Saadet İkesus Altan / Orkestra önünde söylemek sahnede mikrofonla mırıldanmaya benzemez

0

Saadet İkesus Altan, Ankara Veterinerlik Fakültesi’nde okurken, besteci Paul Hindemith’in talebi üzerine Almanya’ya gönderilmiş, şan eğitimi almıştı. Berlin Halk Operası’nda rol aldı. Mezzo soprano Altan, 1941’de Türkiye’ye döndü ve 28 yıl sayısız operada rol aldı, sahne ve şan öğretmenliği yaptı. 2007’nin aralık ayında aramızdan ayrılan Altan, 1985’te Özcan Özmen’le yaptığı söyleşide, birbirinden ilginç anılar anlatıyor. Örneğin, 1940’lar Ankara’sında opera biletlerinin satışa çıktığı gün tükendiğini, evinde üşüyen opera sanatçısına milli eğitim bakanının kömür gönderdiğini söylüyor. Altan’ın rejisörlerle ilgili anlattıklarından, Bülent Bezdüz, Burak Bilgili gibi genç solistlerin bugün yakındığı bazı çok vahim hataların operamızda tam 60 yıldır devam ettiğini öğreniyoruz. 2001’de aramızdan ayrılan İstanbul Devlet Operası solistlerinden Özcan Özmen’i de bu söyleşi vesilesiyle saygıyla anıyoruz.

Bildiğim kadarıyla Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşundan önce şan ve sahne çalışmalarınız var. Bu çalışmalara nasıl yöneldiniz?
– Ailemde sanata yakınlık vardı.Dayım Ekrem Oran ilk Türk jönprömiyerlerindendi. Binnaz isimli bir filmde oynamıştı. Dedem, Mithat Fenmen’in dedesi olan Mithat Paşa’nın hem mühürdarı hem de aile dostuydu. Annem piyano çalar, şarkı söylerdi. Mithat Fenmen’in babası keman, amcası da viyolonsel çalarmış. Annemle beraber oda müziği yaparlarmış. Böyle bir annenin çocuğu olarak keman çalan ağabeyimin de etkisiyle sanata ilgi ve sevgi duymaya başladım. Okul temsillerinde rol alır, şarkı söylerdim. Lisede bu işlere çok önem veren edebiyat hocalarım Ahmet Hamdi Tanpınar, Nahit Hanım ve felsefe hocam İffet Hanım beni teşvik edip yönlendirdi. O zamanlar Halkevi temsillerine katıldım. Annemin müthiş bir tutkusu vardı tiyatroya. Hep benimle gelirdi. Bu amatör çalışmalarda 18 yaşındayken reji verdiler. “Düşünüş Ayrılığı” adlı
oyunu yönettim. Salih Canar, Nüzhed Şenbay bizim gruptaydı. Bir ara Raşit Rıza, Ercüment Behzat Lav rejisör olarak geldi. Sovyetler Birliği’nden bir grup sanatçı Ankara’ya gelmişti. Onların programlarını takdim ediyordum. Böylece ilk defa ünlü müzisyenlerle tanışma fırsatı buldum. Grupta Dimitri Şostakoviç, David Oyştrah, Lev Oborin vardı. Çok hoşuma gitti. Bu sıralarda Nurullah Taşkıran, Berlin’den dönmüş, yetenekli gençlere şan dersi veriyordu. Ben de sesimi dinlettim, çalışmaya başladım. Konservatuvar açıldığı zaman Paul Hindemith ila Paul Lohman beni derhal Almanya’ya göndermek istedi. Bakanlık burs verdi. Veteriner Fakültesi’ndeki öğrenciliğimi bırakıp Berlin’e gittim. Profesör Schlussnus ile şan çalıştım. Sonra Maria Schuli’den sahne ve şan dersleri aldım. Asıl perfeksiyonumu onunla yaptım. Berlin Halk Operası’nın başrejisörü Carl Moller ile de çalıştım. Okul bittikten sonra angajman alıp Almanya’da kaldım. Daha sonra Ankara’ya çağırıldım. Konservatuvar kurulmuştu. Şan hocası olarak geldim. 1941 Ekimi’nden 1970 Baharı’na kadar şan ve sahne hocalığı yaptım. Opera temsillerine iştirak ettim.
Opera sanatı Tanzimat’tan sonra Fransız, İtalyan, Alman topluluklar tarafından İstanbul’a da getirilmiş. Cumhuriyet döneminde İran Şahı’nın Ankara’ya gelişi nedeniyle Atatürk’ün isteğiyle Adnan Saygun ‘un bestelediği “Özsoy” ve ondan sonra yine deneme niteliğindeki “Taş Bebek” ve “Bayönder” operaları özel gösteri olarak sunulmuş. Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşundan sonra 1941’de Mozart’ın “Baslienne” ile Puccini’nin “Madame Butterfly” operasının ikinci perdesinin temsili ile Türk seyircisi ilk defa kendi sanatçılarıyla tanışmış. 1942’deki Fidelio temsillerinde siz de ilk defa kendi seyircinizin karşısına çıktınız. O günden bugünlere kadar da solist sanatçı, şan öğretmeni, yönetmen ve opera çevirmeni olarak hizmet verdiniz. Sizce geçen bu süre içinde opera sanatı gereken aşama ve gelişmeyi gösterebildi mi? Bugünkünden çok ilgi gördüğü dönemler oldu mu?
– Türkiye’ye döndüğüm zaman “Butterfty” operasının tümünün oynanması için provalar yapılıyordu. Carl Ebert ile tanıştım. Beni “Fidelio” için çağırmıştı. O zaman opera sanatı seyirci tarafından büyük bir sevgi, gururla karşılanmıştı. İsmet İnönü’nün müziğe sevgisi dolayısıyla hiçbir konser ve operayı kaçırmayışı; hele sadık karı koca aşkının öyküsü “Fidelio”nun her temsiline gelmesi, diğer devler ileri gelenlerini de kendi izinden gitmeye zorluyordu. Bütün millet bu tüm sanatları bünyesinde toplayan opera sanatının bizim sanatçılarımız tarafından Batı’dakileri aratmayacak şekilde yapılmasından son derece övünç duyuyordu. Temsillerin biletleri çıktığı gün satılırdı, halk kapılarda beklerdi, sanatçılar çıkarken görebilmek için. Hatta bir sanatçımızın evinde üşüdüğünü duyan Milli Eğitim Bakanı kapısına kadar kömür göndermişti. Ebert, savaş sona erip Berlin Operası’na direktör olarak döndükten sonra onun yerine aynı değerde bir rejisör uzun zaman getirilemedi. Ebert bir ekol kurmuştu. Kendi tiyatrodan geldiği için fazla oyun veren, fakat aynı zamanda müziği iyi değerlendiren bir tarzı vardı. İki reji asistanı yetiştirdi. Biri Ertuğrul İlgin, diğeri Aydın Gün. 1952 yılında Devlet Tiyatroları baş rejisörü Schrolder, Ankara Operası’na baş rejisör olarak getirildi. Beni yardımcı olarak verdiler. Ebirt’e nazaran daha çağdaştı. Malum, sanat gıdasını yeni olandan alır. Beraber “Yarasa” operetini sahneledik. Aynı zamanda Rosalinde rolünü oynadım. Schröder benim ustam oldu.
Operaya sanatlar bileşimi de deniyor. Bir opera sanatçısının ses, söz, müzik, ritm, beden kullanımı, oyunculuk, mim gibi yeteneklerini eğitip seyirci karşısına çıktığı zaman aynı anda hepsini birden kullanması gerekiyor. Bu kadar karmaşık ve zor işi yüklenen sanatçının uğraşını başarıyla sürdürebilmesi nelere bağlı?
– Piyasa veya kabare şarkıcılarının biraz fazla hareketli, taşkınlıklarla dolu hayat hikayelerini okudukça opera sanatçılarının da vaktini eğlenceyle geçirebilecek kadar az işi olan hafif meşrep kişiler olduğunu düşünürler. Oysa opera sanatçısının çok sağlıklı, vücut yapısının çok kuvvetli olması gerekir. Şarkı söyleme sanatına dayanabilecek nitelikte olmalıdır, çünkü kalabalık bir orkestranın karşısında söylemek, eline mikrofon alıp mırıldanmakta bir tutulmaz. Her gün jimnastik yapar gibi sesini hazırlaması ve formda tutması gerekir. Şan eğitimi yapmakla bitmez. Gerekli repertuvarı hazırlamak zorundadır. Vücuduna hükmetme yeteneğini, müziğe bağlı kullanmak zorunda olduğu için bazı yönlerden tiyatro sanatçısından daha çetindir işi. Gücünü ve sağlığını koruyabilmesi için birçok zevklerden feragat etmesi gerekir. Pahalı ve zahmetli, bir yandan da vefasız bir meslek. Ama son derece güzel.

Sivri akıllı şefler, ses kaybı ihtimalini
düşünmeden gençleri zorladı

Opera repertuvarının ve rol dağılımlarının uygunsuz yapılması halinde sanatçının problemleri ve seyirciye yansıyan hoşnutsuzluklar olabiliyor mu?
– İlk opera temsillerinde oynayanların hemen hepsi konservatuvar öğrencisiydi. Ve bunlar çok istidatlı oldukları halde bu zor eserleri söyleyecek olgunlukta değildi. Fakat yapılan işin meyvesini bir an önce göstermek için gençlerin maruz kalacağı ses kaybını düşünmediler. Aynı şeyi “Fidelio”da bana yaptılar. Sesim mezzo soprano olduğu halde yüksek dramatik soprano partisini söylemeye zorladılar. Bu yanlış davranışların acısını biz sanatçılar çektik. Çünkü her zorlama er geç sesten intikamını alır. Eline diploma almakla problemler halledilmiş olmaz. Onu bekleyen birçok tehlike vardır. Sivri akıllı rejisörlerin ses yeteneklerini ve kalitesini düşünmeden kendilerini uygunsuz bir rolde görevlendirmesi, sahnelemede sese zarar verecek şekilde oynatması gibi…. Deneysiz, inatçı orkestra şeflerinin alabildiğine forte çaldırdığı orkestraların karşısında sesi zorlamak, tehlikelerin belki de en büyüğüdür. Bir bakıma sanatçının ihtirası da kendi sesine gitmeyen bir partiyi söylemekte ısrar etmesi de en büyük zararlardan biridir. Onun için namuslu ve dürüst bir kontrole sanatçının daima ihtiyacı vardır, Bir başka zararı da seyirciye dokunur. Seyirci zanneder ki. karşısında gördüğü, o rol için en isabetli olanıdır.
Operanın kuruluşundan bu yana yaklaşık 45 yıl geçti. Karakteristik ses renklerimize, fonetiğimize uygun düşecek şan tekniğimizin saptandığına, ulusal operaya ulaşabilmek için bestecilerimizin opera bestelemeye ilgilerinin çekildiğine inanır mısınız?
– Opera sanatçılarımız uzun zaman Alman ve İtalyan hocalar tarafından yetiştirildi. Bu sebeptenTürkçeyi yabancı gibi söyleyenler oluyor. Bence müzikli diksiyon bir eserin hazırlanmasında ansambl ve sahne çalışmaları kadar gerekli. Şan tekniği konusunda çalışmalar yapılmasının gerekliliğine inanıyorum. Her besteci yazdığıı operanın şaheser olması sevdasında. Oysa sıradan eserler de gerek, Dünya literatüründen oynadıklarımız da icabında iyi ve kötü yanlarıyla sıradan olabiliyor. Çok gerekli olan bir şey var ki, sahneye uyması. Sahne eserinin gereken niteliklerinden sayılan aksiyonu olmalı. Mesajı olmalı, durağan bir eser çıkınca ortaya, o daha çok oratoryo oluyor. Opera bestecisi, insan gırtlağının ve yan seslerinin imkânını bilmeli. Birçok eser, bir iki temsilden sonra kaldırılıyor. Sanatçıların çoğu ses kaybına uğramak korkusuyla rolü bırakıyor. Tabii ki, her çağın anlayışı var. Tabiî ki, bu¬gün sultan palamut devrinin müziği demiyoruz. Ama imkânları zorlamamalı.
Batı’da 300 yıllık geçmişi olan bu sanata son yıllarda yine Batılı yönetmenlerin çok değişik yorumlar getirdiğini, hatta uç noktalarda anlatım biçimlerine yöneldiklerini biliyoruz, sizce bizim seyircimize de böyle değişik yorumlar sunulmalı mı?
– İnsanlar daima değişik şeyler arıyor. Bir operanın orijinal şeklini çok defa görenler, bir de bunu görelim diyorlar. Bana kalırsa yeni operaları değişik biçimlerde yönetsinler. Ama Münih Festivali’nde Orfeo ve Euridice operasını yöneten dahi rejisör Wieland Wagner’in son derece anlamlı bir şekilde “hapy and” ile bitirmediğini gördüm.
İzin verirseniz konunu daha iyi anlaşılması için operanın kısa bir özetini yapayım. Düğün günü, Orfeo’nun kansı Euridice yılan sokması sonucu ölür. Orfeo acıdan kahrolur. Tanrılar adına Amor, onu ruhlar alemine götürür. Şansını alıp yeryüzüne döndürecektir. Ancak bir koşulu vardır, yol boyunca karısının yüzüne bakmayacaktır. Eurudice, kocasının yüzüne bakmamasına anlam veremez, üstelemesi üzerine kocası ona bakar. Ama bu, onun yeniden ölmesine neden olur, Amor tekrar araya girer. Bağlılığın ödülü olarak tanrılar karısını geri verir… Peki, sözünü ettiğiniz yönetmen, konunun sonunu nasıl bağlamıştı?
– Orfeo’nun hasreti, büyük sevgisiydi karısına yeniden hayat veren. Ama böyle yorumlar yapabilen dahiler az. Ne yapılırsa yapılsın, mantık dışı olmamalı. Mantıksızlığın bile mantığı olmalı.
(Özcan Özman / Nisan 1985 / Gösteri Dergisi)

Linkler

Anne Frank Merkezi’ndeki bilgiler

Biyografisi

Share.

Leave A Reply

4 × 2 =

error: Content is protected !!