Bülent Arel / Müzik, eğitim problemi olan bir konudur

0

1960’larden itibaren ABD’de yaşayan besteci Bülent Arel, 1982 yılbaşı tatilinde sessizce Türkiye’ye geldi. Annesi ressam Müzdan Arel ve çok yakın birkaç dostundan başka kimselere görünmedi. Yine geldiği gibi sessizce New York, Stonybrook Üniversitesi’ndeki laboratuvarının başına döndü. Bu vesileyle eski öğrencisi, dostu Filiz Ali Laslo’nun sorularını yanıtladı.

Cumhuriyet döneminin ikinci kuşak bestecilerinden Arel, İstanbul’da Şişli’de doğmuş. Dr. Gültekin Oransay’ın “Batı Tekniğiyle Yazan 60 Türk Bağdarı” kitabında doğum tarihi 1334 (1918) olarak nüfusta kayıtlıysa da doğrusu 1335 (1919) deniyor. Bülent Arel birinci tarihin doğru olduğu kanısında. Annesi Sanayi Nefise’nin (Güzel Sanatlar Akademisi) ilk kadın öğrencisi. Bugün de resim yapmaya devam ediyor. 86 yaşına rağmen genç kalmayı bilen önemli bir ressamımız. Babası Doktor Sırrı Reşid Sorgun. Annesiyle babası Bülent’in çocukluğunda ayrılmış. Bülent Arel annesinin ikinci eşi rahmetli Safi Arel tarafından büyütülmüş, onu baba bilmiş ve onun soyadını almış. Galatasaray, Ankara Lisesi ve Bursa Lisesi’nde öğrenim gören Bülent Arel 1939’da Ankara Devlet Konservatuvarı’nın bestecilik ve piyano bölümlerine girer. Necil Kâzım Akses ve Ferhunde Erkin’in öğrencisidir. Her iki dalda da üstün bir öğrenci olur.

1947’de Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitirir. 1958’e kadar bestelediği 30’a yakın çalgısal müzik arasında Hava Harpokulu Marşı’ndan tutun da, senfonilere, bale için Haensel ve Gretel, Nasreddin Hoca, eski tarzda bale süitine, bunların yanında kuvarlet ve elektronik frekansmetresi için müzik gibi birbirine zıt görünen eserleri sayabiliriz. 1958’den bu yana ise dünyanın önde gelen elektronik müzik bestecileri arasında yerini almıştır. Elektronik müzik dili ve tekniğindeki çok sayıda buluşuyla tanınan Bülent Arel’le, İstanbul’da 5 Ocak 1982’de yaptığımız söyleşiyi sizinle paylaşıyoruz.

1965’den bu yana sürekli olarak Amerika’da yaşamaktasınız. Ondan önce de 1959 ile 62 yılları arasında yine Amerika’da bulunmuştunuz. Türkiye’den uzakta geçirdiğiniz bu yıllarda neler yaptınız?

— Elektronik müzik dili ve tekniğinde kendi yolumu geliştirdim. Ben oraya ilk gittiğim zaman yapılan büyük işlerden bir tanesi de gong seslerinin perdelerini değiştirmek, yani transpose etmekten ibaretti. Daha ziyade önceden kayda alınmış seslerin (concrete) işlenmesine çalışılıyordu Columbia-Princeton Merkezi’nde. Müstesnası var tabii. Bilhassa Mitton Babbitt’in üzerinde çalıştığı Marc II adlı bir synthesizer vardı. O aletin sesini ben pek sevmedim. Çünkü aslında bu synthesizer’ın mühendisi bu cihazı piyano müziğini sentezlemek için yapmıştı. Maksadım tamamen duyulmadık sesler yaratmaktı. Ben işin başına gittim doğrudan doğruya. En sade ses dalgalarıyla, onları üstüste koyarak, yeni ses renklerine gittim. Ayrıca da seslerin başlangıcını ve sonunu, sönüşûnû değiştirerek, yani sesin zarfını (envelope deriz biz ona) değiştirerek, muhtelif timbre’ler yaratmaya çalıştım. Elektronik müziğe bir katkım daha var. A-O-U-Ü gibi sesli harfleri sadalandıran, şeylere “formant” denir. Mesela aynı sese, aynı perdeye ‘a’ da dedirtebilirsiniz, ‘ü’ ya da ‘o’ dedirtebilirsiniz. Benim müziğimde bu vardır. Elektronik müziğe formant’ları kattım ve onları kontrol etmeyi öğrendim.

Yani bu sizin buluşunuz mu?

— Zannediyorum bunu şuurlu olarak ilk kez ben yaptım.

Columbia-Princeton Merkezi’ndeki ilk yıllarınız öncülük devreniz. Sonra Yale Üniversitesi’ne gittiniz ve orada bir elektronik müzik laboratuvarı kurdunuz, değil mi?

— Başlangıç olarak yaptım. Fakat sonra çok kişiler geçti oradan. Onun için artık benim kurduğum laboratuvar diyemem oraya. Kimbilir ne hale getirmişlerdir şimdiye kadar. Orada 6 yıl ders verdim ama artık ne durumda bilmiyorum.

Kaç yıldır Stonybrook Üniversitesi’nde çalışıyorsunuz?

— 11 yıldır. Oradaki 5 laboratuvar benim elimin emeğidir. Zaten o maksatla davet edilmiştim. Aynı zamanda kompozisyon ve teori öğretiyorum. Beş laboratuvardan üçü büyük, ikisi küçük. Küçüklere editing stüdyosu diyoruz. Büyük üç stüdyo tam teşkilatlı. Bir tanesinde bilgisayar da var. Öbürlerinde Synthesizer’lar bulunur. Ayrıca elektronik müziğin klasik teknikleri kullanılır. Bunlar müstakil dalga yaratıcıları, filtreler, yankı odası (echo chamber) gibi akla gelecek ne varsa, modern teknolojinin ses alanında ne kadar icadı varsa bulunan stüdyolardır.

Stonybrook laboratuvarlarına Amerika’nın en iyilerinden biri gözüyle bakabilir miyiz?

— Böbürlenmek gibi olmasın ama öyle diyorlar. Her gelen hayran kalıyor, başka okulları bırakıp bize geliyorlar. Kimi besteci çalınabilen elektronik aletleri tercih eder. Aletlerin piyano gibi tuşları vardır. Siz bir takım düğmeleri kurcalayarak ya da tuşlara dokunarak ses elde edersiniz. Fakat sonuçta bu genişletilmiş bir piyanodan öteye gitmez. Oysa ben insanın yapamayacağı, çalamayacağı şeyleri aletlere yaptırırım. Çok hızlı notalar, şiddetleri son derece geniş düşüş ve yükselişlere giden sesler, aynı sesin birdenbire renk değiştirmesi gibi. Tabii bunları hemencecik, oturduğunuz yerde yapabilmenize imkan yok.

Bu tür elektronik müzikte hazırlık süresi daha uzun sürüyor galiba…

— Biz irticai gitmiyoruz, tam kontrole gidiyoruz. Benim temsil ettiğim akımda her şey tamamen kontrollü olarak yapılıyor.

Son yıllarda neler bestelediniz?

— Son dört yıl zarfında beste yapacak vaktim olmadı. Akademik olarak çok meşguldüm. Fakat şimdi yavaş yavaş yatışıyor ortalık, çalışmaya başlayacağım yine.

İlk elektronik müzik merakı ne zaman ve nasıl başladı sizde?

— Çocukluğumdan beri (o zaman daha elektronik yoktu) elektriğe merakım vardı. Ailede bir elektrik mühendisi dayı vardı. Onun çatı arasında bir hırdavat ve alet kutusu dururdu, içinde türlü aletler… Dayı bey sonraları işi fotoğrafçılığa döktü. O aletlere ben aşağı yukarı 10 yaşındayken el koydum. Bazı kitaplar da vardı, onlardan baka baka başladım küçük radyolar yapmaya. Bir aralık pil ile işleyen bir pikap yaptım.

O zamanki pikapların hepsi akustikti. Yani ses yükselticisi akustikti. Benim pikap işler gibi oldu. Biraz garibine gitmişti milletin, bu ne biçim oğlan diye. Mucid değildim tabii, o başka şey. Mucid olduğunuz zaman geliştireceksiniz. Burada yapılan çok şey gelişmiyor zaten. Ailede biraz garip bakarlardı bana, çünkü bahçede çocuklarla falan oynamazdım. Evde otururdum, bahçede bilya oynayacağıma model uçak yapardım, hâlâ da yaparım ya.

İlk Amerika’ya gidişinizde amaç elektronik müzik alanında çalışmaktı, bursunuz da bu amaçla verilmişti yanılmıyorsam…

— Evet, 1950’lerin sonunda yaylı çalgılar dörtlüsü ve elektronik bir cihaz için bir parça yazdım. O zaman elimizde elektronik cihazlar hazır yoktu. Bir mühendis arkadaşla benim isteğime göre bir tane osilatör yaptık. En ilkel usullerle. O eski tramvay kontrolleri gibi bir tane kolu vardı osilatörün, bir de düğmesi vardı. Ben de ibrenin ucuna sıra sıra notaların adını yazdım. Kolu nereye doğru çevirirseniz o ses çıkıyordu. Bu osilatörlü ilk konseri de Ankara’da Milli Kütüphane’de yapmıştık. Oparlörü masanın altına sakladık.

Kimse anlamasın diye mi?

— Kimse görmesin, sürpriz olsun diye. Sonra masanın altından sesler çıkmaya başlayınca millet epey şaşırdıydı ve sevdilerdi parçayı. Zaten bu parça sayesinde ben o bursu aldım. Konserde meğerse Rockefeller’in temsilcisi varmış, konserden sonra benimle görüşmeye geldi, burs ister misiniz, dedi. Benim o zaman Amerika’dan filan haberim yok tabii. Avrupa’da Musique Cocrete yapılıyordu, ondan haberim vardı. Elektronik müzik ise başlangıç olarak vardı. Avrupa’da ama o sırada bizim ülkeye plak filan gelmediğinden ne olup bittiğini izleyemiyorduk.

Bu konuya tekrar dönmek kaydıyla biraz eskilere dönelim mi? Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitirdikten sonraki ilk yıllarda neler yaptınız? Türk müzik hayatına sizin o kadar renkli katkılarınız oldu ki…

— 1947’de mezun olunca o sıralarda Yeşilköy Pansiyonlu İlkokulu’nda yeni kurulan Türk Bale Akademisi’ne müzik öğretmeni ve bale piyanisti olarak atandım. Orada bale için bazı parçalar yazdım. İki yıl sonra kalktım askere gittim. Askerden döndüğüm zaman, Ankara Radyosu’na girdim. Radyoda o sırada UNESCO’nun para yardımıyla bir kurs açılmıştı. İki tane Fransız ses uzmanı bize ses uzmanlığı, yani ‘tonmeisterlik’ öğrettiler. Adamlar aynı zamanda müzisyendiler, çok yakın arkadaş olduk. Fen bölümünden mezun olduğum için benim de çok ilgim vardı bu konulara. İyi bir dereceyle bitirdim kursu. Akustik ve ses konusunda epey bilgim vardı. Çok sonra elektronik müzikte de yararı oldu akustik bilgisinin. Çünkü insan kulağının duyma kapasitesini ve bozukluklarını biliyorsunuz. Onları karşılamak için gereken tedbirleri alabiliyorsunuz.

Tonmeisterlikten sonra Radyo Batı Müziği Yayınları Şefi ve daha sonra da II. Program ve o zamanki İl Radyosu Müdürlüğü de yaptınız. Bir yandan da Devlet Konservatuvarı’nda ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde ders veriyordunuz. Nasıl sığıyordu bu kadar karpuz bir koltuğa?

— Bir yandan da beste yapıyordum. Ben de nasıl yaptım bunları bilmiyorum.

Bütün bu uğraşların arasında bir de Helikon Derneği vardı…

— Evet, o zaman böyle bir dernek kurmuştuk biz. Derneğin ana gelir kaynağı kurduğumuz küçük oda orkestrasıydı. Onun dört üyesi de ayrıca Helikon Kuvarteti’ni meydana getirmiş-lerdi. Aşağı yukarı biz dört beş yıl bütün gelirimizi bu konserlerden sağladık.

Helikon olayı neden sona erdi hatırlıyor musunuz?

— Memleketin yapısında birtakım değişiklikler oldu o zaman. Bütün dernekleri kapattılar, bu arada bizimki de kapandı. Menderes zamanında oldu bu iş. Sonra örfi idare kalkınca tekrardan kurduk derneği. Ama o zaman da operanın politikası ve müdürü değişti. Ondan önce bize opera bir çeşit halk hizmeti olarak baktığı için konser salonunu pek ucuza kiralardı. Sonra gelen müdür bey, kulakları çınlasın, bizden bûyûk bir para istedi. Ödememize imkan yoktu. Sanki biz New York Filarmoni Orkestrası’yız, salon kiralıyoruz. Tabii battık, topu attık. Zaten hevesimiz de kalmamıştı.

Yazık, pek çok derneğin başına gelen sizin de başınıza gelmiş ama yine de Helikon’un öyle güzel bir öyküsü var ki bugün bile canlı anılarda. Yine Amerika’ya gidişinize gelelim. Oraya bir yıllığına gitmiştiniz ama çok uzun kaldınız, neden acaba?

— Söyleyeyim. Sanıyorum, benim oradaki ilk çalışmalarım başarılı oldu. Birtakım gelişmeler yaptım, yenilikler getirdim. Bunun üzerine Columbia Üniversitesi beni bir yıl daha asistan olarak alıkoymak istedi, ben de kabul ettim. O bir yılın sonunda da Yale Üniversitesi beni 6 ay için bir başlangıç laboratuvarı kurmak üzere istedi. O iş maalesef çok sürmedi, okulda maddi zorluklar çıktı. Tabii zengin üniversite ama, müzik bölümlerinin parasına gelince hemen kısıntı yapılıyor. Mühendislik ya da kimya değil ki bu. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Amerika’da da böyle. O eski aristokratlar yok ki ordularını satıp, müzisyen satın alsınlar.

Türkiye’ye 1962 yılında geri döndüğünüzde Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bir laboratuvar kurmayı planlamıştınız sanırım…

— O zaman öyle bir fikrim vardı, müracaatımı da yapmıştım. Birtakım makineler da getirmiştim beraberimde. Fakat ODTÜ bir türlü karara varamadı. Yönetim Kurulu bu elektronik müziği ya da toptan müziği yadırgamış olacak ki hiçbir sonuca varılamadı.

Sonra tekrardan Amerika’ya dönmeniz nasıl gerçekleşti?

— Yale Üniversitesi ben ayrıldıktan bir müddet sonra gereken parayı bulmuş. 1965’de oraya davet edildim. Orada biraz daha iyi şartlarla bir başlangıç laboratuvarı kurdum. Derslere başladım. Aynı zamanda kompozisyon öğretiyordum. New York’da yaşıyor, esas çalışmamı Columbia’da yapıyor, New Heaven’a Yale’e haftada üç gün ders vermeye gidiyordum. 6 yılın bitiminde bir idari değişiktik oldu Yale’de. Yeni gelen adamcağızı ben pek sevmedim. Onun üzerine iş aramak üzereydim ki hiç yoktan Stonybrook’tan bir teklif geldi. Daha iyi şartlarla. Onun üzerine tam profesör olarak kalktım Stonybrook’a gittim. Oraya ilk gidişimde yine bir bütçe donması oldu. Paralar donmaktan ancak gittiğimden bir yıl sonra çıktı. Başladık laboratuvarı kurmaya ve o iş yürüdü.

Çok yetenekli öğrencileriniz var, size de çok bağlılar. O ortamda sizi görmek doğrusu insanı gururlandırıyor. Bir soru daha… Amerika’da bulunduğunuz yıllar içinde neler bestelediniz ve bunlar plağa alındı mı?

— O ilk gidişimde ve asistanken ders vermek zorunda olmadığım için çok eser yazdım. Küçük bir dairem vardı. Bazen yatmadan yatmaya, bazen iki üç günde bir giderdim. Laboratuvarda uzun koltuk benzeri bir şey vardı, orada uyurdum. Laboratuvarın parçası haline gelmiştim, kimseyi görmediğim için tıraş olmama da lüzum yok, öyle saç sakal birbirine karışmış oturur çalışırdım. O üç yıl zarfında çok eser yazdım. Mesela gittiğimden bir yıl sonra merkezin resmi açılışı oldu. Ben gittiğimde henüz kuruluş halinde olan laboratuvarın halka açılışı bir konserle kutlandı. Orada hepimize siparişler verdiler. Bana, Marlo Davidowsky’ye (Arjantinli besteci), Ussachevky’ye filan. O zaman ilk stereo parçamı yazdım. Columbia Üniversitesi’ndeki McMillan Tiyatrosu’nun ses tesisatını özel olarak elektronik müzik için düzenledik. Her köşede, duvar ortalarında ve tavanda hoparlörler vardı. 1 numaralı stereo elektronik müzik parçası aslında beş ayrı ses grubundan meydana gelir. Yani bir sesin katlanması değil de tamamen müstakil kompozisyonlardır. Seyirciler tenis maçı seyreder gibi tavana, sağa sola bakarlar. Bütün yönler ayrı karakterli seslerin gireceği kanallar olarak kullanılmıştır. Plakta ancak iki kanallı stereo olarak duyulabilir bu. O yıllarda Kafka’nın duruşmasından mülhem bir tiyatro eseri için de sahne müziği yazmamı istediler. Bu oyun için aşağı yukarı 45 dakikalık bir müzik yaptım. Oradan sonradan çıkardığım bazı parçaları Kafka Süiti olarak plağa aldık. Ankara’da vaktiyle 1957’de yazdığım o yaylı çalgılar dörtlüsü ve osilatör için müziği tekrardan ele aldım. Elektronik bölümleri yeniden yazdım. Onun da plağı var. Modern bir dans grubu olan Mimi Garrard topluluğu bana bir parça sipariş etti. Fakat paraları olmadığı için bana Mimi’nin kocası elektronik heykeltıraş James Searight’ın eserlerini verirlerdi ücret yerine. Bu topluluk için Mimiana I, II ve III olarak üç büyük eser yazdım. Bunlar ve Stereo Music No. I ve II yine plağa alınmıştır.

Geçen yıl Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’nin 20. yılı kutlanacaktı. Fakat merkezin uzun zaman başında ve kurucusu olan Vladimir Ussachevsky emekli oldu. Konseri düzenleyemedi. Benden de bu konserin olması ihtimaline karşı bir parça istemişti bir yıl önce. Onun da bütün malzemesini hazırladım, fakat sonra konser suya düşünce, biraz hevesim kırıldı tabii. Şimdi 50 tape’lik malzeme Stonybrook da bekliyor beni. Herhalde döner dönmez onu bitireceğim. Bunların dışında Yale’de ders verirken birtakım siparişler geldi yine. Bunların bir tanesi video-tape için. Modern dans ve müzik. Bunu sonra TV Capriccio’su adıyla plak yaptık. Bir ressam yaptığı çizgi film için müzik istedi. Onu yayınlamadım maalesef. Çünkü o film için programlı oldu-ğundan tek başına ayakta duracak vaziyette değil.

Son bir soru size, bir bestecinin yetişmesi için ortam önemli midir?

— Şüphesiz bir bestecinin doğru dürüst bir ortamda yaşaması ve teşvik görmesi yararlı olur. Ama besteciliği ya da ressamlığı hastalığa benzetmek lazım. İnsan ressam olarak başladı mı bitiremez bir tûrlû. Bağlasanız da adamı yine resim yapar, yapar da yapar, çöp tenekesine atsanız yine yapar. Bestecilik de aşağı yukarı buna benzer ama önemli bir zorluğu vardır. Yazdığın eserin çalınmasını beklemek. Ortamın yararı o zaman çıkar ortaya. Yazılan eserleri derhal çalmak imkanı varsa bestecinin kendi kendini tashihi, doğrulaması daha kolay olur, dûrtûcû de olur eserinin hemen çalışması. Fakat bozuk şartlar altında yine de devamlı eser yazanlar var. Müzik bizim toplumumuzda çok yeni. Oysa ordu harita subayları geçen yüzyıldan beri resim yapar. Ordu ressamları geleneği eskidir Türkiye’de. Ressam olarak yetişmemişlere resim öğretebilirsiniz, ama müzik bitmeyen, çocukluktan müzisyen olmayana müzik öğretemezsiniz. Böyle nankördür müzik, önce amatör seviyesinin yükselmesi lazım. Amatörler içinde istidadı olan zaten bu mesleği seçecektir, bağlasanız durmaz. Eğitim problemi olan bir konudur müzik.

(Filiz Ali Laslo / Şubat 1982 / Gösteri Dergisi)

DOĞULU MUYUM, BATILI MIYIM BİLMİYORUM

Ben Doğulu muyum, Batılı mıyım, bilmiyorum açıkçası. Bir konuda çalıştım ve tutundum. Çalışırsanız öğrenmeyeceğiniz şey yoktur. İş inada binmezse olmaz. Sevmeden bu işin çilesi çekilmez çünkü.

Share.

Leave A Reply

two × 4 =

error: Content is protected !!