Tedi Papavrami / Arnavutluk’tan Paris Konservatuvarı’na girmek astronot olmak kadar nadir bir olaydı

0

Tedi Papavrami’nin 1982’de, 12 yaşında bir kemancıyken bursla Paris Konservatuvarı’na çağrılması Arnavutluk’ta hayretle karşılanmıştı. “Çünkü aya astronot gönderilmesi kadar nadir bir olaydı” diye anlatıyor gülerek. Usta kemancı aradan geçen zamanda sadece Arnavutlar’ı değil tüm kültür dünyasını şaşırtan işler yaptı. Mesela Bach’ın tüm solo keman eserlerini bir akşamda çaldı, İsmail Kadare’nin romanını Fransızca’ya çevirip yazarın Nobel adayları arasına girmesini sağladı, iki yıl önce kendisini TV’de seyredip beğenen Catherine Deneuve’le “Tehlikeli İlişkiler”de rol aldı. Papavrami’yle üç kulvardaki koşusunu konuştuk.

 

Catherine Deneuve ve Nastassia Kinski’yle “Tehlikeli İlişkiler”de oynadıktan sonra kulis kapısında imza isteyen genç kızların sayısında patlama oldu mu? Film konser tekliflerini artırdı mı?
– Oyunculuk müzikçi için alışılmadık iş, harika bir tecrübe. Bunun dışında film hayatımı hiç etkilemedi. İltifat kabul edilebilir mi bilmiyorum ama, birçok kişi filmdeki rolde beni tanıyamadığını söyledi. Filmden şunu öğrendim: Bir konuda başarılı olmak için her zaman uzun hazırlık yapmak gerekmiyor. Geçenlerde Fransız-Arnavutluk yapımı bir filmde başrol oynadım. Uzun yıllar sürgünde kaldıktan sonra ülkesine dönen bir ressamı canlandırdım.
Sinemaya geçişiniz nasıl oldu?
– Tehlikeli İlişkiler’in yeni bir uyarlaması çekilecekti. Başrollerinde Deneuve’ün yanı sıra Kinski ve Rupert Everett oynayacaktı. Teklif üzerine görüşmeye gittim, deneme filmi çekildi. Ardından Deneuve’le görüştüm. Televizyonda izlediğini, beğendiğini, yapımcıya teklif ettiğini söyledi.
Kadare çeviriniz bu alandaki ilk çalışmanız mıydı?
– Evet, ilk çevirimdi. Kadare’nin kitaplarını okurum yıllardır. Aynı zamanda ailemin dostudur. Fransızca çevirmeni yaşlanmış, artık çeviri yapmak istemiyormuş. Kadare yeni çevirmen bulmak için ailemden yardım istemiş. Rastlantı bu ya ben de Arnavutluk’a tatile gitmiştim. Evde yeni romanını gördüm. Deneme çevirisi yaptım. Kadare okudu, beğendiğini söyledi. Yayıncısına gönderdi. Yayıncı diğer adayların çevirileriyle karşılaştırdıktan sonra benimkini seçmiş. İlk çeviri 2002’de Fransa’da yayımlandı. Ardından daha uzun bir romanını çevirdim. Şimdi üçüncü kitap üzerinde çalışıyorum: Gençlik döneminde yazdığı şiirler. Ayrıca bir başka Arnavut yazar Max Velov’un romanını çevirmeyi düşünüyorum.
Edebiyat eleştirmenleri çeviriyi nasıl karşıladı; müzikçinin çeviri yapması garipsendi mi?
– Gazetelerde epeyce olumlu eleştiri çıktı. Zor olan okuyucuların durumuydu. Kadare’nin kitaplarını yıllarca aynı çevirmenden okuyup, diline alıştıktan sonra yeni romanlarını benim çevirimden okumaları gerekti. Yakın çevremdeki Kadare okuyucusu Fransızlar çevirimi beğendiklerini söyledi. Fransız televizyonunun en önemli kitap programına Bernard Pivot’nun konuğu olarak çağırıldım. Çeviri ve müzik çalışmalarımı tanıtan bir belgesel yayımlandı.
Müzik çalışmalarınız yeterince yoğun, film ve çeviriyi sürdürecek misiniz?
– Sadece ve çok fazla müzikle uğraşmak pek iyi değil… (Gülüyor) Konserden konsere koşan bir makine olmak istemiyorum. Farklı uğraşlar dünyamı zenginleştiriyor.

Romanları yarım kaldı

Dostoyevski, Çehov hayranı olduğunuzu söylüyorsunuz. Çevirinin dışında, kağıt ve kalemle aranız iyi mi?
– Okuldaki kompozisyon derslerinde hep sosyalizmin erdemleri, zaferi üzerine yazmamız istenirdi. Fransa’ya geldiğimde hayatta bunlar dışında yazacak şeyler de olduğunu keşfettim. Roman yazmayı yıllar önce birkaç kez denedim. Hepsi yarım kaldı. Çünkü başka yazarlara öykünüyordum. Üslup seçmekte zorlanıyordum. Edebiyata zaman ayırmak lazım. Güçlü bir öykünüz ve kendine özgü sesiniz olmalı. Yine de bazen müthiş yazma ihtiyacı hissediyorum.
Edebiyat mı, müzik mi hayatınıza önce girdi?
– Öykü dinlemeyi çok severdim. Dört yaşında okumayı söktüğüm gün öyle sevindim ki anlatamam. Artık kimseden kitap okumasını, bana öykü anlatmasını istemek zorunda değildim. Gece, gündüz kitap okurdum. Aynı yaşlarda kemana başladım. Okuma uğraşım müzikle birlikte devam etti. 12-13 yaşında Dostoyevski, Çehov okumaya başladım. Kundera’nın takipçisi oldum. Şimdilerde Philippe Sollers, Alain Robbe-Grillet gibi modern Fransız yazarlarını ilgiyle okuyorum. Tuhaftır, okurken klasik edebiyatı seviyorum. Yazarken modern, özgün anlatımdan yanayım. Tabii bu arada kemanı, yani gerçek mesleğimi unutmamam gerekiyor. (Gülüyor)
Sporla ilgileniyormuşsunuz. Aktif olarak spor yapıyor musunuz?
– Gün aşırı 12 kilometre koşarım. Cenevre çevresindeki dağlarda yürüyüş yaparım. Sporda müzik düşünürüm. Spor hayata rahat uyum sağlamayı sağlıyor.
Beş yaşında babanızın teşvikiyle keman çalmaya başladınız. Aklınız sokakta kalmaz mıydı; ağaçlara tırmanıp erik kemirmek varken ergonomik olmayan bir çalgıya vücudunuzu uydurmak, ses çıkarmaya çalışmak zor gelmez miydi?
– 12 yaşına kadar babamdan ders aldım. Oyun yerine keman çalışmak zor gelirdi. Yine de oyuna ayıracak zamanım vardı. Diğer çocuklar kadar olmasa da sokakta oynardım. Okul, dersler yarım gündü. Gerisi bana kalırdı. Tüm zorluklarına karşın çocukluktan geriye çok güzel hatıralar kaldı.
Hangi yaşta kendi arzunuzla çalışmaya başladınız?
– 12 yaşında konservatuvar eğitimi için Fransa’ya geldiğimde kararımı vermiştim. Heifetz’i, Milstein’ı dinlerken kemanın ne olduğunu anladım ve enstrümanımı çok sevmeye başladım.

Opera yapay bir sanat

İsteyen her öğrenci Arnavutluk’tan ayrılıp Batı’da eğitim görebiliyor muydu?
– Hayır. Bu hakkı elde etmek çok zordu. Paris Konservatuvarı’na başlamak için Tiran’dan ayrıldığımı bütün ülke duydu. Arnavutluk’un uzaya astronot göndermesi kadar nadir bir olaydı bu. (Kahkahalar)
Nasıl oldu bu iş?
– Fransız lutçu Alain Marion Arnavutluk’ta konserime gelmiş, beni çok beğenmiş. Fransa’ya döndüğünde çok uğraştı. Burs buldu, Fransız hükümetiyle görüşüp davet edilmemi sağladı. Tüm bu çabalara karşın, Arnavutluk hükümetinin izin vermek için iki yıl düşünmesi gerekti. Sonunda 1982’de Fransa’ya gittim.
Muhtemelen Rus ekolüyle yetiştirildiniz. Paris Konservatuvarı’nda zorlandınız mı?
– Başlangıçta teknik açıdan avantajlıydım. Çünkü çok çalışmıştım. Üslup konusunda ise o tarihe kadar düşünmemiştim. Babam beni özgür bırakmıştı. Paris Konservatuvarı’nda bu konuda zorlandım biraz. İstediğim öğretmeni bulamadım. Üç yıl sonra, kendi çabamla yolu bulmayı seçtim. Çok sevdiğim kemancıları dinleyip onlar kadar iyi çalmaya çalıştım. İşin sırrı buydu.
Adınızı kazandığınız yarışmalarla duyurdunuz. Ne zaman yarışmalara katılmaktan vazgeçtiniz?
– İki önemli yarışma kazandım. 14 yaşında İtalya’daki Rodolfo Lipitzer ilkiydi. 22 yaşında ikinci kez İspanya’daki Sarasate yarışmasına girdim. Atmosferinden hiç hoşlanmadım ve yarışmaya girmekten vazgeçtim. Kaybetmek hiç hoş bir şey değil, üstelik kaybettiğini bildiğin halde hiçbir şey olmamış gibi çalmaya devam etmen gerekiyor.
Opera ya da senfonik müzikle karşılaştırıldığında oda müziğinin dinleyici sayısı çok kısıtlı. Üstelik gittikçe azalıyor. İyi bir konçerto yorumcusu olarak bilinirken neden oda müziğine yöneldiniz?

– Besteciler en güzel eserlerini oda müziği alanında vermiş. Bu eserlerle çok daha derin duygulara hitap eden müzik yapmak mümkün. Ayrıca ikili, üçlüler iletişimin çok yoğun yaşandığı, paylaşımın ortaya çıktığı bir alan. Ne yazık ki orkestra müziğinde buna zaman yok. Solist esere çalışıp gelir. Orkestrayla bir ya da iki prova yapar. Konsere çıkarlar. Müzik yapma arzusu yeterince tatmin olmaz. Oda müziğinde ise evrensel değerlere ulaşabilen iletişim kurmak mümkündür. Opera ise bence biraz yapay. Sözlü müziği pek sevmem. Müzik çok soyut bir sanattır çünkü.
Konçerto repertuvarınızda kaç eser var, gelecekte hangi bestecilerin eserleri üzerinde yoğunlaşmayı düşünürsünüz?
– Yaklaşık 25 konçerto var repertuvarımda. Bu eserlerde, birçok büyük yorumcudan sonra bile hâlâ söyleyecek sözüm var. Dinlemeyi en sevdiğim eserler olmasalar bile çalarken farklı duygular yaşıyorum. Mesela Bruch konçertosunu dinlerken kitch olduğunu düşünebilirsiniz. Çalmak, bu esere, yapılan işe inanmak, bu inancı ortaya çıkarmak başlı başına bir çaba gerektiriyor. Gelecekte Alban Berg’in konçertosunu, Bartok’un 2. Keman Konçertosu’nu, Beethoven’leri çalmak istiyorum. İngiliz besteci McRay’in 4 yıl önce yazdığı keman konçertosunu seslendireceğim.

Sahnede tek başına 140 dakika

Bach’ın tüm solo keman eserlerini bir akşamda çaldınız. Gerçekten büyük cesaret. 140 dakikalık bu dev repertuvarı ilk kez sahnede seslendirirken neler yaşadığınızı çok merak ediyorum. Yarısına geldiğinizde, keşke yapmasaydım, diye düşündünüz mü?
– Çok zor olmadı. Önce, hepsini bir akşamda çalamayacağımı düşündüm. İki akşamda çaldım. Baktım ki hepsi birden çalınabilir. Dinleyicilerin sıkılabileceği endişesini taşıyordum. İstek gelince çaldım.
Eserleri öğrencilik yıllarında öğrenmiş olmalısınız. Ama 140 dakikalık solo konsere hazırlanmak başlıbaşına zorlu bir iş olmalı. Herhalde kondüsyon için her gün 20 kilometre koşmuşsunuzdur…
– Koşu programımı değiştirmedim… Fiziksel açıdan başarabileceğimi biliyordum. Arkadaşlarıma çalmıştım daha önce. Ama çalışırken, koşuda nefesini açmak gibi tempoyu yavaş yavaş yükseltmek gerekiyor. Toplam üç hafta, günde üçer saat çalıştım.
Türk müzikçilerle yakın dostluğunuzun olduğunu biliyoruz. İlk tanıştığınız kimdi?
– 14 yaşında, Paris Konservatuvarı’nda Ender Sakpınar’la tanıştım. Birlikte konser verdik, iyi dosttuk. Fakat en yakın dostum 1990’da Paris’te tanıştığım Hüseyin Sermet. Önce plaklarını dinledim. Olağanüstü bir müzikçi, hayran kaldım. Sonra tanıştık. İstanbul’da birlikte konserler verdik. Birbirine yakın kültürlerden geldiğimiz için çok yakın dost olduk. Sanıyorum Arnavut olduğum için Türkiye’de hep sevgiyle karşılanıyorum.
(Serhan Yedig / 23 Eylül 2005 / Hürriyet)

Linkler

Biyografisi

Kişisel web sayfası

Facebook hesabı

Share.

Leave A Reply

10 + fourteen =

error: Content is protected !!