Philip Glass / İnsan sesini iyi kullanmayı 40 yılda öğrendim

0

Müzikte minimalizmin en önemli yaratıcısı, Verdi’den sonra en yüksek telif ödenen operaların, Truman Şov, Candyman gibi film müziklerinin bestecisi, nobelli yazar Doris Lessing’i opera sahnesine taşıyan ses ustası, altı saatlik operaların dinleyici yıpratan bestecisi… Sakın eserlerine “minimalist” etiketini yapıştırmayın, çok kızıyor. Philip Glass “tekrara dayalı müzik” tanımını tercih ediyor. 1960’larda Türkiye’yi sırt çantasıyla gezmiş, 1990’larda ablası ve ABD Büyükelçisi olan eniştesi Morton Abromowitz’i ziyarete gelmişti. 2009’un son günlerinde yine yolu İstanbul’a düştü. Konser öncesinde, bir New York ikindisinde aradığımızda, kızını kursa götürmek üzere evden çıkmak üzereydi. 72 yıllık okyanusta, 20 dakikada sörf yaptık. “Tüm büyük bestecilerin ölmediğini” öğrendik. Glass, İstanbul resitalinde son 25 yıllık müzik serüvenini özetleyeceğini söylüyordu.

 

Uzun zamandır merakla beklenen ikinci keman konçertonuzun dünya prömiyeri bu ay yapılacak. New York Times, konçertoya An American Four Seasons  (Amerikan Mevsimleri) adını verdiğinizi yazdı. Espri mi, gerçek mi; Vivaldi’ye meydan mı okuyorsunuz?
– Kemancı Robert McDuffie’nin önerisiydi bu isim. “Uzun yıllardır Vivaldi’nin Mevsimler’ini çalıyorum, siz de buna benzer bir konçerto bestelesiniz nasıl olur” diye sordu. “Bestelerim, ama ortaya ne çıkar bilmiyorum” dedim. Daha sonra eserin detayları üzerine konuştuk. Dört bölümlük bir eser olabilirdi, her bölüm bir mevsimi konu alabilirdi. Böylece Mc Duffie yeni bir konser programı oluşturup, benim ve Vivaldi’nin eserini birlikte seslendireceği “Mevsimler” başlıklı konser verebilecekti. Hepsi bu.
Son 20 yıldır bestelediğiniz eserlerin önemli bölümü opera alanında. Bu sizin opera tutkunuzdan mı kaynaklanıyor yoksa sipariş eserlerin çoğunlukla operalardan gelmesinden mi?
– Doğrusunu söylemek gerekirse ikisi de geçerli. Opera bestelemek, zor ve karmaşık bir iş. Yıllar sürüyor. Bu süreçte giderleri karşılanmadan bir bestecinin bu işe girebilmesi mümkün değil. Ben de bu kadar zor ve uzun çalışma gerektiren bir işe girmeden önce şunu sorguluyorum: Harcadığım zamanın ekonomik karşılığını alacak mıyım, eserim sahnelenecek mi? Eğer yanıt evet ise bu işe girişiyorum. Aksi durumda, zaten yapacak çok işim var.

28 yaşından sonra müzikte özgün sesimi buldum

Opera sahnelenmesinde birçok yenilikçi yöntem geliştirdiniz. Yanılmıyorsam en son, sahnede film gösterip diyalogları şarkıya dönüştürmüştünüz. Teknik yenilikteki nihai hedefiniz nedir?
– Opera farklı dallarda çalışan sanatçıların işbirliğiyle gerçekleşen bir sanat dalı. Yazar, koreograf, sahne ve kostüm tasarımcısı, orkestra şefi, müzikçiler, şancılar bir araya geliyor. Bu karşılaşmalar hiç beklenmedik sonuçlara yol açabilir.  Diğer sanatçılar kültürel birikimleriyle, bestecinin önünde yepyeni kapılar açabilir. Hayatını müzikte yeni anlatımlar aramaya adamış bir besteci için bir tür değişim motoruna, gelişim sürecine dönüşebilir. İşte bu nedenle her yeni ortak çalışma benim için yeni bir başlangıcın kapısını aralıyor.
İnsan sesini orkestradaki sıradan bir enstrüman gibi kullanmaktan ne zaman, neden vazgeçtiniz; neden şarkı formuna yöneldiniz? Geçmişte insan sesine haksızlık yapmış olabilir misiniz?
– Evet, başlangıçta insan sesini bir enstrüman gibi değerlendiriyor, eserlerimde bu yaklaşımla kullanıyordum. Opera besteledikçe, ses kadar metinler de önem kazandı. Çünkü operada librettoyla çalışmak gerekiyor. Sözcükler, cümleler önemli. Şu anda besteci olarak en önemli amaçlarımdan biri, bir eser bestelerken sözcükleri dinleyicinin anlayabileceği şekilde müziklemek. Bunun için özel bir besteleme tekniği uygulamak gerekiyor. Her teknik bu alanda işe yaramaz. 30-40 yıllık deneyim sonucunda, insan sesini, sözcükler anlaşılacak şekilde kullanmayı öğrendim.
Eğer geçmişten 10 yıl silip, geleceğinize eklemeniz gerekse besteciliğinizin hangi dönemini seçerdiniz?
– (Kahkahalar) Amma komik bir fikir… İlginç ve cevaplanması zor bir soru. Umarım biraz daha yaşayacak zaman vardır önümde. Bestelemek istediğim operalar, piyano için eserler yazmak istiyorum. Sinemacılarla, yeni akımlar geliştiren müzikçilerle ortak çalışmalar yapmak istiyorum. Geçmişten 10 yıl silmek gerekse, dönem seçmekte gerçekten zorlanırdım. Besteciliğimin başlangıcı çok ilginç bir süreçti. 1966-77 arasındaki dönemde, yani ilk minimalist bestelerimden Einstein Sahilde operasına kadarki dönem gerçekten çok önemliydi. Bunu kesinlikle silemem. (Kahkahalar)

Aslında ben bundan önceki dönemi merak ediyorum. Çünkü Nadaia Boulanger’le kompozisyon çalışırken 20 civarında önemli beste yapmıştınız. 1967’de Ravi Shankar’la tanıştığınızda bunları yırtıp attınız. Demek ki 10 yılı silmek pek zor değil. Belki sonrasında da silmek istediğiniz dönemler vardır…
– Evet, doğru söylüyorsunuz. 20 ila 30 yaş arasındaki eserlerimden bahsediyorsunuz. Bu dönemde henüz özgün sesini bulamamış, çok sayıda eser besteledim. Öğrencilik döneminin bestecilik denemeleriydi. Önemli bölümü benim dışımda hiç kimse tarafından icra edilmemişti. Bundan sonraki dönemde ise kendi sesimi bulduğumu umuyorum. 28, 29 yaşından sonraki eserler özgün bir karaktere sahip. 1968’den sonraki bestelerimi bugün de yorumluyorum. Ancak öncesini icra ettiğim pek söylenemez.

Dinleyicim 10 yılda 100 kat arttı

New York’un sanat atmosferi, radikal, çarpıcı, sansasyonel olana gösterilen ilgi besteciliğinizi herhangi bir aşamada olumsuz etkilemiş olabilir mi?
– Baltimore’da doğdum, çocukluğum burada geçti. Orkestası, kütüphaneleri vardı fakat benim aradığım yenilikçi, cesur sesi yaratan çıkmamıştı. Bu nedenle 20 yaşında, eğitimimi tamamlamak üzere New York’a geldim. New York’la ilişkim tuhaf bir şekilde gelişti. 20’li yaşlarımın sonlarında konser vermeye başladığımda çok küçük bir dinleyici kitlem vardı. 15-20 kişi gelirdi dinlemeye. Salon hiç boş olmazdı. Sonraki 10 yıl içinde yavaş yavaş arttı. Aslına bakarsanız, çok hızlı bile arttığını söyleyebiliriz. 1966’da 30 kişiye konser veriyordum. 1976’da Einstein Sahilde operasını bir temsilde üç bin kişi izliyordu. 10 yılda 100 kat artış epeyce büyük bir ivme. Beni gerçekten şaşırttığını söylemem gerekir. Şunu da belirtmemde yarar var. Ben New York’la birlikte dünyanın dört bir yerinde konser veriyorum yıllardır. İstanbul’daki ikinci konserim. Yılda en az iki, üç kez Londra ve İtalya’da konser veririm. Kanada yurttaşıyım, orada konserler veriyorum. Amerika’nın eyaletlerini dolaşıyorum. Bu nedenle de dönüp New York’ta konser vermek her seferinde bana mutluluk veriyor. Komik değil mi? Dün akşam, Avusturyalı bir firmanın siparişi üzerine bestelediğim, bilimadamının öyküsünü anlatan Kepler operamın prömiyeri yapıldı. Temsil sonrasındaki resepsiyonda “New York’ta konser vermek nasıl bir duygu” diye sordular. Ben de “harika bir duygu” dedim. Çünkü burası benim yuvam.
Sürat ve video klip çağında altı saat hiç durmaksızın icra edilen eserler yazıyorsunuz. Orkestra üyeleri bile “ellerimiz tutmaz oldu” diye dert yanıyor. Bu yaklaşım müziğiniz ve dinleyici arasındaki ilişkiyi zedelemiyor mu?
– Geçenlerde küçük bir kasabada iki ayrı konser verdik. İlk akşam iki saatlik bir eser seslendirildi. İkinci akşam “12 Bölümlük Müzik” adlı eserimi seslendirdik. Saat 15.00’te başladık, saat 21.00’de sona erdi. Sadece 45 dakika akşam yemeği molası verdik arada. Başlarken salonda yaklaşık 1200 kişi vardı. Bitene kadar en fazla 30-40 kişi ayrıldı salondan. Bu uzunlukta bir eser için pek fazla sayılmaz. Konsere gelenler bestenin beş saat uzunluğunda olduğunu biliyordu. Gelmek, dinlemek zorunda değildi hiçbiri. Bir önceki akşam, iki saatlik konsere gelebilirlerdi. Yaklaşık 500 kişi iki konsere de bilet almıştı. Farklı uzunluklarda eserler yazıyorum, bunlar farklı dinleyici gruplarına hitap ediyor. Fakat kabul etmek gerekirki 5 saatlik bir eseri dinlemek sabır istiyor. Her ne kadar, “12 Bölümlük Müzik” 1971-74 arasında yazdığım geniş kapsamlı, önemli bir eser de olsa dinlemek zor iş. Çaba gerektiriyor. Müziğimle ilgilenen, gelişimini merak eden kişilerin bilmesi gereken bir eser. Bu nedenle Londra’dan, Paris, Belçika’dan gelenler vardı. Çok büyük bir izleyici kitlesi sayılamaz belki 1200 kişi ama pek az bir rakam değil.

İsteyen konserden çıkabilir, kızmam

İzleyiciler eserin ortasında kalkıp salonu terk ettiğinde asabınız bozulmuyor mu, hakarete uğramış gibi hissetmiyor musunuz?

– Her konserde birkaç kişi salondan çıkabilir. Sahnedeki müzikçi ne düşünür? Belki karısı hastalanmıştır, acilen eve gitmesi gerekmiştir, belki otomobilini park ettiği yerden alması gerekmektedir ya da randevusuna geç kalmıştır. (Gülüyor)  Müziğe dayanamadığı için gittiğini düşünmeyiz salondan çıkanların. Mutlaka zorlayıcı bir gerekçeleri olduğunu düşünürüz. Kuşkusuz kimileri de müziği sevmediği için salondan çıkar. 40 yıllık tecrübeden sonra, herkesin müziği sevebileceği fikrini bir kenara bıraktım. Hatta kimileri konser başladıktan birkaç dakika sonra çıkıp gidiyor…
20’inci yüzyılın ikinci yarısından, “keşke ben besteleseydim” dediğiniz bir eser var mı?
– Stravinki’nin yazdığı harika birçok eser var. Mesela Symhony of Psalms’ı bestelemek isterdim. Böylesine harika bir eser besteleyemezdim. Yine de takdir ediyorum. Kıskanmıyorum. Cazcılardan da John Coltrane’in eserleri büyük birer esin kaynağı. Tabii Ravi Shankar’ın müziği de başka bir ilham kaynağı oldu benim için. Pop müziğini de seviyorum. Paul Simon, Bob Dylan’ın şarkılarını da seviyorum. 20’inci yüzyılın ikinci yarısında sayıları pek fazla olmasa da önemli operalar bestelendi. Mesela Benjamin Britten’ın, Virgil Thomson’un eserlerini çok severim.
Penderecki’ye benzer bir soru yönelttiğimde “Tüm büyük besteciler mezarda” demişti. Siz de mezardan örnekler verdiğinize göre, aynı görüşe katılıyor olmalısınız!
– Ben henüz ölmedim. (Kahkahalar) Penderestki de! Çok sevdiğim bir bestecidir. İlk karşılaşmada “Bay Penderetski ikimiz de hayattayız” diyeceğim… Yani şimdi, büyük besteci olmak için mutlaka ölmek mi gerekiyor? Şimdi bu laftan ne anlamalıyız? Biz sıradan besteciler miyiz; ölmeden büyük besteci sıfatına erişilmiyor mu? Umarım doğru değildir bu yargı… Penderecki’nin sağlığının iyi olmadığını duymuştum bir süre önce, endişelenmiştim. Umarım şimdi iyidir. Onun gibi besteciler aramızdan eksilmemeli.

Stüdyom yetenekli gençlere açık

1967’de, ilginç bir tesadüf eseri Michael Nyman’la aynı dönemde çadırınız, sırt çantanızla Türkiye’yi gezmiştiniz, yanlış hatırlamıyorsam sonraki yıllarda konser için de gelmiştiniz. Çağdaş Türk bestecileriyle tanıştınız mı, eserlerini dinlediniz mi?
– Nyman’ın da aynı zamanda Türkiye’yi gezdiğini bilmiyordum. Ne zaman gelmiş tam olarak?
Nyman, kız arkadaşının Ankara’da bir Türk diplomatın yanında çocuk bakıcılığı yaptığını, iki yılda birçok kez Türkiye’ye geldiğini ve farklı şehirleri gezdiğini anlatmıştı.
– İstanbul’a konsere geldiğimde bir neyzenin konserine gitmiştim. Harika bir müzikti fakat yorumcu, besteci ismi hatırlamıyorum. Kızkardeşimin eşi Morton Abromovitz 1990’larda Türkiye’de, ABD Büyükelçisi’ydi. Onların sayesinde birkaç kez Türkiye’ye geldim, rahatça yolculuk yaptım.
Öğrencileriniz, asistanlarınız arasında Türkler var mı?
– Akademik çalışma yapmıyorum. Çoğunlukla stüdyomda çalışıyorum. Çeşitli konservatuvarlardan öğrenciler gelip ders almak istediğini söylediğinde “Bilgisayar sistemlerini kullanmasını biliyorsan gel birlikte çalışalım, derstekinden daha çok şey öğrenirsin” diyorum. Stüdyoda, plak firmamda bana yardım ediyorlar. Genellikle iki, üç yıl kalıp, kendi yollarına gidiyorlar. Hatta aralarından biri sekiz yıldır benimle birlikte çalışıyor. Şimdi Güney Afrika Operası için beste yapıyor. Bir başka genç film müziği alanında benimle çalışıyor. Yani benim gençlerle ilişkim resmiyetten uzak. Konservatuvarda ders vermek de istemiyorum.
Sekiz senfoni, beş opera, koro ve diğer büyük gruplar için zengin ses paleti kullanarak bunca eser yazdıktan sonra resital vermek, sahnenin ortasında sadece piyanoyla başbaşa kalmak zor bir iş olsa gerek. Avantajları, dezavantajları neler?
– Çok seviyorum, çok… (Gülüyor) Çünkü dinleyiciyle doğrudan, araya başka birileri girmeden, ilişki kuruyorum. Tabii büyük bir sorumluluk istiyor, eserlerimde ezber hatası yapmamam lazım… Buna karşın birebir ilişki kurmak çok önemli.

Etüdleri besteledim, piyano tekniğim gelişti

Resitallerinizde doğaçlama yapıyor musuz?
– Yapmıyorum.
Sanıyorum 12 Aralık’ta CRR’de vereceğiniz resitalin en önemli eseri, 1990’larda yazdığınız “Etüdler” olacak. Resital programını nasıl oluşturdunuz, bu eseri neden seçtiniz?
– 15 yıl önce bu eseri piyano çalarken yaşadığım bazı teknik sorunları çözmek, tekniğimi geliştirmek için yazmıştım. Parmak pozisyonlarıyla ilgili sorunlarımı belirleyip, bu konuda egzersiz olabilecek eserler yazdım. Gayet güzel, işe yaradı. Dört tane besteledikten sonra teknik açıdan ilerleme kaydettim. Eserleri ezberledikçe piyanodaki icram gelişti. Yani kendi kendine öğrenme projesiydi bu eser. 1980’lerden birkaç beste de çalmak istiyorum konserde. Çünkü bu eserler beni bugünkü aşamaya getirdi. 1979’dan Metamorfozlar’ı çalacağım. Daha sonra son bestelerimden birkaç örnek vereceğim. Yani 25 yıllık bestecilik serüvenimi yansıtan bir resital olacak. Ancak eserleri kronolojik sırayla sunmayacağım.
(Serhan Yedig / 6 Haziran 2009 / Hürriyet)

Einstein Sahilde

GLASS TAKSİDE DİREKSİYON BAŞINDA OPERASI METROPOLİTAN SAHNESİNDE
Manhattan’dan taksiye binen şık giyimli yaşlı kadın, birkaç dakika sonra ön koltuğa doğru eğildi. “Ne kadar ilginç bir tesadüf” dedi direksiyondaki şoföre. “Taksi lisansından gördüğüme göre, adınız ve soyadınız çok ünlü bir opera bestecisiyle aynı. Geçen akşam eserini Metropolitan Operası’nda izlemiştim” dedi. 1976 yazıydı ve Glass’ın “Einstein Sahilde” operası Fransa’daki Avignon Festivali’nden sonra New York’taki Metropolitan Operası’nda sahnelenmiş, besteci bir anda şöhrete kavuşmuştu. Yine de hayatını kazanmak için müzik dışındaki alanlarda çalışmak zorundaydı. Geçmişte de vinç operatörlüğü, evden eve eşya taşımacılığı,  muslukçuluk yapmıştı. Hatta operasını bestelediği dönemde, bulaşık makinesi musluğunu tamir için gittiği bir evde Time dergisinin sanat eleştirmeniyle karşılaşmıştı. Robert Hugnes hayretle “sen sanatçısın, burada ne yapıyorsun” diye haykırınca sakin bir ses tonuyla “Evet sanatçıyım,  bazen de muslukçu, izin verin işimi bitireyim” demişti… 1977’de Hollanda Operası’ndan aldığı ilk eser siparişinden sonra, hayatını müzikten kazanmaya başladı.
Glass, üç çocuklu bir radyo tamircisinin ortanca oğlu. Babası atölyesini zamanla plakçıya dönüştürdü; Bartok, Hindemith gibi çağdaş bestecilerin eserlerinin neden satılmadığını merak eder, bu düşünceyle eserleri dinleyip analizini yapardı. Oğlu ise müziklerini örnek aldı. Glass 15 yaşında Chicago Üniversitesi’ne girip matematik ve felsefe öğrenimi gördü. 20’sinde Juilliard’da kompozisyon derslerine başladı, 27’sinde Paris’te Nadia Boulanger’nin öğrencisi oldu. Ravi Shankar’la tanışması ufkunu açtı. La Monte Young’ın 1950’lerde, Terry Riley’nin 1960’ların başında geliştirdiği yaklaşımı geliştirip, tekrarlar ve bunlardan çıkan yeni düşünceler üstüne kurulu Minimalizm akımını geliştirdi. Eserleri klasik müziğin sınırlarını aşıp, rock dinleyicine ulaştı. Bugüne kadar dört kez evlenen, dört çocuk sahibi olan Glass şimdilerde New York’taki stüdyosu ve Kanada’nın Atlas Okyanusu kıyısındaki Nova Scotia Yarımadası’ndaki balıkçı kulübesinde yaşıyor. Sabah 6’da uyanıp, aynı anda senfoni, oda müziği eseri, opera yazıyor. Yahudi bir aileden gelmesine karşın, Budizmi benimsemiş. Geçmişte vegandı, ağzına peynir bile koymazdı. Romancı Doris Lessing’in ısrarıyla vejateryanlığa geçti.

(c) Bu metnin tüm yayın hakları saklıdır, kısmen dahi olsa izinsiz alıntı yapılamaz.

Linkler

Biyografisi
Kişisel web sayfası

Share.

Leave A Reply

20 − eight =

error: Content is protected !!