Toros Can / Evle iş arasındaki günlük yolculuğumda bile hergün farklı rota seçerim

0

Çağdaş müzik yorumlarıyla tanınan Toros Can, 2000’den bu yana Fransa’da yayımlanan dört CD’siyle ikisi altın Diapason olmak üzere toplam 13 ödül aldı. Ligeti, Hindemith’ten sonra piyaniste haykırmak, tellere vurmak, tellerin arasına şişe ve zincir koymak gibi görevler yükleyen Crumb’ın eserlerini kaydetti. Geçen yıl dinleyicilerini şaşırtıp, müzik tarihinde 300 yıl geriye döndü. Purcell yorumlarıyla karşımıza çıktı. “Londra’daki öğrencilik günlerimde Purcell ve Cage’in müziği tuhaf bir şekilde birbiriyle örtüştü” diyen Can, yakında piyasaya çıkacak CD’sinde ise Cage’in eserlerini seslendirdi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Konservatuvarı’nda bir yandan genç müzikçiler yetiştirirken diğer yandan Avrupa’da iddialı konserler veriyor. Can “Birikimimi Türk müzikseverlerle paylaşmak için çabalıyorum. Fakat İDSO ve özel kurumlar hariç tüm senfoni orkestraları beni ısrarla görmezden geliyor” diyor.

 

Daha iyi çalışma imkanları elde etmek, dünyanın önde gelen virtüözlerini dinleyip beslenebilmek, konser organizatörlerinin gözünün önünde olmak için müzikçiler genellikle İstanbul’u tercih ediyor. Neredeyse Ankara bile müziğin taşrası kabul ediliyor. Oysa siz Amerika’dan gelip, Eskişehir’de yaşamayı seçtiniz. Sonuçtan memnun musunuz?

– Eşimle ABD’de yaşarken yaz tatillerinde çoğunlukla arkadaşlarımızı görmek için Eskişehir’e gelirdik. Anadolu Üniversitesi’ndeki koşulları biliyorduk. Altı yıl önce, ABD’den Eskişehir’e yerleşme, Anadolu Üniversitesi’nde çalışma kararıyla döndük. Üniversitenin genç bir kadrosu var, çalışma ortamı diğerlerine oranla çok daha huzurlu. Akademisyenlere, bütçe elverdiğince, büyük imkanlar sunuluyor. Konser için ayrılmam gerektiğinde çok anlayışlı davranılıyor. Her yaştan çok sayıda öğrencim var. Yurtdışında aldığım eğitimi gençlere aktarabiliyorum, bu arada solistliğim engellenmiyor. Gerektiğinde kapımı kapatıp çalışabiliyorum. İstanbul’da hayat sürekli koşuşturmakla geçiyor. Orada yaşasam bu fırsata sahip olamazdım, kendimi bu kadar geliştiremezdim. Eskişehir’de yaşamanın tek dezavantajı Türkiye’ye gelen önemli virtüözlerin konserini izlemekte zorlanmam. İstanbul ya da Ankara’ya gitmem gerekiyor. İlginçtir, yaşadığım Eskişehir ya da yanıbaşımdaki Ankara dururken konser teklifleri çoğunlukla uzaklardaki İstanbul’dan geliyor. İDSO ile altı yılda üç konser verdim. Özel orkestralarla konserler verdim. Buna karşın İzmir Senfoni ve yakınımdaki CSO’yla sadece birer konser verebildim. Bursa’da ders verdiğim halde, orkestrayla hiç çalmadım. En tuhafı, Eskişehir’deki orkestralarla bugüne kadar toplam üç konser verebilmiş olmam. Oysa yaşadığım kente müziğimi sunmak benim yurttaşlık görevim. Herhangi bir ücret bile talep etmeden çalmaya hazırım. Bu çok acı bir durum. Her şey kişisel ilişkilerle yürüyor. Yurtdışındayken Türkiye’den daha çok konser teklifi alırdım. Döndüm, konserler azaldı. Bazen düşünüyorum, tekrar yurtdışına mı gitmek lazım konser organizatörlerinin beni hatırlaması için?

İnternet ve kişisel web sayfanızın dünyayla bağlantı kurmanızda yardımı oluyor mu?

– Dünyayı internetten izliyorum. CD siparişi veriyorum. Okul kitaplığına konser DVD’leri getirtebiliyoruz. Web sayfama Avrupalı dinleyicilerden çok sayıda mesaj geliyor. Özellikle son Purcell kaydından sonra çok mesaj aldım. Konser teklifleri geliyor, örneğin önümüzdeki aylarda Fransa’da vereceğim dört konserin teklifi web sayfası üzerinden ulaştı.

Barok seven bilgisayarcı

1990’lardan bu yana Yılmaz Büyükerşen ve Zeytinoğlu Ailesi, Eskişehir’de klasik müziği yaygınlaştırmak için büyük çaba gösteriyor. Bu çabanın sonuçları sokağa, günlük hayata yansıdı mı, Eskişehirli bu çabaya sahip çıktı mı, yoksa taşıma suyla dönen bir değirmen mi sözkonusu?

– Anadolu Üniversitesi’nde başlatılan sanat hareketi kampusun sınırlarını aşıp şehre yayıldı. Eskişehir, Türkiye’de iki opera salonuna sahip tek şehir. İki senfoni orkestrası, haftada birer konser veriyor. Festival, konserler düzenleniyor. Ünlü isimler geliyor. Geçenlerde bilgisayar ürünleri satan bir mağazaya gittim. Barok eserler çalıyordu. Rastlantı olup olmadığını sordum. Dükkan sahibi “Sinirlerime iyi geliyor ağabey, hep klasik dinlerim” dedi. Eskişehirli’nin bu çabayı sahiplenmeye başladığı kanısındayım.

Genç solistler çoğunlukla yolun başında başkaldırı duygusayla çağdaş müziğe yönelir, ardından genel eğilimin doğrultusunda repertuvarını Klasik Çağ, Romantik Çağ eserlerinden oluşturur. Siz bu konudaki kararlılığınızı sürdürüyorsunuz. Tercihinizin, modern müzik misyonerliğinizin avantajları, dezavantajları neler?

– Modern müziğe yönelimim başkaldırı duygusunun sonucu değildi. Ankara Konservatuvarı’nda modern müzik pek sevilmezdi. Sınavlarda çağdaş müzik olarak seslendirmemiz istenen eserlerin en yenisi Ravel’in besteleriydi. Çağdaş bestecilerin notaları bulunamazdı. Yine de Schönberg’in üç piyano parçasından bir bölümünün notalarını kendi çabalarımla bulmuş, bir sınavda seslendirmiştim. Pek hoş karşılanmamıştı. Sadece Kamuran Gündemir öğrencilerine Webern, Berg’in eserlerini çaldırırdı. İngiltere’de Kraliyet Müzik Akademisi’nde okurken, Orleans Yarışması’na girmeye karar verdim. Zorunlu repertuvarı hazırlarken gerçek anlamda modern müzikle tanıştım. Kitaplığa gidip çağdaş eserleri inceledim. Ligeti’nin piyano eserlerini, Crumb’ın Black Angels’ını keşfettiğimde eşekten düşmüşe döndüm. 28 yaşındaydım. Ardından diğer bestecileri keşfettim. Konserlerimde bu eserleri seslendirdikçe, dinleyicilerden olumlu tepki aldıkça mutlu oldum. Anlamıyoruz, diyenlere Mozart müziğinden ne anladıklarını soruyorum. Müziği anlamak zorunda olmadıklarını, hissetmek gerektiğini anlatıyorum. Misyonerlik amacıyla yola çıkmadım. Sevdiğim eserleri seslendirdim sadece. Kendime böyle bir rol biçmediğim halde, çabama dışarıdan bakıldığında misyonerlik olarak nitelenebilir.

İdil Biret’in telefondaki ilk sorusu

Çağdaş müzikte uzlaşmak isteyen solistin ne gibi bedeller ödemesi gerekiyor?

Fotoğraf: Mehmet Çağlarer

– Öncelikle, modern eserleri konsere hazırlamak zor. Ankara Konservatuvarı’ndaki yetişme yıllarımda bu konuda yeterli eğitim almadığım için çok çalışmam gerekiyor. Çağdaş bir esere harcamam gereken zaman, romantik ya da klasik dönemden bir eser için gerekenin üç katı. Ligeti’nin etüdlerini hazırlarken kendimi öyle zorlamıştım ki, bir ara yüzümün sağ tarafı felç oldu. Albüm yayımlandıktan sonra İdil Biret‘e gönderdim. Daha sonra fikrini almak için telefonla aradım. Büyük bir tevazuyla, ilk sorusu şuydu: “Kuzum, siz bu eserleri nasıl çıkarttınız?” Ardından 14’üncü etüd için bir aydır uğraştığını anlattı, benim ne kadar zamanda hazırladığımı sordu. “Bir yıldır uğraşıyorum” diye cevap verdim. Şu anda Fransa’da çok tanınan çağdaş besteci Jacques Lenot’un eserleriyle boğuşuyorum.

Adınızın çağdaş repertuvarla özdeşleşmesi, en azından Türkiye’deki konser organizatörlerini korkutmuyor mu?

– Sadece çağdaş müzik çalmam gerekmiyor. Klasik ya da romantik dönemin eserlerine de yerveriyorum repertuvarımda. Onları dinlemeye gelene bir de çağdaş müzik örneği sunuyorum. Hem onlar modern müzikle tanışıyor, hem de modern müzik dinleyicisi bu alandaki bir yorumcunun Beethoven müziğine yaklaşımını görüyor. Repertuvarım, özellikle yurtdışında tercih edimemi sağlıyor: Crumb’ın tüm etüdlerini sunmak isteyen festival yöneticisi, yayımlanan albümleri araştırıyor, web sayfamdan bana ulaşıyor ve konser teklifi getiriyor. Türkiye’de de repertuvar tercihi konusunda sorun yaşamıyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde vereceğim bir konserde Crumb’ın makrocozmoz dizisini çalmayı önermiştim. Bir saatlik bu repertuvarın dinleyiciye ağır geleceği söylendi önce. Dini özellikler taşıyan bu eseri, Noel zamanı, Albert Long Hall gibi bir salonda çalamazsam ne zaman ve nerede çalabilirim ki, diye sorunca bana hak verdiler. Güzel bir konser oldu.

Döve döve Ligeti

Modern müzikte Cage’le başlayıp, Ligeti, Hindemith, Crumb’a uzanan yolculukta bestecileri, repertuvarı nasıl seçtiniz, albümlerinizi yayımlayan L’Empreinte Digitale’in bu seçimde herhangi bir payı var mı?

– Plak repertuvarlarını firma temsilcileriyle birlikte kararlaştırıyoruz. CD’nin satışını garantiye almak için önceliklerimiz belli: Geçmişte seslendirilmemiş ya da çok az seslendirilmiş eser bulmak, tercihen albümü tek bestecinin eserlerinden oluşturmak. Besteciye karar verdikten sonra repertuvar seçimini çoğunlukla bana bırakıyorlar. Ligeti, plak firmasının teklifiydi. Önce reddettim. Tekniğimin o kadar iyi olmadığını söylemem de fayda etmedi, ısrar ettiler. Onlar kazandı.

Anladığım kadarıyla bu repertuvarı size döve döve çaldırmışlar… Üstelik Ligeti o zaman hayattaydı. Bir röportajında, eserlerinin yorumlarıyla yakından ilgilendiğini anlatıp “Bari ben hayattayden doğru düzgün çalsınlar” demiş. Sanırım eli sopalıymış, 1960’larda tartıştığı bir şairi evire çevire dövdüğünü okumuştum. “Sonra çok pişman oldum” dese de tehlikeli bir besteci. Aynı akıbetle karşılaşmaktan korkmadınız mı? Şaka bir yana, Fransa’da ödüle boğulan CD’nizi Ligeti nasıl buldu?

– Eserlere çalışırken gerçekten dayak yemişe döndüm. Saatlerce çalışıyor, bir arpa boyu yol gidemiyordum. Başlangıç çok zor, sonrası kolaydı. Eserleri çok sevdim. Besteciyle tanışmadık ne yazık ki. Çok ters bir insan olduğunu duydum. Bir piyanist nezaket gösterip besteciyi resitaline davet etmiş. Provada yorumu hiç beğenmediğini, değiştirmesi gerektiğini söylemiş. Ardından da  “Hayır olmuyor, size eserlerimi çalmayı yasaklıyorum ” demiş. CD’mi besteciye gönderdiler. Gelen haberlere bakılırsa beğenmişti…

Peki Hindemith, Crumb ve Cage albümleri nasıl ortaya çıktı?

– Yıllar önce Hindemith’in bir eserini seslendirmiştim. Müziği hakkında genel hatlarıyla fikrim vardı. Repertuvar seçmeye çalışırken farklı bir yüzünü keşfettim: İlk bakışta çok katı, kuralcı, köşeli, karamsar, boğucu gibi görünür. Oysa muzip bir bestecidir, sezdirmeden nanik yapar dinleyicisine. Bu yönünü keşfettikten sonra rahatladım. Önerdiğim repertuvar plak firmasınca kabul edildi, kaydettik. Crumb’ın makrokosmoz dizisini merak edip incelemiş, repertuvarıma almıştım. Firmaya önerdim, piyasayı araştırdıktan sonra kabul ettiler. Yeni yayımlanacak albüme gelince. Cage’i, 1992’de Londra Kraliyet Müzik Akademisi’nin salonunda kaydetmiştim. Önerdim, yayımladılar.

Bilardo izledim, Purcell dinledim

Çağdaş repertuvarda ilerlerken birden bire keskin bir dönüş yaptınız. Üstelik romantik, klasik dönemleri atlayıp, son albümünüzde Barok Çağ’dan bir bestecinin eserlerini seslendirdiniz. Purcell’la yolunuz nasıl kesişti?

Fotoğraf: Pino Montisci

– Yeni yayımlanacak Cage albümüyle bağlantılı ilginç bir öyküsü var Purcell’in. Londra’ya ilk gittiğim yıllarda son derece yalnızdım. Tek arkadaşım Özgür Aydın’dı. Kaldığım küçük odada geceleri TV’den bilardo karşılaşmalarını seyreder, Purcell’in eserlerini dinlerdim. Bu dönemde okulda John Cage’in hazırlanmış piyano sonatlarını çalışıyordum. Okulun müdürü duymuş, madem Cage çalışıyorsun, bunları okul stüdyosunda kaydeder misin, diye sordu. Üç günde kaydettim. Bu arada odamda geceler boyunca Purcell’in operalarını, klavsen eserlerini dinliyordum. Aradan yıllar geçti. Plak firmasıyla yeni projeler üstüne konuşuyorduk. Cage kayıtlarından bahsettim, yayımlamayı kabul ettiler. Peki başka ne kaydedebiliriz, diye sordular. Şaşırtacak bir teklifim olduğunu söyleyip, Londra günlerini anlattım. Birbirinden çok farklı iki bestecinin benim dünyamda nasıl birbirini tamamladığını anlattım. Önerdiğim repertuvar daha önce piyanoyla hiç kaydedilmemişti. Kabul ettiler.

Son yıllarda dünya otantik yorumlara yöneldi. Purcell’i neden dönem enstrümanıyla yorumlamayı denemediniz? Piyanoda otantik tınıları, dönemin solistlik tekniğini yakalama konusunda bir çabanız oldu mu?

– Barok müziği hep dönem otantik enstrümanlar ve yorumlardan dinlemeyi tercih ettim. Ama ben forte piyanist ya da harpsikordçu değilim. Paris’te bir kilisede yapacağımız albüm kaydında 20.yy yapımı Fazioli kullanmam önerilince çok sevindim. Çünkü bence şu anda dünyanın en iyi piyanosu. Yıllar önce Avrupa’nın en eski piyano festivali La Roque d’Antheron’a konsere davet edildiğimde, bir salona sokup, piyano beğenmemi istemişlerdi. Dünyada o sırada üç adet bulunan dört pedallı Steinway bile vardı. İlk kez rastladığım Fatzioli’yi deneyerek seçmiş, sesinden çok etkilenmiştim. Tek sorunu bebek kadar narin olması, sürekli akord gerektirmesi. Purcell kaydına girerken teknik üzerine derinlemesine düşündüm: Harpsikordta elde edilen sesler sınırlıdır. Bu nedenle çift ses elde etmek istediğinizde, polifonik izlenimi yaratacak şekilde sesi tril ile süslersiniz, staccato, leggato kullanıp artikülasyonunu değiştirirsiniz. Diğer yöntem zamanlama üstüne çalışmaktır. Yani bir sesi önce basarsınız, fazla duyulmasını istediğinizi sonra basarsınız. Günümüz piyanosunda eseri çalıyorsanız bu kadar uğraşmak gerekmez. Seslerden birine forte basarsanız istediğiniz şekilde duyulur. Fakat Purcell çağının stiline aykırı davranmış olursunuz. Çünkü, o dönemde enstrümanın teknik yetersizliği nedeniyle geliştirilen zamanla oynama, süsleme yapma tekniği zamanla stil haline dönüşmüştür. Ben de yorumda dönem stili doğrultusunda iki sesi birlikte basmadan, dönem süslemelerini, zamanla oynama yöntemlerini kullandım. Pedalleri, gerektiğinde, stilden ödün vermeden uyguladım. Otantik yorumu çok sevenlerin kulağına yabancı gelmeyecek şekildi, piyanonun olanaklarını kullanarak farklı sonuçlar çıkarmayı denedim.

Sıkıysa siz de Ligeti çalın!

Purcell CD’nizin, Tünel’deki Lale Plak’ta birkaç ayda 200 adet satıldığını duydum. Mağaza sahibi de bu işe çok şaşırmış. Dünyada ilgi ne düzeyde, bu albüm de ödül getirecek mi size?

– Web sitesine olumlu mesajlar geliyor. Plak firmasından bir ödül aldığını bildirdiler. Diğer albümlerimin ödül alması onlarda bir alışkanlık yaratmış olmalı ki, zahmet edip ne ödülü aldığını yazmamışlar, ben de sormadım.

Modern repertuvar seslendiren piyanistlerin müzik tarihinde geriye doğru yürümeye karar verdiklerinde çoğunlukla Barok Çağ’a sıçramayı tercih ettikleri söylenir. Barok müziği çağdaş müziğe diğer dönemlerden daha fazla yakın kılan nedir?

– Barok Çağ’ın müziği birçok açıdan, modern müziğe Romantik Çağ ve Klasik Çağ’dan daha yakın. Örneğin Monteverdi’de disonans’ın çözümsüz bırakılması modern bir görüştür. Romantik müzik çözüm getirir mutlaka, bu şekilde bırakmaz. Modern müzikte de aynı anlayışı görürüz. Bu tür nedenlerden çağdaş repertuvara sahip piyanistler kendilerini barokta daha rahat hisseder.

Romantik ve Klasik Çağ repertuvarını tercih eden piyanistler, modern repertuvar seslendirenlerin kahramanca tavırlarına kızdıklarında “Sıkıysa gel Mozart çal, görelim” tavrına bürünür. Fazıl Say , Uçak Notları’nda çalışmalarınızı yürekten tebrik ediyor, övüyor. Sonra “Bach, Scarlatti, Haydn, Chopin yorumlarını da duymak isterim” diyor. Ben açıkça sorayım: Mozart’ta da iddialı mısınız?

– Bach, Chopin, Mozart’sız bir hayat düşünemiyorum. Chopin’le Boulez’in ya da Mozart’la Stockhousen’in dinleyicide oluşturduğu duygu farklıdır, birbirinin yerini tutmaz. Beethoven’in ilk piyano sonatlarıyla son sonatları arasında da büyük fark vardır. Dinleyicide uyandırdığı duygu da aynı şekilde. Ben modern müzikte bu duyguları keşfetmeye çalışıyorum. Umarım Mozart ya da Chopin sevenler de bu konuda çaba gösteriyordur. Seçici bir yaklaşımla Klasik Çağ, Romantik Çağ repertuvarını da seslendiriyorum. Örneğin mayıs ayında Boğaziçi Üniversitesi’ndeki konserde Purcell, Beethoven, Brahms’ın eserlerini seslendireceğim. Geçen yıl İstanbul Festivali’nde Mozart’ın tüm piyano sonatlarını seslendiren 6 müzikçiden biriydim. Beğenmeyen varsa, bu onların bakışıdır. Ben de “Sıkıyse gelin Ligeti, Crumb çalın” derim. Ayrıca modern repertuvarda uzmanlaşanın Mozart’ta iddialı olmaması, Mozart’ta alkışlan piyanistin Crumb çalamaması bir ayıp değildir. Emre Elivar’dan Chopin, Özgür Aydın’dan Beethoven dinlemek bir ömre bedeldir. Tüm çağların repertuvarını kucaklayan nadirdir, bu açıdan İdil Biret bir fenomendir.

Kabul ediyorum, bu konu en büyük eksiğim

Türk bestecilerini bugüne kadar sizden duyamadık. Neden? Eğer seslendirmeye karar verirseniz kronolojik olarak baştan mı başlayacaksınız, sondan mı?

– Bu konu benim en büyük eksiğim, en zayıf noktam. Türk bestecilerini seslendirmek görevim. Suçumu kabul ediyorum. Mazeret bulmak istemiyorum ama 10 yıl yurtdışında yaşamamın bunda büyük etkisi oldu. Türk bestecilerini tanıyacak zaman, fırsat bulamadım. Konservatuvardaki hocam da uzun zaman yurtdışında kalmıştı, bu konudaki bilgisi sınırlıydı. Türk bestecilerinin eserlerini özümsemek, bu konuda iddialı konuma gelmek zaman alacak. Korkarım bu kulvara girmek için geç kaldım. Çok iddialı olmasa da yakın gelecekte bu alana yönelmeyi düşünüyorum. Tabii ki Türk Beşleri’yle, özellikle Adnan Saygun’la başlamak gerekecek. Yine de önceliğim seslendirilmeyi bekleyen yeni eserler, günümüz bestecileri olacak.

Oda müziği repertuvarı, piyano ikilileri ilginizi çekiyor mu, bu konuda çalışmanız var mı?

– İkili çalışmada karşıdakini çok zorlayacak kadar müşkülpesentim. Bu nedenle arzu ettiğim kadar oda müziği repertuvarıyla ilgilenemedim, bu kulvarda koşmuyorum. Amerika’da çok uyuştuğum bir arkadaşım vardı, birlikte konserler verdik, sonuçtan ikimiz de mutlu olduk. Ama Türkiye’de aynı fırsatı bulamadım. Kemancı Cihat Aşkın bu konuda büyük çaba gösterir. Eskişehir’e geldiğinde, birkaç kez ricası üzerine keman ve piyano ikilileri seslendirdik. Hiç unutmuyorum, gece saat 11.00’de evimizde, prova bile yapmadan Franck’ın sonatını çalmıştık. Ertesi gün konservatuvarda eşim Serra’ya rastlamış. Bir de onunla çalmışlar. Ardından birlikte resital verdiler. Ama biz birlikte konser vermedik. Piyano ikilileri ilgimi çekiyor. Hüseyin Sermet ‘le İş Sanat’ta, altı piyanistle İstanbul Müzik Festivali’nde yaptığımız projelerden çok mutlu olmuştum. Bu tür çalışmaları sürdüreceğim.

Elektronik müzik çağdaş müziğin içinde önemli bir yer tutuyor, ilgileniyor musunuz?

– Elektronik tuşlu çalgılar bana klavsen kadar uzak. Uzmanlık alanım değil. Elekronik müzik çoğunlukla yorumcuyu ortadan kaldırır. Yaratıcının doğrudan dinleyiciye ulaşmasını hedefler. Piyanomun başına oturduğum sürece, elektronik ortama girmekten çekinmem. Davidowski’nin Pulitzer Ödülü kazanan “Syphonism” adlı eserini seslendirdim. Elektronik ve akustiğin bir araya geldiği çalışmalar bana çekici geliyor. Zevk alıyorum. Kraliyet Müzik Akademisi’nde okurken, York Höller’in midi piyano, elektronikler, büyük orkestra için konçerto formundaki “Promise” adlı eserini seslendirmiştim. Bu tür çalışmaları sürdürmek istiyorum.

Fransa’da yılda 500 CD satınca “süper” diyorlar

L’Empreinte Digitale’in solistleri arasına nasıl girdiniz, albümleriniz birbiri ardına ödül kazanıyor ama satışları nasıl, Fransız firmalarıyla çalışmanın en büyük sorunu İngiltere ve Amerika’da görmezden gelinmektir, bu sorunu aşmak için herhangi bir çabanız var mı?

– Orleans yarışmasında birinciliği kazanan kişiye, bir Fransız firmasından CD kaydetme hakkı sunulmuştu. Önerilen firmayla görüştüm, kayıt, telif, dağıtım koşullarını beğenmeyince reddettim. Bunun üzerine Empreinte Digitale’i önerdiler. Beş plaklık bir anlaşma yaptık. Harmonia Mundi  dünya dağıtımını üstlenmişti, şimdi Nocturne yürütüyor. Firma temsilcileriyle sohbetlerimden öğrendiğim kadarıyla, ED kurulduğunda bir albümün Fransa’da yılda en az 500 adet satmasını hedeflemişler. Birkaç yıllık tecrübeden sonra, yılda 500 adet satılmasının büyük başarı olduğunu düşünmeye başlamışlar. Boulez’in 1994’teki çok nadir bir kaydını yayımlamışlardı. Tüm dünyada ancak 3 bin adet satılmış, çok üzülmüşler. Albümlerimin aylık satışlarıyla ilgili düzenli rapor gönderirler. Ortalama herbiri bugüne kadar 7-8 bin adet satılmış.

İngiltere, ABD pazarını gözönüne alıp, beş albümden sonra firma değiştirmeyi düşünüyor musunuz?

– Şu anda düşünmüyorum. Ama fırsat çıkarsa değerlendiririm. Londra’ya gittiğimde HMV’de albümlerime bakmıştım. Hepsinin geldiğini ve tükendiğini, dağıtımcı ithal etmediği için raflarda bulunmadığını söylediler. Sorunu firmaya aktardım, dağıtımcı problemini çözmek için çalıştıklarını anlattılar. CD’lerim olmasa da yorumlarım arada bir duyuluyor. Örneğin geçenlerde Cem Mansur, BBC Radyosu’nda bir yorumumu dinlediğini söyledi, hocam Peter Frank geçenlerde “Şu anda radyoda Ligeti etüdlerini dinliyorum” diye mesaj gönderdi. Fısıltı düzeyinde de olsa sesim İngiltere’de duyuluyor.

Eskişehir’deki misyoner faaliyetleri

Yale Üniversitesi’nde kompozisyon ve şeflik dersleri aldınız. Çekmecede biriken besteleriniz var mı, yan gözle de olsa şef sehpasına bakıyor musunuz, gelecekte çıkmak için?

– Müziği analiz edebilmek, orkestra ve şefle uyumlu çalışabilmek amacıyla şeflik ve kompozisyon dersleri aldım. Şef sehpasında Stravinski’nin Bahar Ayini’ni bile yönettim. Ama şeflik ve bestecilik konusunda yeteneğimin olmadığını söyleyebilirim. Bu konuda hırsım, çabam yok.

Eğitimci olarak çocukları, gençleri izliyorsunuz. Okul çağındaki çocuklara, gençlere müziği sevdirmek, klasik müziği en azından tanıtmak amacıyla klasik müzikçiler, devletin orkestralarında istihdam ettiği maaşlı elemanlar ne yapabilir, ne yapmalı?

– Eskişehir’de bu konuda iki örnek uygulama var: Eğitim Gönüllüleri Vakfı, her hafta okullardan konserlere öğrenci getiriyor. Konservatuvarımızdan bir yaylı çalgılar dörtlüsü de okulları gezip, enstrümanları tanıtıp, çocuklarda merak uyandırmaya çalışıyor, küçük dinletiler yapıyor sınıflarda. Yeteneklileri konservatuvara yönlendiriyor. Çocukların ilgisini çekebilmek amacıyla her türlü popüler öge kullanılabilir. Orkestralar programlarına çocuklara yönelik eserlere yerverebilir. Klasikçiler bu faaliyeti yürütmek, yarının dinleyecilerini hazırlamak zorunda, çünkü kendi yarınları tehlikede.

Besteciler ve yorumcular açısından klasik müziğin yarınından umutlu musunuz?

– Ciddi bir kriz var, hepimiz kurtuluş yolunu arıyoruz. Geçenlerde müzik tarihi dersinde bu konu gündeme geldi. II Dünya Savaşı sonrası Amerikan kültürü Avrupa’ya yerleşince, popüler müzik türleri arasındaki farklar azaldı. Caz diğer türleri kucakladı. Popüler müzik türleri birbiriyle birleşip güçlü bir cephe oluşturdu. Klasik müziğe nefes alacak alan kalmadı. Türkiye’de bugün aynı programda MFÖ, Erol Evgin, İbrahim Tatlıses, Bülent Ortaçgil birbiri ardına çalınabiliyor. Yadırganmıyor. Tatlıses’teki darbukayı, MFÖ’de görebiliyoruz. Şimdi köşeye sıkışan Klasik Batı Müziği’nin de ittifaklar kurması gerekiyor. Ama crossover denilen, başlıbaşına intihar olan yöntemlerle değil. Farklı çözümler geliştirilmeli. Çıkış yolunu bulmak çok zor, çünkü güneş altında denenmemiş şey kalmadı. Schönberg’le Mozart bile bir araya getirildi. Post modernizm çıktı. Ünlü bir fıkra vardır: Genç müzikçi sürekli yeni beste yapıp onayını alma hayaliyle hocasının kapısını çalmaktadır. Hocası besteleri inceledikten sonra her seferinde, çok güzel olduğunu ama daha önce bunun yapıldığını söyler. Defalarca aynı cevapla karşılaşan genç müzikçi, evine gider, masanın başına oturur, yeni bir şeyler yazarken umutsuzluğa kapılıp intihar eder. Eve dönüp, trajik tabloyu gören kız arkadaşı “Bu da daha önce denenmişti” der… Yani durum umutsuz. Ama bunu yüksek sesle söylemek yerine umut yaratacak işler yapmalıyız.

Barber bana vız gelir

Masanızın üzerinde yakın gelecekte çalışılmayı bekleyen, keşfetmeyi düşündüğünüz hangi besteciler, eserler var?

– Bartok’u derinlemesine incelemek istiyorum. Ardından Prokofiyef’in piyano konçertolarını ele alacağım. Geçmişte 3. Piyano Konçertosu’nu çalmıştım. Diğerlerini de çalışmayı düşünüyorum.

Bu sezon kesinleşmiş konserlerden bahsedelim son olarak.

– 9 Mayıs’ta Boğaziçi Üniversitesi’nde “Geçmişten Geleceğe” başlıklı bir resitalde, Purceel, Beethoven, Brahms ve Barber çalacağım.

Barber’ın seslendireceğiniz sonatının son bölümünün öldürücü olduğu söylenir. Hatta bestecinin hayranlarından Poulenc “yumruk gibi” demiş bu bölüm için. Sizde aynı etkiyi yaptı mı?

– Kısaca cehennem etkisi yarattığını söyleyebilirim. Çok zor. Yıllar önce keşfettiğim, incelediğim bir eser. Konserde daha önce çalmamıştım. Yedi hafta zamanım var. Bu süre içinde cehennemden sağ çıkmak için çalışıyorum.

2006-2007’nin önemli yurdışı konserleri?

Modern müziğin en önemli noktalarından biri edilen Cite dela Musique’de geçmişte konser vermiş, Ligeti, Kodaly çalmıştım. 22 Eylül’de Crumb’ın “Mikrokosmoz”, Bartok’un “Makrokozmoz”unu birlikte seslendireceğim. Benim için çok önemli bir resital bu. 14 Ağustos’ta Toulon’da Musique a la Coure festivalinde bir konser vereceğim. 21 Ekim’de yine Fransa’da Jacques Lenot’un eserlerini seslendireceğim. Lenot da eserleri de çok zor, çok zorlanıyorum.

Ölümcül eserlerle uğraşmayı hobi mi edindiniz yoksa? En büyük ıstırabı yaşatan hangi besteci ve eserdi?

– (Gülüyor) Herhalde ruhumda sado mazoşizm var. Kendime acı çektirmek gerçekten hoşuma gidiyor. Bilmece çözer gibi, eksik parçaları bir araya getirmek, eserin şifresini çözmek büyük zevk veriyor. En büyük ıstırabı veren üç eser şunlardı: Ligeti’nin 14’üncü etüdü, Boulez’in 10 dakikalık 3. sonatı, Rzewski’nin “Birlişmiş Halk Asla Yenilmez” başlıklı 36 varyasyonu. Rzewski’nin eserini ilk kez Amerika’da Drury’den dinlemiştim. Besteci de salondaydı. Konser sonrası birlikte akşam yemeğinde buluştuk, eseri çok sevdiğimi, seslendirmek istediğimi ama çok zor olduğunu söyledim. Drury, Ligeti çaldıktan sonra bu eseri rahatlıkla çıkarabileceğimi söyleyip ekledi: “Bu eseri yüzlerce kez çaldım. Sondan başa bile denedim. Yalnız şunu bil, her seslendirişinde mutlaka bir terslik olacak.” Haklıylış. Bir saatlik eseri, hiç ara vermeden, ezberden çalarken, mutlaka her seferinde küçük de olsa bir terslik çıkıyor. Bu üç eser beni öldürdü, bu nedenle Barber’da zorlanmayacağım.

Fotoğraf: Hüseyin Eryılmaz

PİYANİSTLERİN TAKDİR ETTİĞİM ÖZELLİKLERİ

Hüseyin Sermet: Sanatçı kişiliğinden, çaldığı her notaya kadar hayranıyım. Bence Türkiye’den yetişen en önemli piyanistler arasında. Büyük usta.

İdil Biret: Bir fenomendir. Bu kadar geniş ve farklı dönemleri içeren repertuvara sahip piyaniste ender rastlanır.

Fazıl Say : Her zaman dinleyicide şok etkisi yaratmayı başaran bir piyanist. Çok cesur. Stravinski kaydı baş köşemde duruyor. Salonlarda bugün daha az cep telefonu çalıyorsa bunu ona borçluyuz.

Emre Elivar: Ondan bir Chopin dinlemek ömre bedeldir.

Özgür Aydın: Trilleri müthiştir, çok imrenirim. İstanbul’daki Scriabin’in 10’uncu sonatındaki yorumunu hiç unutamıyorum.

DİNLENMEK İÇİN SATRANÇ FOTOĞRAF
Disiplinsiz çalışmayı severim, bana insan olduğumu hatırlatır. Kimi günler bir saat, kimi günler 18 saat çalışırım. Rutin bende sıkıntı yaratır. Doğallığı öldürür. Evden işe bile hergün farklı yollardan gider, gelirim. Vakit buldukça satranç problemleri çözerim. Konservatuvardan arkadaşlarla satranç oynamayı severiz. Amerika’da fotoğraf dersleri almıştım, amatör olarak fotoğrafçılık yapıyorum. İnsanlarla ilgiliyim, özellikle portre fotoğraflarına odaklandım. Arzu ettiğim halde düzenli spor yapamıyorum. İlk fırsatta başlayacağım. Kitaplarla aram iyidir. Geçmişte öykü, şiir okurdum. Şimdi tarih, sosyoloji, araştırma kitapları ilgimi çekiyor. İyi bir Cumhuriyet okuruyum.

EŞİMLE BİRLİKTE BÜYÜDÜK
Eşim Serra, benim çocukluk aşkım. 11 yaşında tanıştık. İkimiz de aynı hocadan piyano eğitimi aldık. Birlikte yurtdışına gittik, evlendik. Hayata, müziğe bakışımız, üslubumuz birbirine çok yakındır. Öylesine ki, Bach’ta trillerin üstten alınması, Neo Klasik dönem eserlerinde bağ sonuna aksan gelmesi, Bach’ta fazla rubbatodan kaçınmak gibi çok ince ayrımlarda bile hemfikiriz. Ayrı görüşleri savunduğumuz konu çok azdır. Birbirimizi ikna etmeyi beceririz. Konservatuvarda Burak Basmacıoğlu’nun da içinde olduğu bir grubumuz vardı. Birbirimeze çalar, eleştirmesini isterdik. Bu alışkanlığı Serra ile sürdürüyoruz. Eşim fikir ortağım, öğretmenim. Piyanist olarak imrendiğim birçok özelliği vardır. Parmakları benimkilerin iki katı hızla hareket eder. Geçmişte birlikte müzik yapmayı çok severdik. Piyano ikililerini seslendirirdik. Mesela Schubert’in dört el için yazdığı romantik eseri Fa Minör fanteziyi çok çaldık. İki yaşındaki oğlumuz Erkin’den sonra üç ay önce kızımız Beril doğdu. Bu nedenle evde müzikal faaliyetlerimize ara vermek zorunda kaldık. Tek ortak faaliyetimiz oğlumuz Erkin’e müziği sevdirmeye çalışmak. Bebekliğinden beri ona hep şarkılar söyledik. Her gün piyano başına oturup, oynamayı çok seviyor. Gelecekte müziği sevmesini istiyoruz.

FANATİK BİR HEAVY METAL DİNLEYİCİSİYİM
Gençliğimde sıkı bir rock ve heavy metal dinleyicisiydim. Pop müziğinden nefret ederdim. Cazı o günlerden bu güne severim: Bill Evans, Sarah Vaughan, Keith Jarrett, Jan Garbarek, Bob James hayranıyım. Caz çalmayı denemedim, emprovizasyonda iddialı değilim. Frank Zappa’yı severek dinledim. Türk Halk Müziği’nden de nefret ederdim. Çarık koktuğunu düşünürdüm. Son zamanlarda fikrim değişti. Halk müziğini inceliyorum. Ne kadar önemli olduğunu anlamaya başladım. Tek sesli, tek enstrümanlı, otantik, anonim eserleri inceliyorum. Bestelenmiş eserlerin ise arabeskten farkı yok benim için.

10 YILDA 25 ÖDÜL
Toros Can,  jeoloji mühendisi bir çiftin tek çocuğu. 1970’de Ankara’da doğdu. Babası CSO’nun konserlerini kaçırmayan, tutkulu bir Klasik Batı Müziği dinleyicisiydi. Can, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda İlhan Baran ve Güherdal Çakırsoy’un öğrencisi oldu. Ankara’ya konsere gelen Tedd Jonelson’un davetiyle İngiltere’ye gitmesi müziğe bakışını değiştirdi. Ardından yine Ankara’ya konsere gelen Peter Katin’in davetiyle ve British Council bursuyla, Londra Kraliyet Müzik Akademisi’nde yüksek lisans yaptı. Edwin Roxburgh’dan ders aldı. Teksas’daki Southern Methodist University Meadows Sanat Okulu’nda solistlik programına katıldı, Yale Üniversitesi’nde kompozisyon ve şeflik dersleri aldı, yüksek lisans yaptı. Arizona Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. Peter Frankl, Joaquin Achucarro, Nicholas Zumbro ve Tedd Joselson ile çalıştı. Bu arada Alexander Jenner, Jan Wijn, György Sandor, Boris Berman ve Claud Frank’ın ustalık sınıflarına katıldı. Çağdaş Alman besteci York Höller’in “Pensées” adlı Midi Piano Konçertosu’nun (Büyük Orkestra ve Elektronikler için Requiem) İngiltere prömiyerini yaptığı konser BBC tarafından ve Orleans’daki birinciliğinin sonucu olarak verdiği resital de Radio de France tarafından canlı yayımlandı. 1998’de Fransa’nın “Orleans Uluslararası 20. Yüzyıl Piyano Yarışması’nda birincilik dahil üç ödül kazandı. Amerika’da “Charles S.Miller”, “Joel Estes Tate”, İngiltere’de “Constant & Kit Lambert”, “Else and Leonard Cross Charitable Trust”, “Phillis Wright” ve “Marjorie & Arlond Ziff” ödüllerini aldı; Londra’da “Scarlatti”, “Quilter” ve çağdaş müzik alanında yapılan “John & Jean Redcliffe Maud” yarışmalarında ikincilik ödülleri aldı; Amerika’daki “Green Valley” Piyano Yarışmasında birinci oldu; Anadolu Üniversitesi’nin “2002-Sanat” ödüllerini aldı. Müzik yazarı Ahmet Say’ın “Ülkene dön, birikimini buradakilerle paylaş” önerisi üzerine 2001’de Arizona Üniversitesi’ndeki çalışmasını bırakıp, geri döndü. Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda ders vermeye başladı. 2006’da doçent ünvanı aldı.

YENİDEN BAŞLAYACAKSIN DEYİNCE YIKILDIM
Konservatuvarı bitirip İngiltere’ye gittiğimde Peter Katin kollarımın çok yukarıda olduğunu, sert çaldığımı söyledi.  “Bunu değiştirmeliyiz ” dedi. Tam bir yıl, teknik ve rahatlamayı öğretti. Repertuvar çalışmak varken başa dönüp bu konuyla uğraşmak çok gücüme gitti. Yale ’deki masterdan sonra Dallas’a gittiğimde hocam Joaquin Achucarro ise  “çok yumuşak çalıyorsun, değiştirmeliyiz ” dedi. Başıma gelenleri anlatıp

“Peki hanginizinki doğru ” diye sordum. Önerisi şuydu:  “Seçmek zorunda değilsin, eserde hangisi gerekiyorsa onu kullan. Gerekirse her ikisini de.” Ekol konusuna gelince. Ankara Konservatuvarı’nda Alman ekolüyle yetiştiđim düşünülürse, hocam Peter Katin bu birikime Claudio Arrau ’nun tekniğini ekledi. Çünkü onun öğrencisiydi. Tedd Joelson ise Horowitz ’in öğrencilerindendi, ayrıca Amerikan yaklaşımı vardı. Diğer hocam Peter Frankl, Macar ekolünden geliyordu. Gyorgy Sandor ’un öğrencisiydi. Tüm bu yaklaşımları, teknikleri, bakış açılarını bir araya getirip içinden bir üslup çıkarmak heyecan verici. Melezliğin çok güzel bir şey olduğuna inanıyorum ve bu yolda yürüyorum.

(Serhan Yedig / 2006 / Andante)

Linkler

Kişisel web sayfası

Facebook hesabı

 

Share.

Leave A Reply

four × two =

error: Content is protected !!