Rus ruleti oynadınız ve kazandınız…
-Schumann konçertoyu çalma kararı başlıbaşına risktir. Tek seçiminiz tüm riski üstlenmektir. Ya kazanır ya tamamen kaybedersiniz. Her zaman olduğu gibi gözü kara bir şekilde bu işe soyundum. Sahnede, son anda tüm endişem kayboldu, izleyicinin bizi desteklediğini hissettim. Finalde müthiş bir alkış koptu, bravo diye bağıranlar oldu…
Sanırım en sivri dilli, alaycı, acımasız müzik eleştirmenleri İngiliz basınındakiler. Umarım canınızı çok yakmamışlardır.
-Fırtınanın ortasında bu tür şeyleri duymuyor insan. Müzikçinin kendisini bu tür tepkilerden biraz uzak tutmasında fayda var. 10 yıldır tüm dünyada, özellikle İngiltere ve Almanya’da sık konser veren bir piyanist olarak İngiliz eleştirmenlerinin çoğunlukla dürüst, farklı yaklaşımlara açık, özgürlükçü olduklarını söyleyebilirim. Almanlar çok daha alaycı, tutucu. Özellikle bazı kentlerde… Yarışmadan sonra Londra’daki ilk konserlerimde, ilk albümümde hep iyi eleştiriler aldım, eleştirmenlerce desteklendim.

Favori eleştirmenleri spor yazarları!

Bazen de çok saçma eleştiriler çıkıyor basında. Sizi en çok güldüreni hatırlıyor musunuz?
-(Kahkahalar) Evet hatırlıyorum ama söyleyemem. Duyarsa bundan sonra hakkımda hiç iyi şey yazmaz… (Kahkahalar) Genellikle tüm eleştirileri okurum. Ardında ciddi bir birikim, dikkatli bir gözlem varsa yararlanmaya çalışırım. Olumlu, olumsuz farketmez. Fakat bazen, özellikle yerel gazetelerde çıkanların spor muhabiri ya da ekonomi muhabiri tarafından yazıldığını düşünüyor insan.
ABC News’taki röportajınızda çok samimi bir itirafta bulunuyor ve “Beethoven ve Mozart’ı mükemmel, hatasız çalmak mümkün değil” diyorsunuz. Özeleştiride acımasız mısınız?
-Özeleştiri alışkanlığını kaybettiğinizde yaratıcılığınızı da kaybedersiniz. Ne yazık ki bu çok yetenekli sanatçıların başına geliyor bazen. Bunu müziklerini dinlerken farkediyorsunuz. Ayrıntılara dikkat etmez oluveriyorlar. Michael Jackson gibi, en büyük benim, diyerek yaşamak kolay. Zor olan özeleştiri yeteneğini korumak. Ayrıca klasik müzikte bu taktik hiç işe yaramıyor. 15 yıldır sürekli kendimi eleştiriyorum, bu sayede hep yeni yöntemler, yollar keşfediyorum.
Çoğu başarılı müzikçinin ardında eli kırbaçlı anne ya da baba vardır. Sizin aileniz hiç baskı yapmamış. Hatta parmaklar için çok tehlikeli olan futbolu bile oynamanıza izin vermişler. Biraz anlatır mısınız, nasıl oldu bu iş?
– (Gülüyor) Sadece futbol olsa iyi. Parmaklar için zararlı olan basket ve tenis de oynadım. Sporu çok seviyordum çünkü. Futbol takım oyunu. Oda müziği ya da orkestrayla çalarken de bu takım oyunu oynanıyor. Bugün orkestralarla uyumlu çalışmamda futbolun önemli etkisi olmalı…

Bayern Münih’in sadık taraftarı

Yoksa, hâlâ futbol oynuyor musunuz?
– Yakın zaman öncesine kadar yaşadığım küçük kasabanın takımında oynuyordum. Küçük bir kaza geçirdim. Ayağım sakatlandı. Bir gün elimin de sakatlanabileceğini, hayatım boyunca pişmanlık çekebileceğimi düşünüp bıraktım. Şimdi TV karşısında pasif spor yapıyorum. Çocukluğumdan beri Bayern Münih’liyim. Tüm maçlarını TV’den izliyorum. Turnedeyken yanıma bilgisayarımı alıp internetten seyrediyorum. Müzik gibi zorlu işle uğraşanların rahatlamaya ihtiyacı var. Şu anda sadece jimnastik yapıyorum.
Müziğin yanısıra başka ilgi alanlarınız var mı?
– Bilgisayarlara çok düşkünüm. Program yazıyorum. Bir web sayfası kurdum internette. Geniş sayılabilecek bir film arşivim var. İngiliz ve Amerikan komedi dizilerini de seviyorum. Kitaplarla da aram iyidir. Genellikle bilim ve bilgisayar kitaplarını tercih ederim. Edebiyatta ise tercihim, eşimin etkisiyle olsa gerek, Rus klasiklerinden yana. Nabokov, Tolstoy, Dostoyevski… Max Brod okul yıllarında favorimdi. Milan Kundera’yı da unutmamak lazım. “Kahkahanın ve Unutmanın Kitabı”ndaki Beethoven sonatı üzerine yorumları müthiştir.
Bir röportajda, birbirine zıt iki piyanisti usta olarak kabul ettiğinizi söylüyorsunuz. Glen Gould konser vermeyi hiç sevmezmiş, siz yılda 80 konser veriyorsunuz. Claudio Arrau ise maceraperest bir piyanist değildi… İkisini birleştirip kendinize bir piyanist yaratmak isteseniz hangi özelliklerini seçerdiniz?
-Glen Gould’la konser konusunda aynı fikri paylaşmıyorum. Sanıyorum konserin sanatçı üzerinde yarattığı ek gerilimden şikayetçiydi. Bazen bu gerilim yaratıcılığı bileyebilir, daha iyi çalmayı sağlayabilir. Benim için dinleyiciyle doğrudan iletişim kurmak, anlık yaratıların keyfini yaşamak önemli. Bir an sonra ne olacağını bilmemenin heyecanı yaratıcılığı biler. Plan, program yapıp stüdyoya girmekten çok farklı bir duygudur konserdeki. Bunları söylemekle birlikte plak yapmayı, dinleyip hatalarımı düzeltmeyi, kendi öğretmenim olmayı seviyorum. Her kayıt bir eğitim kampı. Çok zorlu bir deneyim. Arrau’yla Gould’u günümüz genetikçileri klonlayıp birleştirmeyi deneseydi (gülüyor) herhalde başaramazlardı. Çünkü çok farklı kişilikler. Gould sınır tanımaksızın, her tür deneye hazır bir müzikçi. Bu yönüne saygı duyuyorum. Arrau ise çok samimi. Hayatı boyunca hiç sahnede şov yapmadı. Yıldız değil, müziğin sadık hizmetkarı oldu. Bu yönü çok etkileyici. Özellikle bir efekti keşfedip üzerinde oynamakla yetinen piyanistlerin çağında çok önemli…

Müzik misyoneri gibi

Oda müziği misyonerisiniz, bir festival düzenliyorsunuz. Moralinizi bozmak istemem ama, hayatımız gittikçe sığlaşıyor, ölümleri bile seyirlik, eğlencelik hale getirdik. Yaşadığınız koşullar altında oda müziğinin gençler tarafından benimsenmesi, geliştirilmesi, tüm bunlar bir yana yok olmamayı başarması mümkün mü?
-Oda müziği, müzik tarihinin merkezi bence. Birçok besteci en derin, güzel eserlerini bu formda yazdı. Bununla birlikte yeni dinleyici kazanmak gittikçe zorlaşıyor. Heimbach Festivali’ndeki ilk dört yıl, hayatımın en güzel tecrübesiydi. Bana çok şey öğretti. Festivale hep enstrümanlarında en iyi müzikçileri davet ettim. Heimbach sapa ve küçük bir kasaba. Buna karşın ilk konserden itibaren ülkenin dört bir yanından oda müziği tutkunları gelmeye başladı. Ama daha önemlisi hayatında hiç konsere gitmediğini tahmin ettiğim kişiler, merak edip geliyor. Heimbach tecrübesi bana oda müziğinin geleceğiyle ilgili çok umut verdi. Yapılan işe inanıldığında ve orijinal bir atmosferde, ilginç bir repertuar iyi müzikçiler tarafından sunulduğunda, oda müziğinin ruhunu hayatta tutacak koşullar oluşuyor.
Ben özellikle gençleri kastetmiştim…
-Eğitim sisteminde köklü bir değişim gerekiyor. Okulda müzik derslerini teorik olmaktan çıkarıp herkesin zevk alacağı hale getirmek lazım. Çocuklar müziğe okulda aşık olmalı. Her çocuğa bir enstrüman çalabilme fırsatı verilmeli. Kendi seslerini yarattıklarında, müziği de sevecekler. Çoğu politikacı, öğretmen okulun insanı hayata hazırlaması, bilgisayar gibi somut beceriler kazandırması gerektiğini düşünüyor. Hayat sadece bu değil, duygular ve yaratıcılık demek aynı zamanda. Sanat gençlere kişiliklerini keşfetme, yaratıcı yönlerini ortaya çıkarma olanağı sunuyor. Bu olmadan profesyonel hayatta başarılı olmak zor. Eğer bu ihmal devam ederse gelecek için fazla umut yok demektir.. Biz festivale her yıl çocuklar için konser ekliyoruz. Geçen yıl 14-17 yaş için konser yaptık. Bu yıl 3-8 yaş grubu için sunucu desteğinde konser verdik. Çok ilgi gösterdiler. Öğretmenleri, konserden sonra hepsinin repertuardaki eserlerin CD’sini aldığını söyledi. Belki sadece aralarından birkaçı tutkuyla müziğe bağlanacak. Ama ilgileri hayat boyu sürecek.

Eşi besteliyor, o çalıyor

Yedi büyük bestecinin birçok solo eserini seslendirdiniz, kayıtlarınız yayımlandı. Şimdi sırada hangi besteci ya da eserler var?
– Bach üzerinde yoğunlaştım. Bu yıl yayımlanan CD ilgi çekti. Aralıkta Brahms’ın solo eserlerinden opus1,2 ve 4 numaralı sonatlarını kaydedeceğim.  Heimbach’ta yaptığımız kayıtlar EMI’den iki çift CD halinde yayımlandı. Önümüzdeki yıl festivali Brahms’ın keman, çello, klarnet ve piyano ikililerine ayırdık. Çelloyu Pergamenşikov, kemanı Christian Tetzlaff, klarneti Sabine Meyer, piyanoyu ben çalacağım. Konserler yine kaydedilecek.
Eşiniz Tatiana Komarova’nın eserlerinden hiç söz etmediniz. Kaydetmeyi düşünüyor musunuz?
– İlk CD’de Mussorgski ve Çaykovski’nin yanısıra eşimin de bir eserini yorumlamıştım.
Yoksa eşinizle bu eser sayesinde mi tanıştınız?
– Evet öyle oldu. 1990’da ilk karşılaşmamızdan bir ay sonra bu eseri benim için yazdı. Bir yıl sonra prömiyerini çaldım. Sonra kaydettik. Benim için bir de kısa versiyonunu yazdı. Bunun yanısıra piyano için varyasyonlar yazdı, epeyce çaldım bu eseri. Piyanolu üçlüsünü festivalde seslendirdik, CD’de yayımlandı. Bu yıl başında İsviçre’deki Vincentour Orkestrası’nın sipariş verdiği piyano konçertosunu tamamladı. Mayısta dünya prömiyerini Heinrich Schiff’in yönettiği orkestra eşliğinde yaptık, çok ilgi çekti.
Besteleme sürecinde birlikte mi çalışıyorsunuz?
– Yeni bir eser yazarken, yazdıklarını birine dinletmek, fikir alışverişinde bulunmak ihtiyacı hissediyorsunuz. Biz de konuşuyoruz. Fakat öneride bulunmamaya, onu etkilememeye özen gösteriyorum.

Her konçerto için altı ay çalışıyor

Yorumlayacağınız konçertoya en az altı ay ayırdığınızı, daha kısa zamanda çalışmayı reddettiğinizi okudum. Bu hızla repertuarınızı genişletmeniz zor olsa gerek. Repertuarınızda kaç konçerto var, yılda ne kadar konser veriyorsunuz, programlarda tekrar sizi sıkmıyor mu?
-Yaklaşık 25 konçerto var. Bugüne kadar yılda 25 konçerto çalmayı hiç denemedim. (Gülüyor) Yılda 80 civarında konser veriyorum. Bu işte uzmanlaştıkça şunu görüyorum, Arturo B. Michelangeli gibi piyanistler bazı eserler üzerinde yoğunlaşmayı tercih etmiş. Onları anlıyorum. Yüzde 100 kontrol sağlamadığım, sahneye çıkacak kadar bildiğime inanmadığım eserleri repertuarıma almak istemiyorum. Repertuarı korumak için yılda bir ya da ikiden fazla resital programı çıkarmıyorum. Yılda 5 ya da 6 farklı konçerto çalıyorum. Şimdi konçerto öğrenme temposunu düşürüp solo piyano repertuarında temel eserler üzerinde çalışmak istiyorum. Gelecek yılı Hammerklavier Sonatı’na ve Goldberg Varyasyonları’na ayırdım.
Gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki gelir uçurumundan, ölümcül yoksulluktan rahatsız olduğunuzu söylüyorsunuz bir röportajda. Terör saldırılarından sonra dinler arasında yaşanan gerginlik ve savaşta neler hissettiniz?
– İnsanın kendisini bunlardan soyutlaması mümkün değil. Demokratik ülkenin yurttaşı olmak bireye toplumsal hayata aktif katılma sorumluluğu getirir. Özellikle sanatçılar bu sorumlukla karşı karşıya. Sanatçı kendisine bu işi neden yaptığını sormalı. Ana motivasyonu insanlara ulaşmak; toplumda, bireylerde bazı insani duyguları harekete geçirmek olmalı. Sanat ve müzik içimizdeki insani duyguları ortaya çıkarmanın aracıdır. New York saldırısı hepimizi derinden etkiledi, haftalardır bu etkiden kurtulamadım. Daha dün gece rüyama girdi yıkılan binanın görüntüleri. Aniden uyandım. Camlardan atlayan insanların yerine koyuyorum kendimi. İnsanoğlu kendi ve başkalarının hayatını nasıl böylesine hiçe sayabilir anlamak mümkün değil. Yakınlarını kaybedenlerin ne büyük acı yaşadığını tahmin etmek bile zor. Diğer yandan tarih boyunca yapılan hata tekrarlanıyor. Suç genelleştirilerek bir dini görüşe atfediliyor. Almanya gibi tarihi karanlık olan bir ülkenin vatandaşı olarak, faşizm tecrübesinden öğreneceklerimiz olmalı, derim. Bu hatayı asla bir kez daha yapmamalıyız. Tüm Arap dünyasını bu olaydan sorumlu tutmamalıyız. Bush ve Alman Başbakanı’nın İslam merkezlerini ziyaret etmesi bu açıdan sevindirici. Umarım hükümet liderleri önümüzdeki günlerde, harekete geçerken bilinçli davranır.

Mozart müziği ilaç gibidir

Mozart’ın müziği olduğu sürece çözülmeyecek sorun, dindirilmeyecek acı yok, diyorsunuz. Hâlâ aynı düşüncede misiniz?
-İlginç bir soru. Bu yıl Heimbach Festivali’ne Daniel Hope katıldı. Biliyorsunuz Menuhin’in öğrencilerindendir. Hope’un şöyle bir düşü var: İsrail’e gidip sınırda, insanların birbirlerini öldürdüğü yerde aniden çalgıları çıkarıp konser vermek. Bugüne kadar duyduğum en radikal yaklaşım. Hayal aynı zamanda. Aslında her konserde bunu yapıyoruz. Ruhumuzu uyandırıyor, acıları, aşkları, mutlulukları, öfkeleri ortaya çıkarıp bunları paylaşıyoruz. İnsanca ve birlikte yaşama atmosferini yaratıyoruz. Birbirini öldürmeden de duyguların ifade edilebileceğini gösteriyoruz.
Anlaşılan o ki, bugünlerde gece gündüz Mozart dinlememiz lazım… İstanbul konserinizin repertuarında Mozart var mı?
– (Gülüyor) Mozart yok ama emin olun ki harika eserler çalacağım. Mesela Janacek’in “In The Mist”ini, Brahms’ın ilk yayımlanan eseri Opus 2 Sonat’ını çalacağım. Müzik dünyasına adım atan bir dahinin ilk parlak ürünü bu sonat. İkinci bölümde Beethoven’in Opus 111 Sonat’ı var. Bu eser de müzik tarihinin temellerinden biri. Hakkında saatlerce konuşabilirim. Bana hep, evrende bizden daha yüce bir varlık olduğunu düşündürmüştür. Her çalışta çok güçlü bir şekilde bu duyguyu içimde hissederim. Dilerim dinleyiciler de aynı duyguyu paylaşacak.

(Serhan Yedig / İş Müzik Dergisi 2001 Kasım)

ODA MÜZİĞİ FESTİVALİ DÜZENLİYOR: Lars Vogt genç kuşağın yıldızı çok hızlı parlayan piyanistlerinden. Almanya’nın Düren kentinde, 1970’de doğdu. Çocuk yaşlarda piyano dersleri almaya başladı. Her gün oyun, okul ve futboldan geri kalan bir saatini piyanoya ayırıyordu. 14 yaşında Jugend Musiziert Yarışması’nı kazanmayı aklına koydu. Temposunu artırdı. Yarışmayı kazanamadı ama onu altı yılda uluslararası piyanistler arasına sokacak bir öğretmenle tanıştı.
1990’da Leeds Piyano Yarışması’nda ünlü orkestra şefi Simon Rattle’la karşılaşması hayatını değiştirdi. Rattle şöyle dedi Vogt’a: “Biliyor musun, Schumann’ın 2. Piyano Konçertosu’nun hep bestecisinin ruh hali gibi çılgınca çalınması gerektiğini düşünmüşümdür. Bu tempo en baştan sona kadar devam etmeli. Belki biraz vokal etki olmalı başta. Sekiz ölçü sonra yavaşlamamalı eser. Appassionato tempoyu sonuna kadar korumalı.”
Rattle’ın genç piyaniste teklifi, Rus ruleti gibi bir riskti. Lars Vogt önce reddetmeyi düşündü. “Bu kadar önemli bir olayda riske girmeye değer mi” diye sordu kendisine. Sonra “Evet madem çok önemli, işte tam bu nedenle denemekte yarar var” dedi. Endişesi hızlanınca hata yapmaktı. Yine Rattle devreye girdi. Bıktım usandım hatasız yorumlardan, dedi. Ve eser “çılgın” tempoyla çalındı…
Sonuç beklenmedik başarı oldu. Bir ay sonra Vogt stüdyoya girmiş, EMI için Schumann ve Grieg’in konçertolarını kaydediyordu. Eleştirmenler yoruma bayıldı, CD’ler listelere girdi.
Ertesi yıl Vogt, Almanya’da oda müziği yarışmasında ödül kazandı. Ödül bir dizi konser teklifiydi. Almanya’nın dört bir yanında 60 konser verdi. Bu konserlerde Christian Thielemann ve Heinrich Schiff’le tanışınca yolu iyice açıldı.
Haydn, Beethoven, Schubert, Brahms, Schumann, Çaykovski, Mussorgski’nin solo eserlerini EMİ için kaydetti. 1997’de Prokofiyef ve Şostakoviç sonatlarını kaydettiği albümle Diapason d’Dor ödülü kazandı. Claudio Abbado yönetimindeki Berlin Filarmoni’yle kaydettiği Hindemith yorumu ilgiyle karşılandı.
Lars Vogt her yıl dünyanın önde gelen orkestralarıyla, oda müziği gruplarıyla 80’e yakın konser veriyor. 1998’den bu yana Almanya’da yaşadığı kasaba olan Heimbach’ta bir oda müziği festivali düzenliyor. Günümüzün önde gelen solistlerinin katıldığı festivalin kayıtları EMI tarafından yayımlanıyor.

Linkler

Kişisel sayfası

Share.

Leave A Reply

3 × 5 =

error: Content is protected !!