Red Priest / Ne komik olmaktan ne de ciddiyetten korkuyoruz

0

İngiliz barok müzik dörtlüsü Red Priest, Vivaldi’den ödünç aldıkları kırmızı saçları, isimleri, rengarenk kıyafetleri, klasik müziğin ciddiyetini kıran yorumlarıyla sahneye geçmişin şölen ruhunu taşıyor. Konser öncesinde sorularımızı İngiltere’den yanıtlayan grubun kurucusu flütçü Piers Adams “Bence müzik sohbet gibi olmalı. Ölümcül ciddiyetten espriye, hüzünden neşeye hızlı geçiş yapabilmeli,” diyor.

Erken dönem müziği üzerine uzmanlaşanlar neden böyle çılgın oluyor? Folia’larıyla İspanyol Gregorio Paniagua, tarantella’larıyla Avusturyalı Cristina Pluhar, Vivaldi kırmızısı saçlarıyla Red Priest… Rastlantı mı bu?
– Erken dönem müziğine iki farklı müzikçi türü ilgi duyuyor. İlki tarihe, ayrıntılara takıntılı, geçmişin sesini yaratma peşinde olanlar. İkincisi ise benim gibi, deney yapmayı, özgürlüğü sevenler… Belki her konuda bilgimiz yok fakat bu işten gerçekten zevk alıyoruz, eğleniyoruz. Klasik müzikte daha sonraki dönemlerde çok güçlü bir icra geleneği oluşmuş. Özgürlük azalıyor. Bu dönemlerin müziğini icra edip, aynı düzeyde eğlenmek zor…
Yine de çılgınlığın kaynağını açıklamıyor bu durum… Örneğin, dönem enstrümanlarıyla erken çağ müziğini icra etme akımının 1960’lardaki öncüsü David Munrow gayet ciddi bir müzikçiydi. Hayatı öylesine ciddiye alıyordu ki 34 yaşında intihara kadar sürüklendi… Ardından gelenler neden bu kadar farklı kişiler?
– Munrow aynı zamanda çok esprili, neşeli, hatta muzip bir müzikçiydi… 1960’larda bu akım başladığında, 300 -500 yıl öncesinde kalmış, unutulmuş müziği gün ışığına çıkarmak başlıbaşına bir heyecan nedeniydi. Bu coşku onlara yetiyordu. İki kuşak sonra, bizler geçmişte açılan bir yoldan yürüyoruz. Ve daha fazla heyecana, coşkuya ihtiyacımız var. Çünkü benim açımdan müzik, icracının heyecanında, coşkusunda yaşar. Yorumcu için coşku bestecinin ilhamı kadar önemlidir.
İngilizler’in “Erken Çağ Müziğinin Ayetullah’ı” lakabını taktığı Alman müzikçi Reinhard Goebel “21’inci yüzyılda erken çağ müziğiyle uğraşmak başlıbaşına bir çılgınlıktır” diyor… Galiba işin doğasında var bu…
– Sanıyorum söylediğiniz doğru… Bu işi yapmak gerçek bir çılgınlık. İcrayı olasılıklar üzerine kuruyoruz. Çünkü notada birçok detay yer almıyor. Pek çok tarif, pek çok seçenek var. Tahminlerimiz doğrultusunda icra ediyoruz eserleri. Yani yorumda özgürsünüz. Mesela Corelli’nin bestelerini seslendirirken kan ter içinde kaldığı, gözlerinin kan çanağına döndüğü, saçlarının dağıldığı söylenir. Günümüz dinleyicisi için epeyce çılgın bir tablo bu… O çağda normal karşılanmış…

Yedi arkadaşımız ilk konser sonrası ortadan kayboldu

Erken çağ müziği icra etmek sağlık açısından tehlikeli bir iş mi? 1997’da 11 kişiymişsiniz, yıllar içinde 7 arkadaşınız ortadan kaybolmuş, 4 kişi kalmışsınız…
– Doğrusunu söylemek gerekirse, arkadaşlarımızı 16 yılda kaybetmedik… İlk konserle ikincisi arasında 7’si birden ortadan kayboldu… (kahkahalar) Yavaş yavaş yaşanan bir süreç değildi…
Peki ne oldu onlara?
– Grubu kurduğumuzda amaçlarımız henüz netleşmemişti. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Farklı beğenilerden müzikçiler bir araya gelmişti. İlk konserden sonra ayrım belli oldu. Biraz çılgın, biraz vahşi bir maceraya atılmayı göze alanlar grupta kaldı. Çılgınlığı göze alamayanlar ayrıldı… O tarihten bu yana çekirdek kadro 4 kişi. Zaman zaman proje bazında sayımız artıyor.

Doğaçlamayı provada yaparız

Web sayfanızda tarih boyunca önemli sanatçıların, düşünürlerin sözlerinden alıntılarla müzik yaklaşımınızı açıklıyorsunuz. Özellikle biri ilgi çekici: 18’inci yüzyılda Quanz “Müzikte Alman üslubu düz, kuru, tutkusuz, heyecandan yoksundur” diyor. İngiliz ve Alman erken çağ yorumcuları arasında başlayan bu çekişme günümüzde devam ediyor mu?
– Sanıyorum 15, 17’ncı yüzyıl müziği üzerine söylemiş bu sözü. İtiraf etmem gerekirse, biraz muzurluk olsun diye web sayfamıza koymuştum bu alıntıyı. Ulusların birbiri hakkındaki şablon görüşlerini göstermesi açısından ilgi çekici gelmişti bana… Evet gerçekten icra ulustan ulusa değişiklik gösteriyor. Örneğin doğaçlamayı ele alalım. İtalyanlar müthiş havalı, trillerle doldurulmuş, her boşluğa bir nota sıkıştırılmış doğaçlamalar yapar. Fransızlar ise çok çok küçük ayrıntılara odaklanırlar. Almanlar ise çok iyi organize edilmiş, hatta biraz fazla düzenli bir stili tercih eder; çünkü bu onların ulusal karakteridir. Bu özelliklerin günümüze ulaşması çok ilginç değil mi?
Özgürlüğün önemini vurguladığınıza göre doğaçlamanın müziğinizde önemli bir yeri olmalı. Red Priest’in icralarında doğaçlamaya ne kadar yer veriliyor?
– Doğaçlama yaklaşımımız zaman içinde değişti. Artık provalarda yapıyoruz doğaçlamaları. Ortaya yüzlerce fikir çıkıyor, bunları deniyoruz. Konserde bu fikirleri sunarız, doğaçlama çok sınırlıdır. Dört müzikçinin aynı anda çılgınca çalması zor bir iş çünkü. Sahnede birbirimize sürpriz yapmayız. Çok küçük detaylarda değişimler olabilir sadece… Biz profesyonel bir grubuz. Konserde savruk olamayız.
Doğaçlama ya da düzenlemelerde eserin orijinaline ne kadar sadık kalıyorsunuz?
– Kimi zaman yarı yarıya değiştiriyoruz…

Müzik konser salonuna taşındı insani unsuru kaybettik

Bir röportajda klasik müziğin komik denebilecek kuralcılığını bozmaktan zevk aldığınızı söylüyorsunuz. Nedir bunlar?
– 19’uncu yüzyılda müziğin konser salonlarına taşınıp, bestecinin yerini yorumcunun almasıyla, dinleyicilere yukardan bakan sahneye yerleştirilmesiyle önemli bir unsuru kaybettik: İnsancıl temas ortadan kalkıverdi. Oysa eskiden müzisyen izleyicinin içindeydi. Anlık tepki alıyordu. Hayret, mutluluk ya da eleştiri içeren nidaları duyabiliyordu. İsteyen bölüm arasında alkışlayabilirdi. Daha ilkel, zorlu bir atmosferdi. Sonra kurallar icat edildi, resmileşti. Günümüzde bu iletişimi sadece rock konserlerinde görebiliyoruz.
Bu nedenle mi Rolling Stones gibi rock gruplarıyla karşılaştırıldığınızda bundan gurur duyuyorsunuz?
– Rock konserinde enerji, iletişim vardır. Notaya bakmazlar. Red Priest de rock gruplarının sahne tecrübelerinden ders alıyor. Onların sahnede sürekli hareket yaratma, izleyiciyle iletişim içinde olma, enerji akışı sağlama tekniğini benimsiyor.
Mizahın, çılgınlığın sınırı nedir, örneğin grotesk olmaktan çekiniyor musunuz?
– Rock dediğiniz şey zaten grotesktir. Bence hiç sakıncası yok. Bugün müzik hakkında yaygın bir yanlış algı oluşmuş durumda. Herkes müziğin ciddi olması gerektiğini düşünüyor. Zevk almak için büyük bir huşu, saygı içinde dinlemeniz gerektiği sanılıyor. Bence müziğin amacı bu değildi. Mizah dahil her duyguyu yansıtabilmesi gerekir… İcra ettiğimiz müziğin ilginç özelliği duygular arasında çok hızlı geçişler yapması. Günlük hayattaki sohbet gibi… Nasıl duygusal atmosfer ölümcül ciddiyetten ansızın espriye, kahkahaya kayabilirse müziğimiz de aynı esnekliği yakalıyor. Komik ya da ciddi olmaktan korkmuyoruz…
Ortaçağ müziğinin ilginç özelliklerinden biri de müstehcenlik…
– Enstrümantal müzik yaptığımız için böyle bir sorunumuz yok. Çünkü müstehcenlik yoğun şekilde sözlerde yer alıyor. Buna karşın istediğimiz unsurları kullanmakta serbestiz.

Muhafazakarlar korsanlık örneklerinden hoşlanmadı

Barok Korsanları albümünde, ünlü bestecilerin birbirinden çaldıkları müzikleri sergilemiştiniz. Dinleyiciden ne gibi tepkiler aldınız?
– İki temayı bir arada işlemiştik. Karayip Korsanları temasıyla birlikte, çalıntı müzik olayını göndeme getirdik. Çoğunluk sevdi. Basından çok iyi eleştiriler aldık. Konserler çok eğlenceli geçti. Başarılı bir proje oldu. Fakat küçük, tutucu bir azınlık hiç sevmedi, tepki gösterdi…
İstanbul konserinde de bu korsanlık örneklerinden seslendirecek misiniz?
– Evet birkaç eser yer alacak…
Türkiye’de daha önce konser vermiş miydiniz, Doğu’daki erken çağ müziği ilginizi çekiyor mu?
– 1999’da Bursa olduğunu tahmin ettiğim bir şehirde konser vermiştik. 2006’da Ankara’da konser verdik. Fakat Osmanlı müziği hakkında herhangi bir bilgi edinemedik…
İstanbul konserinizin programı nasıl oluşturuldu?
– Farklı albümlerimizde yer alan eserlerden bir seçki oluşturmamız istendi. Bu seçkiye rahat anlaşılır bir isim seçmemiz talep edildi. Biz de “Red Hot Baroque” ismini seçtik. Retrospektif diyebileceğim bir repertuvar hazırladık. Konserin ikinci yarısını Vivaldi’nin “Mevsimler”ine ayırdık. En çok bilinen, en çok sevilen konçerto serisi. Biz de çalmaktan büyük zevk alıyoruz ve farklı bir yaklaşımla sunuyoruz. İlk bölümde ise Telemann’ın Doğu temaları taşıyan “Çingene Sonatı”nı seslendireceğiz. Ayrıca Bach’ın Tocatta ve Füg’ünü kendi düzenlememizle sunacağız. Albinoni, Handel, Leclair, Giazotto’dan da birer eser yer alacak.
(Serhan Yedig / Aralık 2013 / Müzik Söyleşileri)

Share.

Leave A Reply

five − three =

error: Content is protected !!