Lorin Maazel / İnsafsız eleştirmenlere şükran borçluyum, operam La Scala’da hasılat rekoru kırdı

0

11 yaşında efsanevi şef Arturo Toscanini’den bagetini ödünç alıp NBC Senfoni’yi yöneten, 12 yaşında orkestralarla Amerika turnesine çıkan sıradışı bir müzisyen Lorin Maazel. Şefliğinin yanı sıra kemancı ve besteci. 2014 Temmuzu’nda hayata veda eden sanatçının yolu 2009 Mayısı’nda New York Filarmoni’deki yedi yıllık görevini tamamlayıp şef sehpasını Alan Gilbert’e devretmeye hazırlandığı günlerde İstanbul’a düşmüştü. Toscanini Orkestrası’yla vereceği konser öncesinde ünlü şefle dünü ve geleceği konuşmuştuk. Maazel, beş yıl sonra, 84 yaşında hayata veda etti.

 

Olağanüstü hafızası, Toscanini’den miras kalan etkileyici şeflik tekniği, milyon dolarları bulan kazancıyla klasik müzik dünyasında en çok konuşulan şeflerin başında geliyor Lorin Maazel. Ancak gerçek şöhreti, farklı bir alanda: En büyük yenilgileri zafere dönüştürme becerisinde…

Norman Lebrecht’in “Maestro Miti” adlı kitabında, bu konuya özel bir bölüm ayrılmış. “Viyana ormanlarından tuhaf öyküler” başlıklı bölümde, 1982’de, şöhretinin zirvesindeyken Maazel’in Viyana Operası’nda yaşadıkları anlatılıyor. Şeflik yaptığı dönemde Mahler’i doğduğuna pişman eden, Bruckner’e prova sırasında “sen biraz bekle, hazır olduğumuzda haber veririz” diyen, Karajan’ı kaçırtan, Bernstein’ı çıldırtan Viyana Filarmoni, Maazel’i de hiç sevmemişti. Orkestranın grup liderlerine ve eleştirmenlere mesafeli davranması tepki çekti. İki cephe birleşti, sahneden gazetelerin dedikodu köşelerine uzanan acımasız bir kampanya başlattı. İkinci eşinden ayrılan Maazel’in 27 yaş küçük Alman oyuncu Dietlinde Turban’la ilişkisi bile ustaca skandala dönüştürüldü. Mücadele Maazel’in ikinci yılın sonunda istifasıyla noktalandı.

Yenilgiyle ABD’ye dönen Maazel, Turban’la evlendi, üç çocuğu oldu. Bir zamanlar keman çaldığı Pittsburg Senfoni’nin şefliğini devraldı. 1970’lerde, taşra orkestrası Cleveland Senfoni’yi ülkenin en önemli topluluklarından birine dönüştürmüştü. Pittsburg’da bu başarısını tekrarladı. Bir yandan da dünyanın farklı orkestralarıyla yılda 250 konser veriyordu. Londra’da frağının altına spor ayakkabılarını giyip, unutulmaz bir maraton koştu: Aynı günde üç orkestrayla Beethoven’in dokuz senfonisini seslendirdi.

1993’te Almanya’dan konuk şeflik çağrısı aldığında Avrupa yenilgisini zafere dönüştürme zamanı gelmişti. Klasik müzik tarihinin gelmiş geçmiş en yüksek ücretini talep etti. Bavyera Radyo Televizyon Senfoni Orkestrası kabul edince, yılın birkaç haftasında Münih’in yolunu tuttu. BMW’nin sponsorluğunda ödenen transfer ücreti hiç açıklanmadı. Ancak fısıltı gazetesinde, konser başına 150 bin dolar ödendiği konuşuluyordu… Bavyera Senfoni’yle zaman zaman turnelere çıktı. Hatta 2003’te İstanbul Müzik Festivali’ne katıldı.

Viyana mafyasının intikamı

Viyana ekibi bu başarıya seyirci kalmadı. İntikam için uygun fırsatı sabırla bekledi. Karajan’ın Berlin Filarmoni şefliğinden ayrılması gündeme geldiğinde, yerine atanacak isim neredeyse belliydi: Maazel. Törenin davetiyeleri bile basılmıştı. Fakat, dedikodulara göre, araya etkili isimler girdi. Sürpriz bir seçimle şefliğe Abbado getirildi. Maestro Maazel sessiz kalmadı. Orkestrayla vereceği tüm konserleri iptal etti. Üyelerin herbirine mektup gönderip, atamanın perde arkasını anlattı. Protesto çağrısında bulundu.

1995’te Londra’da daha kanlı bir savaş yaşanacaktı… 11 Eylül faciasından sonra ABD’nin tüm iletişim trafiğini izleyip özel hayatı ihlal etmesine tepki gösteren Maazel, ilk operasını besteledi. Orwell’ın romanından uyarladığı 1984, Covent Garden’da sahnelendi. Ve müzik eleştirmenlerince dört bir yandan topa tutuldu. Müziğine getirilen eleştiri bir yana, yazılarda Maazel tam da Avusturya basınında yıllar önce yer alan ifadelerle eleştiriliyordu: “Megoloman”, “diktatör”, “paragöz.” 1984’ün 900 bin sterlinlik (2 milyon TL) prodüksiyon bütçesinin 416 bin sterlinini cebinden vermesi bile aleyhinde kullanıldı.

Geçen çarşamba Valensiya’dan aradığında gençliği koruma formülleriyle başladık konuşmaya. New York Filarmoni’de yılda 13 hafta çalışıp, 1 milyon dolar kazandığı görevinden, haziran sonunda ayrıldıktan sonra neler yapacağını konuştuk. Bu arada maestronun Viyana Filarmoni’yle barıştığını öğrendik…

Epeyce gecikmeli de olsa, doğum gününüzü kutlarım…

– Teşekkür ederim. 79’uncu doğumgünümü 6 Mart’ta kutladım.

Sanıyorum babanız Lincoln Mazeel de bu yıl 106’ncı yaşına basacak. Yani yaklaşık çeyrek yüzyıl daha var önümüzde sizinle birlikte yaşayacağımız, yeni projelerinize tanık olacağımız… 80’inci doğum gününüz de 70’incisi kadar görkemli olacak mı? İngiliz basını hâlâ 70’inci yaş günü konserinizden bahsediyor…

– (Gülüyor). İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. Aile dosyamızı almışsınız herhalde… Geçenlerde babamın 106’ncı yaşgününü kutladık. 6 Mayıs 2010’da, 80’inci yaş günümü Viyana’da, Viyana Filarmoni Orkestrası’yla kutlayacağım. Orkestranın siparişi üzerine 1984 adlı operamdan Senfonik Sentezler’i besteledim. Bu eseri seslendireceğiz.

Dört yıl önce Türkiye’ye geldiğinizde genç görünümünüz üzerine çok yorum yapılmıştı. Dünya basını da efsanevi fotoğrafik hafızanızdan bahsediyor. Gençlik ve hafıza koruma konusunda sihirli bir formülünüz var mı?

– Güçlü bir genetik miras devralmışım ailemden. Annem ve babam çok uzun ömürlü. Üretme arzusu bana güç veriyor. Her yeni proje vücut kimyasallarımı harekete geçiriyor, motivasyonumu artırıyor. Bu sayede hayat dinamizmimi sürdürebiliyorum. Fotoğrafik hafızaya sahip değilim. Tüm hayatımı çalışarak geçirdim. Hafızamdaki tüm eserler zorlu bir çalışmanın sonucunda öğrenilmiştir. Bu nedenle unutmuyorum.

İzlediğim bir belgeselde, şeflerin Bernstein’dan bu yana orkestra karşısında çok daha vurgulu, teatral hareketlere yönelmelerine dikkat çekiliyordu. Ekranda izlediğim kadarıyla siz eski ekolün sadeliğini sürdürüyorsunuz. Teatral hareketler izleyiciler kadar orkestrayı da etkiliyor mu, şefin iletişim gücünü artırıyor mu? Öğrencilerinize bu konuda ne tavsiye ediyorsunuz?

– Bu yaz ilk masterclass dersimi vereceğim. 3-19 Temmuz arasında Virginia’da Rolex’in sponsorluğunda bir festival düzenleyeceğiz. Geleceği parlak 12 yetenekli genç şefle burada atölye çalışması yapacağım. Şeflik yaklaşımımı paylaşacağım. Böylece yaklaşımım belgelenecek ve yarına kalacak. El hareketlerine gelince. Hiçbir hareket aynı anda hafıza ve duyguları harekete geçiremez. İkisini birden harekete geçiren işlevsel her hareket gereklidir. İşlevsellik tanımı, aynı zamanda şaşırtıcı, kafa karıştırıcı, gereksiz tüm ayrıntıların ayıklanmasını da içerir. İşlevsel hareketlerle, duygu ve hafızayı harekete geçirebilen kişi iyi şeftir.

Toscanini kadar Furthwangler, De Sabata                                              ve Rainer’den de etkilendim

Toscanini’nin size verdiği en önemli öğüt ve büyük ustanın sahnedeki üslubunu, orkestra üyeleriyle ilişkilerini izleyerek çıkardığınız en önemli hayat dersi neydi?

– Toscanini bana hiç öğüt vermedi. Çocukluğumda bir kez bir araya geldik sadece. Yaşım ilerledikçe çalışmalarını inceledim. Müthiş bir hafızası vardı. Elindeki malzemeyi çok hakimdi. Derin analizler içeren müzikal yaklaşımından çok etkilendim. Onunla birlikte beni etkileyen, farklı yaklaşımlardaki birkaç şeften de bahsetmek gerekir: Furthwangler, Victor De Sabata, Fritz Rainer… Bugün temsil ettiğim değerler sorulursa, uzun ve köklü, ancak kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bir geleneğin birikimini taşıyorum. Aynı zamanda yarını düşünüyorum. Dileğim şefliği, ders vermeyi bırakmadan önce bu birikimi kalıcı hale getirmek. Gelecekte gençler bu birikime baktığında önemli olduğunu düşünürler umarım.

Biraz önce “Tüm aile dosyamı almışsınız” demiştiniz. Evet CIA, yani Merkezi İroni Teşkilatı’ndan bir dosya gönderdiler. 1984’ü bestelediğinizden bu yana takip altındaymışsınız. Kırmızı dosyada yazdığına göre, New York Filarmoni’yle Kuzey Kore’de konser vermişsiniz. Üstelik sırça köşkte yaşayanlar, başkasına taş atarken iki kez düşünmeli, Guantanamo varken ABD’nin insan hakları konusunda Çin, Kuzey Kore’yi eleştirmesi komik demişsiniz. Bilgiyi gönderenler sormamı istedi: New York Filarmoni’den ayrılmadan önce İran’a da gidecek misiniz, ikinci bir kırmızı dosya gerekecek mi?

– (Gülüyor) Bu soruyu sevdim doğrusu… Öncelikle şunu şöylemek gerekir. Hiçbir kurumdan tehdit almadım şimdiye kadar. Ben hep savaş karşıtı oldum. İnsanları bölmek yerine birleştirmeyi savundum hep. PiongYang’a gidişimin nedenlerinden biri buydu. Amerika’daki dostlarıma, yabancılarla iletişim kurmamızın zorunluluğunu, aynı zamanda Kuzey Koreliler’e ise biz Amerikalıların canavar değil, sanatı, müziği seven insanlar  olduğumuzu göstermek istedim. Aynı odada bir araya gelip, bir masaya oturup, farklılıklarımız üzerine konuşabileceğimizi hatırlatmak istedim. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği başka bir konu. Çünkü birçok faktör rol oynuyor… Buna karşın ben bir barışseverim. Gelecekte de böyle bir buluşmada rol almam istenirse, yer, zaman ve koşullara bağlı olarak sevinerek kabul ederim. Apolitiğim: Yani ne sağcı ne solcu ne de merkezciyim. Sanatçıyım sadece. İnsanlığa, insan haklarına inanıyorum. Her bireyin farklı dili de konuşsa, farklı yaşam biçiminden de gelse diğer bireyleri anlamak için elinden gelen çabayı göstermesi gerektiğine inanıyorum. Dünyamızda, sanatın dünyasında, iletişimsizlikten kaynaklanan tüm sorunlara çözüm bulmak mümkün. Çünkü sanatla karşı karşıya kaldığımızda, farklılıklarımızı bir kenara bırakıp, aynı güzellikleri, aynı tutkuyla sevebiliyoruz. Ve şunu biliyoruz ki sanattan öğrendiklerimizi hayatın diğer alanlarında da uygulayabiliriz.

İngiliz eleştirmenlerin insafsız eleştirileri sayesinde 1984 operası, La Scala’da son yılların en yüksek hasılatına ulaştı

Mizah duygunuza güvenerek bir başka soru daha sormak istiyorum. Herhalde şu meşhur fıkrayı duymuşsunuzdur: Dondurucu soğuk bir günde ayağı kayan genç kız buzlu göle düşer. Çığlık atarak yardım ister. Yüzme bilmediğini haykırır. Çevredekiler endişeyle seyretmekle yetinir. Derken bir delikanlı suya atlar, kızı kıyıya çıkarır. Aynı anda radyo muhabiri yanlarında belirir. Nasıl başardınız bu işi, diye sorar genç adama. Cevap vermek yerine çevresine bakan genç adam, beni suya kim itti, diye sorar… Sizi suya kimin ittiğini biliyoruz: Dostunuz Slava… (Çellist, orkestra şefi Mistislav Rostropoviç) Onun teşvikiyle yazdığınız ilk eserle olmasa da, daha sonra 1984 adlı operanız başınıza ciddi sorun açtı. İngiliz basınında yayımlanan eleştirileri okuduğumda, buzlu suda yüzmekten çok daha zor bir işi başardığınızı düşündüm. Siz buzlu ve köpekbalıklarıyla dolu bir sudan sağ kurtulmuşunuz… Bu tecrübe bestecilik şevkinizi kırdı mı yoksa biledi mi?

– Eğer sert eleştirilerden bahsediyorsanız, bunlara son derece şükran borçluyum. Sayelerinde altı gösterinin biletleri çok önceden tükendi. İnanılmayacak sayıda genç İngiliz izleyici geldi Covent Garden’a. Çünkü basın 1984’ün sahnelenmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Gençler eleştirileri okuduğunda, benim bugünün ve yarının insanı olduğumu hissetti. Basının dünde takılıp kaldığını da… Olumsuz tavır bana şevk verdi, hatta çok gururumu okşadı. Çünkü olumsuz tavırda öylesine ileri gittiler ki,  1984’ü geçmişin büyük operaları Nabucco, Carmen’le aynı düzleme sürüklediler. Her ikisi de ilk sahnelendiğinde müzik eleştirmenlerince yerden yere vurulmuştu. Operamın bu düzeyde olumsuz tepkiyi hak ettiğini sanmıyorum. (Gülüyor) Bununla birlikte epey yararı oldu: Geçen yıl La Scala’da sahnelendiğinde, son yıllarda burada sahnelenen eserler içinde en yüksek hasılata ulaşan eser oldu… Çünkü eleştiriler gençlere, onlarla birlikte olduğumu, eserlerimde günümüzün sorunlarını onların anlayacağı şekilde gündeme getirdiğimi gösterdi. Yani sonuçtan çok çok memnunum.

Bu kadar yıl sonra eserlerinizi mahcubiyet yaşamadan icra edebilecek duruma geldiniz mi?

– Eserlerimi icra ederken daima mahcubiyet yaşarım. Dileyicinin ruhumu okuması beni çok utandırır. Çünkü müziğim en derin duygularımı yansıtır, dinleyici önünde çırılçıplak hissederim kendimi. İşte bu nedenle eserlerimi icra etme konusunda çok istekli değilim. Bununla birlikte bu sorunu yavaş yavaş yenme aşamasındayım. 2009 Nisanı’nda  Philarmonia Orkestrası, Londra ve Dublin’de retrospektif bir konser dizisi önermişti. Eserlerimi yönetmemi teklif ettiler. Londra dinleyicisinin gösterdiği sıcak tepki beni çok çok mutlu etti. Haziran sonunda, New York Filarmoni’deki yedi yıllık Sanat Yönetmenliği ve daimi orkestra şefliği görevime de bir eserimi seslendirerek veda edeceğim. İlk kez New York Filarmoni’yle bir eserimi seslendireceğim. İsmi günün anlamına uygun: “Farewell / Veda”

Farwell yeni bir eser mi, özellikle bu konser için mi bestelediniz?

– Hayır, bu eseri Viyana Filarmoni Orkestrası’nın siparişi üzerine 10 yıl önce bestelemiştim. Amsterdam’da Concert Gebouw, Şikago’da Chicago Senfoni, Londra’da Philarmoni’ayla seslendirdim.

New York Filarmoni’ye genç üyeler ve özgüven kazandırdım

New York Filarmoni’deki yedi yılınızın sonucunda, görev sürenizde müzikal kaliteyi sürdürmenin yanı sıra, orkestraya kazandırdığınız hangi niteliklerle anılmak istersiniz? Yedi yıllık tecrübe insan olarak, müzisyen olarak sizi nasıl etkiledi?

– Yedi yıl sanat kariyerimin zirvesiydi. Bu sürecin içinde yer almam önerildiği için gurur ve onur duyuyorum. Orkestraya yaptığım katkıyı başkaları değerlendirmeli. Fakat şunları söyleyebilirim: Kazandırdığım 25 genç müzikçinin, orkestranın teknik kalitesine önemli bir katkıda bulunduğunu sanıyorum. Ve sanırım New York Filarmoni üyelerinin özgüvenlerini artırdım. Bence bu bir müzik yönetmeninin öncelikli görevidir. Kendilerine, orkestralarına daha çok güvenen, daha istekli müzikçiler haline geldiler.

Köklü orkestraların, özellikle çok tecrübeli şeflerle uzun süreli çalışmalarında ortaya çıkan en büyük riskin, icrada kolayca rutine kayma tehlikesi olduğu söylenir. Sizce rutinden korunmanın en etkili ilacı nedir?

– (Gülüyor) Sanırım New York Filarmoni üyeleri hakkında her şeyi söyleyebilirsiniz, ama rutine kaydıklarını söylemek mümkün değil. Çünkü her notayı şevkle çalarlar, icraya müthiş bir istek katarlar. Her konserin öncesinde, icra edecekleri her esere, programa çok çok iyi hazırlanırlar. Seslendirdikleri her eserden gurur duyarlar. Her birine aynı şevkle yaklaşır, aynı ciddiyetle ele alırlar. Bu sayede yedi yıl boyunca, gayet donanımlı, hazırlıklı, formda bir orkestraydı. 2011’de yeniden New York Filarmoni’ye dönüp, konuk şef olarak konser yapmayı heyecanla bekliyorum…

Sorumda New York Filarmoni’den bahsetmemiştim, sadece bu işin ilacını sormuştum… (Muhabirin notu: Aslında Maazel niyetimi doğru algılamıştı. Çünkü her icrası övgüyle karşılanan şef, müzik dünyasında rutine kayma özelliğiyle de tanınıyor…)

– Unutmamak gerekir ki, her müzikçi bu zor mesleği isteyerek, arzu ederek seçer. Zaman içinde donuklaşmasının, şevkinin azalıp rutine kaymasının sebebi bizzat orkestra şefleri ya da birlikte çalıştığı kişilerin kendi müzikal beceri düzeyinin altında olmasıdır. Sıkıcı, yetersiz ya da daha berbat kişilerle çalışmaya zorlanmıştır. Orkestrada şevk ve iştah yaratmak, çalışma sürecine profesyonel bütünlük kazandırmak için tek yapmanız gereken, müzisyenin ruhundaki müzik sevgisini  uyandırmak, tekrar canlandırmaktır. Yıllar süren uğraşıyla edindikleri, sevgiyle sarıldıkları, zaman ve güç harcadıkları mesleklerini yeniden sevmelerini, gurur duymalarını sağlamamanız gerekir.

Mucitliğin alemi yok, orkestralar iyi şefler ve solistler bulsun yeter!

New York Times’ta bir süre önce, Amerika’daki orkestraların ve konser salonlarının dinleyici sayısını artırmak amacıyla uyguladıkları yeni yöntemlerle ilgili ilginç bir yazı yayımlandı. Bazı orkestralar eserlerin sadece birer bölümünü seslendirerek programlar oluşturuyor, baroktan çağdaş repertuvara farklı dönemlerin eserlerini birbiri ardına seslendiriyorlarmış. Sizce bunlar Klasik Batı Müziği’nin önünü açacak yenilikçi çözümler mi yoksa tehlikeli deneyler mi?

– Gayet anlamsız… Hiçbir dinleyicinin eserler kesilip biçildiği için bir konser programına ilgi göstereceğini sanmıyorum. Konser dinleyicisi şuna bakar: İcra ona elektrik veriyor mu, koltuğundan çekip alacak kadar etkileyici mi? Sadece bunu önemser. Eğer sahnede büyük bir icracı varsa, dikkat çekici ekstra numaralara (gimmiks) ihtiyaç kalmaz. Gerçek bir virtüözü sahneye çıkarın, maharetini gösterme fırsatı verin, konser salonunun önünde kuyruklar oluşur, biletler ışık hızıyla tükeniverir. İşte bu kadar basit bu iş… Konser salonu ya da orkestra yöneticisinin vazifesi yeni numaralar aramak değildir. Eğer başarabiliyorsa orkestrasına iyi bir şef ve iyi solistler bulmalı. Başaramıyorsa, diğer yöntemler nihayetinde sıkıcı ve yetersiz icra karışımından öteye geçemez.

Norman Lebrecht’in söylediklerini ciddiye almaya değmez

Viyana Filarmoni’yi pek çok yılbaşı konserinde yöneten Maazel’e orkestra tarihi konser salonuna büstünü yerleştirerek saygısını sunmuştu

İki ilginç tespitiniz dikkatimi çekti. Bir röportajda, sosyal ilişkilerin yelkenini şişiren rüzgar kıskançlıktır. Yönetici konumunu üstlenen kişi haksız davranışlarla karşılaşmaya hazırlıklı olmalı, diyorsunuz. Bir başka röportajda ise, ben orkestralardan mükemmeli istemem, sadece tutkulu çalmalarını isterim, demişsiniz. Hayatınızın hangi aşamasında bu yargılara vardınız, bu görüşlerin ışığında hayatınız ve sanatınız nasıl değişti?
– Bütün hayatımı tutkuyla müziğe adadıktan sonra, günün birinde ansızın müziğin sadece tutkudan ibaret olduğunu anladım. Adanmışlık, tutku, şevk… Diğer konu pek önemli değil. Sanatın dışındaki kişiler farklı dürtülerle hareket ediyor. Sanatla bir ilgisi yok davranışlarının. Bizler çoğunlukla bu kişilerin yaşadığı açmazı ifade edecek, halkın anlayacağı bir dil bulmak zorunda kalıyoruz. Öne çıkma şansı bulan herkes, bu konumun getireceği tehlikelerin farkında olmalı. Japon atasözü, dik duran her çivi tepesine çekiç yemeye mahkumdur, diyor. Bu yaygın bir inanış. Ve yapılacak fazla bir şey yok. Tabii bu gerçeklik sizi bir çivi gibi dimdik durma çabanızdan vazgeçirmemeli. Birileri tepenize çekici indirmek isteyecektir mutlaka. Bu onun sorunu. Eğer sanatçıysanız göreviniz  dinleyiciye en iyiyi sunmak. Çekiç kafalıları da kendi haline bırakın.

Bana bu tespitler bilgeliğe geçişin ilk adımları gibi gelmişti. Asıl sorum, bu tespitlerin hayatınızı ve sanatınızı nasıl etkilediğiydi.

– (Kahkahalar) Sadece hayatın gerçekliği içinde pişmeyle ilgili bir durum söz konusu. Olumlu yaklaşımınız, büyük yaratıcı çabanız, bazı çevrelerde çelişki, şüphe ve alaycılıkla karşılanabilir. Bu gayet olağan bir durum. Çünkü bireyin toplumsal davranışlarının temel etkeni, harekete geçmesini sağlayan, yelkenini dolduran rüzgar kıskançlıktır. Değiştirmek mümkün değil. Bu insan doğasından kaynaklanıyor. Başarılı gençler, mesleğin ilk yıllarında, haksız tepkilerle karşılaşınca şaşırır. Neden bu tepkilerin gösterildiğini anlayamaz. Ancak toplum sadece olumsuz unsurlardan oluşmuyor. Genç müzikçinin iyi niyetini, çabasını, olumlu yaklaşımını gören çok sayıda iyi niyetli var. Bizler mesleğimizde ilerleyebildiysek bunun nedeni, herkesin olumsuz olmaması. Hatta bazı kişiler büyük destek oluyor. Kişisel örnek vermem gerekirse, genç ve kendimi koruyacak durumda değilken, beni yüksek sesle savunan, “bu değerli bir genç, destek olmalıyız”  diyenlere şükran borçluyum. Birden fazla kişiden bu desteği gördüm. İşte bu nedenle genelleme yapmak doğru değil. Herkes olumsuz değil. Dürüst, vicdan sahibi çok sayıda kişi var hayatta.

Bu bilgelik süreci ile Zen Budizm’e yönelmeniz arasında bir bağ var mı?

– Budist değilim…

Yanlış hatırlamıyorsam Norman Lebrecht’in kitabında okumuştum…

– Herhangi bir örgütlü inanç grubuna dahil değilim. İnançlarım özel hayatımın bir parçası ve özel hayatımı başkalarıyla paylaşmam. Özellikle de Bay Norman Lebrect’le… Çünkü her sözüyle, hareketiyle, dünyada başarılı olmuş birilerini istismar eder. Onun için üzülüyorum. Meslek hayatını başkalarının sırtından yürüten kişilere tipik bir örnek. Konu edindiği kişiler gerçek yaratıcılar. Norman’ın söylediklerine pek fazla önem vermemekte yarar var. Çünkü başkaları hakkında söyleyecek hiçbir lafı yok.

Hakkınızda son 10 yılda yayımlanan yazıları, sizinle yapılan röportajları okuduğumda şunu gördüm: Diktatör ruhlu bir şefin bugün ABD’de iş bulması zor. Avrupa’da iş bulabilir. Buna karşın Avrupa orkestraları şefler için dünyadaki en güvensiz mekanlar. Her an bir kumpasa kurban gidebilir. Siz okyanusun iki yakasında da çalışınız. Avrupa ve ABD orkestralarını insan ilişkileri açısından karşılaştırırsanız, neler söylersiniz?

– Amerikan vatandaşıyım. Fakat Avrupa’da şöhrete kavuştum. Viyana Filarmoni’nin onursal üyesi olarak, birkaç yıl sonra orkestradaki 50’nci yılımı kutlayacağım. Londra Philarmonia’daki 50’nci yılımı bir süre önce kutladım. Yani Avrupa kurumlarıyla yakın ilişkim var. Bugüne kadar Amerikalı birçok meslektaşım sorunlar yaşadı, yanlış anlaşıldı. Ben şanslı bir şefim. Amerika’ın güneyinde, batısında, Avrupa’da kabul edildim. Uzakdoğu’da orkestralar yönettim. Tokyo’da, Viyana’daki kadar dostça karşılandım.  Uluslararası bir kariyerim oldu. Belki bu kadar şanslı olmamın sebebi, belirgin bir ulusal aidiyetimin olmamasıydı. Sanat evrenseldir. Müziğin evrensel dil olduğuna inanıyorum. Biz müzikçiler bu işlevin bir parçasıyız.

Sahnelerdeki aşırılıklar azalıyor

Elektronik haber arşivlerini incelerken, 1972’de Londra Filarmoni’yle verdiğiniz konserin eleştirisini okudum. Arthur Rubinstein’la Beethoven’in Dördüncü Piyano Konçertosu’nu yorumlamışsınız.

– Evet, hatırladım bu konseri.

Dönemin 84 yaşındaki ünlü müzik eleştirmeni Nevil Cardus, The Guardian’da şunu yazmış: “Bay Rubinstein gerçekten büyük virtüöz. Sahnede kendini göstermeye çalışmıyor.” Bu önemli bir tespit. Çünkü, günümüzde sahnede kendini gösterme çabasındaki birçok yıldız virtüözün icrada eserin ruhunu tamamen unuttuğu söyleniyor. Geçenlerde bir röportajda Andre Previn “Şu Lang Lang denilen piyaniste tahammül bile edemiyorum” demiş. Kendini gösterme meraklısı yıldızlar için hazırladığınız bir kara liste var mı? İsim vermeniz gerekmez, sadece liste yapınız mı, bunu soruyorum. Bu tür solistlerle karşılaşınca ne yapıyorsunuz?

– Bana sorarsanız bugünün solistleri, geçmiştekiler kadar benmerkezci değil. Yarım yüzyıl öncesinin solislerindeki kadar aşırılık görmüyoruz. Dikkate almaya değecek kadar önemli bir fark var aralarında. Bence bu süreç geriye döndürülebilir… Sahnedeki yorumcu eserdeki bir imgenin fiziksel olarak yansıtılması gerektiğini hissediyorsa, bu ihtiyaç doğalsa, yapay değilse, örneğin ellerini havaya kaldırıyorsa ya da başını aniden çeviriyorsa, bu yolla dinleyiciyi müzikte hedeflenen noktaya ulaştırıyorsa, bunun sadece bir vücut ifadesi olduğunu hemen anlarsınız. Tavrını “yapay”, “melodram” gibi sözcüklerle tanımlamamak gerekir. Sadece tutkulu, arzu dolu bir yorumun fiziksel ifadesidir. Yani ben günümüz sanatçılarının aşırılıklara kaçtığını düşünmüyorum. Daha fazlasını istiyorum. Müzikal ifadeden kaçınmak, bunu bir bestecinin eserini fazlasıyla kişiselleştirmek gibi algılamak hatalı. Çünkü böyle bakarsanız, icraya da gerek kalmıyor. Yorumda amaç, aynı müziği farklı bakış açılarıyla ele almaktır. Dinleyiciye eseri farklı bir prizmadan geçirerek sunmak, daha iyi anlayabilme imkanı vermektir.

Sendikalar, çalışma koşulları ve sosyal haklar konusunda son 50 yılda orkestra üyelerine önemli kazanımlar sağladı. Orkestraların müzikal, estetik düzeylerinin yükselmesine herhangi bir katkısı oldu mu? Sendikalar meslek standartlarının yükseltilmesi konusunda çaba gösteriyor mu? Bazı Avrupa orkestralarında, provada mola saati geldiğinde, şefin iznini beklemeden, eserin ortasında enstrümanını bırakıp sahneden ayrılanlar oluyor…

– Sendika ve sendikalaşma artık müzisyenler açısından eskisi kadar önemli değil. 50 yıl önce müzikçiler, bir yandan orkestra idarecileri diğer yandan orkestra şefleri tarafından öylesine sömürülüyor, istismar ediliyordu ki kendilerini korumak için harekete geçmek zorunda kaldılar. Örgütlendiler. Belki bazı aşırılıklar yaşandı, ancak önemli bir süreçti. Fakat bu dönemi artık geride bıraktık. Müzikçiler artık daha geniş açıdan bakıyor konuya. Kendilerini büyük bir grubun üyesi gibi görüyor. Yöneticiler, orkestra şefleri, solistler, orkestra üyeleri müziği daha ileriye taşımak, geliştirmek, beslemek için el ele vermiş durumda. Çünkü müzik insan ruhunun hayatta kalması açısından büyük bir öneme sahip. Evet insanoğlunun sadece yüzde 5’i Klasik Batı Müziği’ni dinliyor. Ancak bu yüzde 5, toplumsal yaşamda en etkin, önemli grup. Kamuoyunu yönlendiren, lider konumdaki kişiler. Politikacı olması gerekmiyor. Çok duyarlı, bilgili, mesleğinde başarılı kişiler. İşte böylesine önemli gruba hitap eden müzisyenlerin içinde sendikasından orkestra şefine herkes aynı kıymete, sorumluluğa sahip. Çevremizdeki dünya değişiyor, sorunlar farklılaştı, sanırım dünyanın tüm orkestralarının üyeleri artık sorunlara farklı çözümler bulmak gerektiğini görüyor.

Yaylı çalgılar dörtlüleri besteleyeceğim

Çoğunlukla orkestral eserler besteliyorsunuz. Oda müziği ilginizi çekmiyor mu, gelecekte bu alana yönelmeyi düşünüyor musunuz?

– Bu önemli bir konu. Birçok besteci küçük enstrüman grupları için yazmayı seviyor. Ben de aynı şekilde. Son yıllarda zamanımın önemli bölümünü şefliğe ayırdığım için hayal ettiğim eserleri yazacak zaman ayıramadım. Gelecekte yaylı çalgılar dörtlüsüne odaklanıp, bu alanda eserler vermek istiyorum. Göreceğiz bakalım. Bu hayalimi gerçekleştirebilecek miyim…

Türk bestecileri, Türk yorumcuları denince aklınıza neler geliyor?

– Korkarım pek fazla bir şey söyleyemeyeceğim bu konuda. Klasik müzik bestecileriniz hakkında çok az bilgim var. Biraz mahcubum bunu söylerken. Fakat hayatta her şeyi bilmek mümkün değil. Umarım İstanbul ziyaretim bu açıdan bir fırsat olacak. Yorumcu olmanın bir özelliği, hayat boyunca öğrenme alışkanlığı, sanat denilen sonsuz evreni kavrama çabası…

Toscanini Orkestrası’nı devralmanın en büyük zorluğu neydi? 2004’te kurulurken, tüm üyelerini farklı orkestralardan sizin seçtiğinizi okudum. Bu orkestra sizin müziğinize, hayatınıza neler kattı?

– Toscanini Orkestrası’nın ünlü şefle bir ilişkisi yok. Kurucusu Toscanini’ye hayran olduğu için, orkestra Parma kentinde kurulduğu için bu isim seçilmiş. Ben ise genç müzikçilerle çalışmak istediğim için orkestraya katıldım. Tıpkı 3 Temmuz’da Amerika’nın Castleton kentinde (Virginia Eyaletinde) başlatacağım festival gibi, Palau’da kurduğum orkestra gibi, Toscanini Orkestrası’yla da gençlerle, yarının starlarıyla diyalog kurma çabamın sonucunda bu ortak çalışmaya başladım. Gençlerle iletişim kurmak, çağdaş toplumda klasik müziğin işlevini anlatmak görevim.

Castleton Festivali, klasik müziğin hangi alanına odaklanacak?

– ABD’nin tek oda operası festivali olacak. Bu festival süresince ben de ilk kez ders vereceğim. Daha önce orkestra şefliği konusunda hiç ders vermemiştim. Tüm bunlar son 10 yıllık sürecin ürünü. Hayatımdaki yeni bir sürecin. Yarının yetenekleriyle iletişim kurup, gelişimlerine, meslek yaşamında ilerlemelerine elimden geldiğince katkıda bulunmak istiyorum.

Toscanini Orkestrası’na ve buna bağlı soruma dönersek…

– Orkestranın üyelerini ben seçmedim. Sadece onayladım. Oysa İspanya’nın Valencia kentindeki Palau Opera Orkestrası’nın tüm üyelerini ben seçtim. İnşaatı 14 yıl süren, akustiği mükemmel bir opera binası yapıldı. Belki de akustik açıdan dünyanın en iyi opera binası… Ben de müzik yönetmenliği görevini üstlendim. Beş yıl önce teker teker tüm gruplarını oluşturdum. 20’li, 30’lu yaşlardaki müzikçileri yetiştirdim. Şu anda dünyanın en iyi opera orkestralarından biri. Geçenlerde anlaşmam yenilendi. Burada orkestrayı yönetmeyi sürdüreceğim. Toscanini Orkestrası’yla ise sadece yılın belirli dönemlerinde bir araya geliyoruz.

Mart 2009’da, Beethoven’in dokuz senfonisini beş günde seslendirdiniz. İstanbul’da sadece iki senfoniyi seslendiriyorsunuz. Dört ve sekizinci senfoniyi seçmenizin, Rossini uvertürüyle birleştirmenizin özel bir nedeni var mı?

– Program konser organizatörlerinin tercihiydi.

(Serhan Yedig / 17 Mayıs 2009 / Hürriyet’te özetlerek yayımlanmıştır)

 

Linker

Biyografisi

Kişisel web sayfası

 

Share.

Leave A Reply

15 − fifteen =

error: Content is protected !!