Necdet Yaşar / Niyazi Sayın’la ses uyumumuzun sırrı Sarıkız’da saklı

0

Otuz yıldır konser vermeyen, kayıt yapmayan neyzen Niyazi Sayın ve tanburi Necdet Yaşar ikilisi, 1953-1980 arasındaki çalışmalarıyla müzik çevrelerinde bir efsane olarak anılıyor. 2006’ya kadar amatör kayıtları elden ele dolaşırdı. Bugün plakçı raflarında Şenol Filiz ve Birol Yayla’nın girişimiyle hazırlanan bir albüm bulunuyor sadece. 2010 Şubatı’nda, Kültür Bakanlığı’nın “2009 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” vesilesiyle iki ustanın kapısını çaldık, 57 yıllık serüven üzerine konuşmak istedik. Niyazi Sayın, hastaydı. Telefon konuşmamızda “İkilimiz neyle tanburun buluşması değil, bir gönül birlikteliğiydi” demekle yetindi. Necdet Yaşar’ı ise karlı bir İstanbul sabahında ziyaret ettik. Tanburi Cemil’den kalan hatıraların arasında, gönül telimizi titreten müziğin sırrını anlattı.

 

TRT İstanbul Radyosu’nun arşivleri kiloyla hurdacıya satılmış, çok sayıda nadide kayıt bu nedenle yok olmuştu. Kendi kayıtlarınızı kurtarabildiniz mi?
– Bir kısmını kurtardım, fakat çok önemli kayıtlar yok oldu. İçim yanıyor. Sadece askerde, savaş koşullarında vatan hainleriyle karşılaşılmaz. Barış koşullarında da ihanet edilebilir. Kültür alanında ne yazık ki çok yaşandı vatan hainliği. İşte bir örneği de TRT arşivlerinin yok edilmesi. Ankaralı tanburi Necdet Pakalınlar sayesinde TRT arşivinden bazı kayıtları edinebildim. Bunları CD’lerimde yayımladım. Hatta geçen hafta telefon edip, müjde verdi; yine bazı kayıtlar bulmuş. Heyecanla bekliyorum.
En çok içinizi yakan kayıtlar hangileriydi?
1958 – 1976 arasında, Münir Nurettin Selçuk yönetiminde İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’yle verdiğimiz konserleri İstanbul Radyosu naklen yayımlardı. O dönemde yaptığım çok güzel taksimler vardı. Biliyorsunuz taksimler emprovize müziklerdir, o anda yaratılır, bir daha tekrar edemezsiniz. Birçok tanburi bir makamda üç ayrı taksim yapmakta zorlanır. Üçüncü taksim çoğunlukla ilkini çağrıştırır. Oysa ben o dönemde tek makamda çok sayıda, birbirinden çok farklı taksim yapardım. Öyle ki, her makamdan bir CD hazırlanacak kadar çok emprovizasyon vardı. Bunların kayıtları yok ne yazık ki.

Fahrettin Aslan’ın gazino teklifleri

Radyonun sizin için bir üniversite olduğunu söylüyorsunuz. Biyografinizde 1980’de, emekli olduğunuz yazıyor. 50 yaşında, en verimli çağınızda, yuva gibi sevdiğiniz kurumdan ayrılmak sizi nasıl etkiledi?
– Burada bir bilgi hatası var. 1952’de Mesut Cemil’in daveti üzerine İstanbul Radyosu Klasik Türk Musıkisi Korosu’nun saz heyetine katıldım. Fakat kadrolu radyo sanatçısı değildim. Konser başına kaşe ücreti alıyordum. Kadrom konservatuvar heyetindeydi. 1976’da kurduğumuz İstanbul  Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’ndan 1995’te emekli oldum. Radyo ile ilişkim bu tarihe kadar sürdü, herhangi bir kırıcı davranış olmadı. 1980 sonrasında radyo çalışmalarıma ben ara verdim. Washington Üniversitesi Etno müzikoloji Bölümü’nün daveti üzerine, Niyazi Sayın’la ABD’ye gittim. Bir yıl öğrenim dönemi yurtdışında kaldım.
Sizi Ercüment Batanay gibi sahnelerde, assolistlerin arkasında görmedik hiç. Teklif mi gelmedi, siz mi gazinodan uzak durdunuz?
– Fahrettin Aslan’dan ilk teklifi aldığımda 27 yaşında, dört yıllık radyo sanatçısıydım. Ekonomik durumum iyi değildi. Aracı olan kişiyle cevap gönderdim. Teşekkür ettim, “Benimki klasik bir saz, sahneye uymaz” dedim. Teklifi getiren dostum 10 gün sonra tekrar geldi, fiyat yükselmişti. Yine reddettim. Teklifler gittikçe arttı, sonunda bir maaş seviyesine geldi. Fena halde sıkılmıştım bu işten. Şakayla karışık, haber gönderdim. Gazinosunu bağışlasa yine de sahneye çıkmam, dedim…

Tanburda yay bir modaydı, geldi ve geçti

Söz Ercüment Batanay’dan açılmışken, o neredeyse yaylı tanburla özdeşleşmişti. Siz neden  yay kullanmadınız hiç? Klasik Türk Müziği geleneğine yürekten bağlı tanburilerin yaydan pek hoşlanmadığı, kendilerine yakıştıramadıkları söylenir. Oysa yayı ilk kullanan,  usta kabul ettiğiniz Tanburi Cemil değil miydi?
– Tanburi Cemil Bey, tahta tanburda yay kullanıyordu. Yüksek ses elde edemese de hoş, ilahi bir ses elde etmişti. Ercüment Batanay ise sahnede yüksek ses elde etmek için cümbüş gibi metal gövdeli bir tanburu yayla kullanmıştı. Bu bizim geleneğimizde olan bir saz değil.
Peki siz neden tahta tanburda yay kullanmayı denemediniz hiç?
– Türk saz müziğinde çağ açmış bir ustaydı Tanburi Cemil. Şöhreti nedeniyle plak firmaları peşindeydi. Birbiri ardına plağı yayınlanıyordu. Firmaların talepleri üzerine, yaylı tanburu denemişti. Çünkü her plakta bir yenilik yapmak gerekirdi. Yayla yeni bir etki yaratmıştı. Sonraki yıllarda İzzettin Ökte, hocam Mesut Cemil de bu tekniği kullandı. Fakat sonra unutuldu. Yaylı tanburla ajilite yakalamak, diğer sazlarla başa baş çalmak zordur. Ancak renk sazı olarak kullanılabilir.
Tanburi Cemil’in öğrencileri ve çocuğu kanalıyla size birçok özel bilgi ulaştı. Bunlar arasında üstadın yaylı tanbur denemesi konusunda pişmanlık duyduğuna dair bir mesajı var mı?
– Hayır, kesinlikle böyle bir mesaj yok. Tarih içinde kaybolup gitmiş bir deneme sadece…

İstanbul’a gelen ünlü virtüözlerin konserlerini kaçırmazdım

Klasik Batı Müziği ya da dünyadaki diğer etnik müzik türleri, ensrümanları ilginizi çekti mi, tanbur tekniğinizi geliştirirken, yeni arayışlara girişirken bu birikimden yararlandınız mı?
– İktisat Fakültesi’nde okurken, talebe harçlığıyla Beyoğlu’ndaki Şan Sineması’nda konser veren tüm önemli virtüözleri dinlemiştim. Bu merakın vesilesi, kemençeci Hadiye Ötüken’di. Sayesinde İstanbul Radyosu’nda ilk kez programa katılmıştım. Hayriye Hanım, aynı zamanda, bugünkü adıyla İstanbul Senfoni Orkestrası’nın çellistiydi. Onun tavsiyesiyle konserleri izlemeye başlamıştım. Hiç unutmam, 1954’te Şan Sineması’nda Yehudi Menuhin’i dinlemiştim. Hiç unutmam Ayla Erduran en ön sırada oturup, coşkuyla yerinden sıçrıyordu eseri dinlerken. Zino Francescatti, Ida Handel, Antonio Janigro, genç yaşta uçak kazasında ölen Ginette Neveu, hayranlıkla dinlediğim, ilk aklıma gelen isimler. Klasik gitarcıların konserlerini hiç kaçırmazdım. Yaşım seksene yaklaşıp, çevikliğimi kaybedinceye kadar önemli konserleri kaçırmadım. Şimdilerde artık konsere gidemiyorum. Konser izlenimlerim dünyamı zenginleştirdi, ancak enstrümanımdaki yaklaşımıma herhangi bir etkisi olmadı. Başka müzikçilerin, enstrümanların tekniğini tanbura uyarlamaya çalışmadım.
Bağlama ve tanburdan başka bir enstrüman çalmayı denediniz mi?
– Lise yıllarında bağlamanın yanı sıra keman çalıyordum. Kemanla La Comparsita çaldığım günleri hatırlarım. Sonra Tanburi Cemil’i duydum, tanburun sesine aşık oldum. Tanbur çalmaya başladım.

Bağlamadaki teknikleri tanbura uygulayıp icrayı zenginleştirmeye çalıştım

Türk Müziği çevrelerinde bağlama köylü enstrümanı kabul edilir, pek saygı görmez. Hatta bunun yarattığı kompleksle, bağlamanın sapının gereksiz yere uzatılıp tanbura benzetildiğini söyler Arif Sağ . Fakat siz 1950’lerde, üstelik Mesut Cemil’in bulunduğu bir ortamda, bağlama tekniklerini tanbura uyguladınız. Ne gibi tepkiler aldınız?
– Öncelikle şunu söylemeliyim. 1950’de hızlı bir bağlamacıydım, fakat otantik bir üslupla çalmazdım. Bağlamadaki uçarı tavrım sayesinde, tanbura 20 yaşında başladığım halde çok hızlı öğrendim. 1950’de ilk mızrabı vurdum, 1951’de Mesut Cemil’le ilk kez kucaklaştık, 1952’de İstanbul Radyosu Saz Heyeti’ne girdim… Çarpma, süsleme, parmak tekniklerini kullanarak icrayı zenginleştirmeye çalıştım. Bağlama tekniklerini tanburda kullanmam konusunda herhangi bir tepki almadım.  Fakat Tanburi Cemil’i eleştirdikleri söylenir. Neden böyle hızlı çalıyorsun, diye sormuşlar. Çünkü klasik tanburi az mızrap vurur, enstürmanın sapı üstündeki parmaklarını tellere çarparak farklı etkiler yaratır. Tanburi Cemil öncesinde, bu sazı çalanlar hızlı eserlerin icrasına katılmazmış. “Bu eser tanburla çalınmaz” dermiş. Fakat Tanburi Cemil sınırları ortadan kaldırmış. Ve günün birinde klasik üslupla, yavaş çalması telkin edilince “Tanbura yeni başladığımda söylediğiniz gibi çalıyordum” demiş… (Kahkahalar) Geliştirdiği teknik zamanla geniş kabul görünce itirazlar sona ermiş.
Dolayısıyla, oğlu Mesut Cemil de sizin yaklaşımınıza hoşgörüyle yaklaşmış olmalı…
– 10 yıl boyunca Niyazi Sayın’la birlikte, Mesud Cemil’in çevresinde pervane gibiydik. Tanburi Cemil’i örnek aldığımız için bizi çok severdi. Cesaretlendirirdi. Müzikten başka hiçbir şey düşünülmeyen büyülü bir dünyaydı. Ustamız, hocamız, aynı zamanda dostumuzdu. Babasını yenilikçi olduğu için eleştiren Suphi Ezgi’den bile klasik üslup dersi almıştı Mesut Cemil. Böylesine engin bilgi sahibiydi. Bunu bize icralarıyla, sohbetleriyle aktardı. 1963’te öldüğünde dünyamız dağıldı. Rüyadan uyandık sanki. İşte o zaman ilk kez gelecek, geçim kaygısı gibi konular aklımıza geldi. Peki şimdi biz ne yapacağız, diye kendimize sormaya başladık.

Mızrap ucundaki giz

Tanburi Cemil’in öğrencisine aktardığı, sizin Mesut Cemil’den öğrendiğiniz tanbur icra teknikleri arasında en önemli bilgi hangisiydi?
– Mesut Cemil bir gün babasının mızrap vuruş şeklini anlattı. “Babamın öğrencilerinden Kadı Fuat Efendi bana anlatmıştı, ben de sana aktarıyorum. Eğer bunu sazına uygularsan, artık seni kimse tutamaz” demişti. Birçok tanburi, mızrabın sivri ucuyla dokunur tellere. Ajilite elde eder, sazın üzerinde uçar. Mesut Cemil buna “Tavuk gagalaması” derdi. Tanburi Cemil, mızrabın geniş ağzıyla çalarmış. Tekneden, derin bir ses alırmış. Fakat geniş ağızla, yukarıdan, aşağıdan tellere vurmak zordur, uçarı virtüöziteden vazgeçmek gerekir, ajilite kaybolur. Ben bu teknik üzerine yıllarca çalıştım. Sonunda, çok şükür bunu başardığımı söyleyebilirim. Bunu ben de genç kuşağa aktardım. Günümüzün genç tanburileri beni seviyorsa, saygı duyuyorsa bunun payı olmalı.
Tanburu fiziksel olarak geliştirmek için herhangi bir deneye giriştiniz mi, ne gibi sonuçlar elde ettiniz?
– Üçüncü Selim dönemindeki gravürlerde, tanburun sekiz burgulu (mandallı) olduğunu görüyoruz. En üste çift tel takılırmış. Ben bu geleneğe döndüm. Bugün tüm tanburiler sekiz burgulu enstrüman kullanıyor. Kaplumbağa kabuğundan yapılan mızrapta, Tanburi Cemil’in tekniğine uygun şekilde değişiklikler yaptım. Geniş ağızlı mızrap kullanmaya başladım. Geçmişten gelen kiriş perde (bağırsaktan) yönteminden vazgeçmedim. Hepsi bu kadar… Merakımı bilen dostlarım tanburlar hediye etti, ben büyük ustalara tanbur siparişi verdim, hatta tanburlarımı çok severek çalan Mesut Cemil, babasının enstrümanını hediye etti… Elimden 20 civarında önemli enstrüman geçti. Şu anda Onnik Usta yapımı saz dahil, 12 tanburum var. Aralarından en sevdiklerim Tanburi Cemil’in sazı ve sarıkız. Mesut Cemil’in birinci ölüm yıldönümünde, istek üzerine, babasının sazıyla bir taksim yapmıştım. Bu kayıt daha sonra, neyzen Ulvi Erguner bu kaydı UNESCO’ya ulaştırmış. Dünya müziğinden örnekler serisinde yayımlamışlar. Fakat radyodaki kayıt, Çemberlitaş hakkındaki programına fon müziği arayan bir prodüktörün teybin yanlış düğmesine basması sonucunda silindi. Bana gelip “Size kaşe ücreti ödesem, aynı taksimi yapar mısınız” diye sormuştu…
Sarıkız’ın önemi nereden kaynaklanıyor?
– 1958’de, doğduğum Gaziantep’in sağlam ağaçlarını kullanarak bir tanbur yapmak geldi aklıma. Gövde için kayalık zeminde silisyum alarak yetişen, testereyle çok zor kesilen hünnap ve kayısı ağacı buldum. Kebapçı İmam Çağdaş’ın arkasındaki bir marangozda biçtirdim. Orada rastladığım ardıç ağacını da sap için aldım. Mesut Cemil’in Bursa’daki Merinos fabrikasında hesap makinesi tamircisi kadrosunda çalışan, boş zamanlarında hobi olarak tanbur yapan dostu Mustafa Sazer‘e verdim hepsini. Gövde kapağı için Kanada’dan gelmiş çam ağacını kullanıp Sarıkız’ı yaptı bana.

Niyazi Sayın – Necdet Yaşar ikilisinin

icraları Sarıkız sayesinde tarihe geçti

Hediye olarak mı yapıldı bu tanbur?
– Hayır, ücretini ödedim. Bununla birlikte ağaçlarının toplanması, yapımı tam bir gönül işiydi. Bir gün radyodaki yayında kullandım. Konser bittikten sonra tüm dinleyiciler dağıldı, Mesut Cemil önümdeki koltukta oturuyordu. Uzun süre yerinde kalkmadı. Sonra oturduğu yerden seslendi: “O ne biçim tanbur öyle…” Sarıkız’ı alıp, çok güzel bir taksim çaldı. Ah, keşke bu taksim kaydedilmiş olsaydı… Hiç unutamadım… Enstrümanın ismini 1972’de Washington Üniversitesi’ne gittiğimde Amerikalı öğrencilerim verdi. Hatta üniversitede ders verdiğim sınıfa gelen, taksimlerimi dinleyen Yehudi Menuhin bu sazdan çok etkilendiğini söylemişti bir ortak dostumuza. “Mendelsohn’un konçertosunu çalarken bir yandan da kulağımda Türk’ün tanburunun sesi var. Türkler bu sazla övünebilir. Kemanda arşeyi çekerken tek ses elde edersiniz, tanburda tek dokunuşta birkaç ses elde etmek mümkün. Dolayısıyla kemandan üstün bir çalgı” demişti. Menuhin’in hakkımda söyledikleri müthiş bir referans oldu. Washington Üniversitesi’ne gittiğimde, ihtiyatla beni süzen dekan bile bu konuşmadan sonra sevgiyle selamlamaya başladı her karşılaşmamızda. Birçok üniversiteden davet aldık. Gerçekten de Türkiye dışındaki Ortadoğu ülkelerinde bu sazı göremezsiniz. Sarıkız’ın çok önemli bir özelliği vardır. Şah ney ile çalarken, tanburun sesini bu enstrümana göre akort etmek isterseniz 1,5 ses yukarıya çekmeniz gerekir. Bu akort için telleri germek, çalgıyı zorlar. Sıradan tanbur baskıya dayanamaz, patlar. Sarıkız ise ağacının sertliği sayesinde bu baskıya dayandı. İşte Niyazi Sayın’la yaptığımız kayıtların bugün hâlâ dinlenmesinin, nadide olarak nitelenmesinin sırrı budur. Fakat diğer tanburcular transpozisyon yapabiliyor ancak. Yani başka perdelerden çalıyor.
Tanburda kendi sesinizi ne zaman buldunuz?
Mesud Cemil’in mızrap konusundaki önerisini sazıma uygulamayı başardıktan sonra kendi sesimi buldum. 1960’ların başı diyebiliriz.
Konservatuvarın eğitim kalitesini yeterli buluyor musunuz? Ruhi Ayangil , Türkiye’nin tüm konservatuvarlar kapatılmalı, Batı Müziği, Türk Müziği ayrımı ortadan kaldırılmalı, yeni yaklaşımla konservatuvarlar kurulmalı demişti. Bu fikre katılıyor musunuz?
– Konservatuvarlardaki eğitim konusunda pek bilgili değilim. Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nın kurulduğu ilk yıllarda ders vermiştim. Sonra hiçbir temasım olmadı. Ruhi Ayangil önemli bir müzikçidir, boş laf etmez. Kurduğu Yıldız Üniversitesi’nde 1995’ten 2000’lerin ortasına kadar “Nadide Makamlar” dersi vermiştim. Ancak bu tecrübe tanbur eğitimi konusunda fikir vermiyor. Şunu söyleyebilirim: 1950’lerde, tanbura başladığım yıllarda tanburilerin sayısı 15’i geçmezdi. Oysa bugün, severek, gururla dinlediğim çok sayıda genç tanburi var. Çok mutluyum. Gençleri dinlerken onlarla gurur duyuyorum. Saz ustaları gençlerin kendilerini geçmesinden pek hoşlanmaz. Ben en küçük bir imrenme hissetmeden, sanki kendim çalıyormuşcasına mutlu oluyorum.

Resimden, müzikten 1 alarak bitirdim ortaokulu

Müziğin dışındaki sanatlara ilgi duydunuz mu?
– İlkokulda resimden hep 1 alırdım. Hocam ne kadar yeteneksiz olduğumu anlatmaya doyamazdı. Aynı şekilde müzik notlarım da 2’den yukarı çıkmazdı. Sanıyorum bunun nedeni haşarı olmamdı. Gözlerimdeki miyopinin kompleksiyle olmalı çok haşarıydım. Şişe dibi gibiydi gözlüklerim. Fakat, göz açıp kapayıncaya ağacın tepesine tırmanırdım. Resimlerimi başka öğrencilerin adıyla hocama verdiğimde, övgüler gelirdi. Kendi adımla verince sınıfın önünde ne kadar kötü resim yaptığımı anlatırdı hocam. Müzik hocam kemanıyla bir melodi çalar, notalarını yazmamızı isterdi. Sadece ben doğru bilirdim tüm notaları. İnanmaz, kopya çektiğimi söylerdi… Oysa sınıfta benden daha iyi cevap veren, kopya çekeceğim kişi olmazdı. Bunu söyleyince hocaya, daha çok kızardı. İşte ben böyle resimden, müzikten 1 alarak geldim bu günlere… (Kahkahalar) Lise sonrasında, edebiyatı çok sevdim, çok okudum. Taşlamalar yazdım, hâlâ yazıyorum. Edebiyatçı dostlarım oldu. Örneğin Yahya Kemal’i tanırdım. Bana hayatımın en büyük ödülünü vermiştir. Profesör unvanı verildi, Devlet Sanatçısı ilan edildim, bu unvanları hiç kullanmadım. Fakat Yahya Kemal’in sözünü hiç unutmam, hep gururla söylerim: “Küçük Cemil’im” demişti bana…

Tanbur – ney ikili soloları Dr. İzmirli’nin

evindeki meşk akşamlarında doğdu

Dr. Alaeddin Yavaşça’nın araştırmacı Bülent Aksoy’a verdiği bilgiye göre, Necdet Yaşar – Niyazi Sayın ikilisi, 1950’lerin başında Doktor Necmettin Hakkı İzmirli’nin evinde düzenlenen sohbet akşamlarında ortaya çıkmış. O yıllarda İstanbul’da birçok evde meşk geceleri düzenlenirdi. Siz neden İzmirli’nin evini seçmiştiniz, birlikte görev yaptığınız İstanbul Radyosu Klasik Türk Müziği Korosu yerine bu toplantılarda doğdu ikiliniz?
– Her pazartesi meşhur tarihçi İbnülemin Mahmut Kemal’in evindeki meşk akşamlarına, 15 günde bir Dr. İzmirli’nin toplantılarına giderdim. Dr. İzmirli çok iyi bir dahiliye uzmanı, aynı zamanda nadir rastlanacak kadar yardımsever, bonkör bir müzik meraklısıydı. Parası olmayan hastanın ilaç parasını cebinden verirdi. Çok değerli bir aydın olan Mustafa Nafiz’i maaşa bağlamıştı. İzmirli, keman çalardı. Hatta bir saz semaisi yazmıştı. Yazları Florya’daki evinde, kışın Taksim’in merkezindeki muayenehanesinde, 15 günde bir yemekli toplantılar düzenlenirdi. Eşi, öğretmen Hikmet Hanım unutulmaz yemekler pişirirdi. Sadi Irmak, Behçet Kemal Çağlar, Vasfi Rıza Zobu, Recep Birgit, Alaeddin Yavaşça, Mahmut Baler (Bal Mahmut) gibi isimler katılırdı. Şiirler okunur, nükteler yapılır, sohbetler edilir, herkes ölçüyü kaçırmadan bu ortama bilgisiyle, kültürüyle katkıda bulunurdu. Biz de Niyazi Sayın’la birlikte bir toplantıda ikili taksim yaptık. Çok hoşlarına gitti. Neden bu yöntemin radyoda uygulanmadığını sordular. Radyoda, konserde çalın, dediler. Bu meclise Mesud Cemil de katıldığı için, konu ona kadar ulaşmıştı.
1956’da radyodaki ilk ikili taksiminizi yaptığınızda ne gibi tepkiler aldınız?
– Öncesinde, Münir Nurettin’in İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nin Şan Sineması’nda verdiği konserlerde ikili taksim yapmıştık. 1956’da ilk kez radyo yayınında ikili taksim yaptık, sonrasında bunu sürdürdük. Olumlu tepkiler aldık.

Tanburi Cemil plaklarını yıllarca dinledik, analiz ettik

Ortak çalışma yönteminiz neydi?
– Niyazi Sayın’la, Mesut Cemil’in saz heyetinde karşılaştık ilk kez. Benden önce girmişti heyete. Çok kısa sürede yakın dost olduk. Tanbura başladıktan üç yıl sonra Niyazi Sayın’la tanışmam, bu sazdaki yolculuğumun önemli bölümünü paylaşmamı sağladı. Niyazi Sayın, Üsküdar’da Doğancılar Parkı’nın karşısında, şimdi Şehir Tiyatrosu’nun bulunduğu sokakta, bahçesinde çıkrıkla su çekilen kuyusu olan, verandasında asmalar bulunan çok güzel bir ahşap evde yaşardı. Sahaflardan, Kapalıçarşı’dan Tanburi Cemil’in taş plaklarını bulma konusunda birbirimizle yarışırdık. Sonra bu plakları Doğancılar’daki evde günler boyunca dinler, analizini yapardık. Tanburi Cemil’in virtüözitesinin yanı sıra, 3,5 dakikaya nasıl bu kadar çok melodi, makam sığdırabildiğini, nasıl bu şiirselliği yakaladığını anlamaya çalışıyorduk. Hiç unutmam, bir gün bir plak dinletmiştim Niyazi Sayın’a, öylesine coşkulanmıştı ki, gramofonun etrafında derviş gibi dönmüştü. Geçmişin tüm sazendelerini, hafızlarını defalarca dinleyip, icra üzerine konuşurduk. Yıllarca sürdü bu analizler. Bu eve Mesut Cemil, Orhan Borar gibi isimler de gelirdi. Sofralar kurulur, sohbetler edilir, nükteler yapılırdı. Niyazi Sayın çok güzel yemekler hazırlardı, ben çiğköfte yapardım. Sonra birlikte çalardık.

Bu ikilinin gelişimine Mesut Cemil’in ne gibi katkıları oldu?
Mesut Cemil bize hiç ders vermemiştir. İcralarını izleyip, sohbetlerinden istifade ettik. Babası Tanburi Cemil’i çok sevmemiz nedeniyle, bizi evladı gibi benimsemişti. Hatta “benim çocuğum olmadı ama evladım sensin” demişti. Hayatta bana iki kişi söylemiştir bu sözü. Diğer kişi de Yorgo Bacanos’du… Öylesine yakın bir dostluktu ki, birlikte çok güzel anılarımız oldu. Radyoda koridorun başında belirdiğinde, herkes ceketinin düğmelerini iliklerdi. Bu kadar sevilir, sayılırdı. Benim için de çok önemliydi. Hiç unutmam, ramazanın son gününde Taksim’de düzenlenen bir meşk akşamında Mesut Cemil’leydik. İftar sofrasıydı. Mesud Cemil, rakı koymuştu bardağına. Ben ise son kez oruç açmıştım o akşam, bu nedenle rakı içmiyordum. Teklifini geri çevirince, ramazanın bittiğini söyledi. Israrcı davranmam üzerine kadehini doldurdu. Bana doğru dönüp “Tanburi Cemil’in şerefine” diye kadeh kaldırdı. Doldurup bardağımı, onunla birlikte kadeh kaldırmıştım. 1963’te, ölümünden bir ay önce, bir eylül ikindisinde Salacak’ta buluşmuştuk. Sıcak bir sonbahar günüydü. Sahilde sohbet ediyorduk. Haydi yüzelim, dedi. Vaktiyle Boğaziçi’ni boydan boya yüzerek geçen usta bir yüzücüydü. Niyazi Sayın’la birlikte üçümüz atladık denize. Kızkulesi’ne kadar yüzdük. Haliç’in üstünden tepsi gibi bir güneş batıyordu. Sonra denizden çıkıp, bütün akşam, arkadaşlarımızla sabaha kadar sohbet ettik, taksimler yaptık. Bir hafta sonra rahatsızlandığında, “Çocuklar galiba ben o gün üşüttüm” demişti. Kan kanseri olduğu anlaşıldı ve çok kısa zaman içinde hocamızı kaybettik. Son yıllarında bizi gittiği her ortamda överdi, bunlar kulağımıza gelirdi. “Beni geçtiler” dediğini duydukça ben hep “tırnağı kadar bile olamayız” derdim.

Tanrının bize verdiği yeteneği birbirimize

sunduk, ortaya bu müzik çıktı

Tanburla neyin buluşması iki enstrümanın sınırlarını zorlamak açısından ne gibi avantajlar doğurdu? Niyazi Sayın’la birlikte çalışmasaydınız bugün sazınızda neler eksik kalacaktı?
– Benlik sorunu olmayan, maddi konulara önem vermeyen bir ikiliydik. Bu sayede uzun yıllar dostluğumuzu korumayı başardık. Birbirimizden etkilendik, birlikte birçok şey keşfettik. Ben Niyazi Sayın’ı hep usta kabul ettim. Birbirimizle yarışmadık, güçlerimizi birleştirdik. Makama hakimiyet, farklı renkler bulma, melodiler geliştirme konusunda nadir bulunan bir müzikçidir Niyazi Sayın. Ebru sanatına ilgisini müziğinde de görürsünüz, rengarenktir. Emprovizasyon gücü de olunca, Tanrı’nın verdiği yeteneği birbirimize sunduk.
Klasik müzikteki piyanistler şancılarla çalışmanın, şarkı söyler gibi doğal, su gibi akıcı çalma tecrübesi kazandırdığını söyler. Ney gibi uzun sesler üreten bir çalgıyla çalışmak, tanburunuza bu açıdan bir etki yaptı mı? Tanburunuz neyi etkiledi mi?
– Niyazi Sayın’ın neyi, bende de aynı etkiyi yaptı. Uzun seslerin tanbura da yansıdığını söyleyebilirim. Aynı lisanı yakalamak için çalıştım. Bunu sol ve sağ elimi kullanışımda, tanburunu sapını sallayışımda, mızrap tekniğimde görebilirsiniz. Diğer tanburiler ney veya solistle çaldıklarında, transpoze çalar. Aynı akordu enstrümanlarına uygulayamadıklarından, farklı perdeleri kullanırlar. Ben enstrümanımın özelliği sayesinde, akordu 1,5 ses yukarı çekip çalgımda yeni bir tını yakaladım. Bu yöntem, ikilimize farklı bir ses zenginliği, denge kazandırdı. Niyazi Sayın diğer neyzenler gibi sadece uzun sesler üflemez. Kısa seslerle kıvrak bir teknikle çalar. Belki bunda utla birlikteliğin payı vardır. Makama hakimiyeti, name buluşu, renk zenginliğiyle tanbura büyük imkanlar sunar. Mesela birlikte Mevlevi ayinleri çaldık birlikte, Konya’daki törenlere gittik. Bunlar beni hep etkilemiştir. Her ikimiz de başka kişilerle, sazlarla çalışmalar yaptık. Ama hiçbir zaman aramızdaki uyumu diğer kişilerle yakalayamadık.
1963’ten 1970’lerin sonuna kadar Nakşibendilerin kurduğu Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ndeki meşk gecelerine katılmıştınız. Bu deneyim ikilinizi nasıl etkiledi, müziğinize neler kattı?
– Özbekler Tekkesi, Kurtuluş Savaşı’nın organizasyonunda, Anadolu’ya silah gönderilmesinde önemli rol üstlenmiş bir tekkedir. Bu nedenle Cumhuriyet’ten sonra kapatılmamıştır. Şeyhi Necmettin Efendi müziğe, edebiyata meraklı, taassuptan uzak bir din adamıydı. Necmettin Bey’in evinde daha dünyevi bir atmosferde müzik yapıyorduk. Özbekler Tekkesi’nde uhrevi bir atmosfer vardı, bundan etkilendik. Ayda bir kez, Şeyh Necmettin Efendi, Özbek pilavı ve diğer yemeklerden oluşan bir sofra hazırlatırdı. Müzisyenler, hafızlar, edebiyatçıları davet ederdi. Dini konular konuşulmaz, çoğunlukla kültür meseleleri ele alınır, nükteler yapılır, müzik çalınırdı. Niyazi Sayın’la yaptığımız taksimleri Muammer Karabey kaydederdi. Bir gece, hiç unutamadığımız bir ruh hali içinde çaldık. İşte bu kayıt hâlâ duruyor. Virtüözite çabası içermeyen, çok kalpten, uhrevi hava taşıyan, özel bir kayıt bu. Bir başka akşam, aşık olan Niyazi Sayın “Söyle ey mutribi nazende eda” diye başlayan şarkıyı söylemiş, ben tanburla  eşlik etmiştim. Bu da unutulmaz bir kayıttır. Tekkede ve diğer meşk ortamlarında Niyazi Sayın’la yaptığımız diğer kayıtlarla birlikte, “Dost Meclislerinden” gibi bir başlıkla yayımlamayı düşünüyoruz.

Niyazi çok duygusaldır, ben kalenderim

Sizi yakından tanıyanlar, kişiliklerinizin çok farklı olduğunu söylüyor. “Necdet Yaşar, çelebi bir kişiliktir, her zaman sevgiyle, muhabbetle dünyaya kapıları açıktır, Niyazi Sayın ise ters gününde fırtına gibi eser” diyor. Bu dostluk 57 yıl nasıl sürdü, hiç sorun yaşamadınız mı?
– Niyazi Sayın, nadir rastlanacak, çok boyutlu, rengarenk bir sanatçıdır. Hünerleri saymakla bitmez. Makam bilgisi, emprovizasyon yeteneği, müzikteki yaratıcılığını herkes bilir. Bunların yanı sıra ebru yapar, ney açar, müezzinlik yapmıştır, mevlevidir, tespihleri çok meşhurdur, çok güzel yemek yapar. Ben o kadar hünerli değilim: Tanbur çalarım, çiğ köfte yaparım. Hepsi bu kadar. Bazen mutfakta kazayla tabak, çanak kırdığımda eşim “Tanrım bu eller mi o tanburu çalıyor” der… Niyazi Sayın çok duygusaldır, hassastır. İyi gününde esprilerine, nüktelerine doyum olmaz. Kötü gününde ise yanına yaklaşmamak gerekir. En öfkeli anında bile bizim dostluğumuz bakidir, bana karşı davranışları değişmez. Ben ise kalenderim. Müzisyenlerin arasını benlik mücadelesi ve maddi hırslar açar. Ben Niyazi’ye hep “usta” diye hitap ettim, onun meziyetlerine saygı duydum. Benden üstün meziyetlere sahip olduğunu her yerde, her zaman söyledim. Maddi endişelerimiz olmadı. Bu nedenle 57 yıldır dostluğumuz sürüyor. Aramızı açmak isteyenler çıktı, Niyazi’nin duygusallığını kullanmak isteyenler oldu, fakat dostluğumuzu zedelemeyi başaramadılar.
1972 ve 1980’deki Amerika yolculukları sadece bizim kültürümüzü tanıtma girişimi miydi; kültür alışverişine dönüştü mü, gördüklerinizden, duyduklarınızdan, tanıştığınız kişilerden etkilendiniz mi?
– Washington Üniversitesi Etnomüzikoloji Bölümü’nden gelen ikinci davete Niyazi Sayın’la birlikte gittik. Ney ve tanburu tanıttık, birlikte konserler verdik. Amerika ve Kanada’da küçük bir turne gerçekleştirdik. New York’taki St. Jean Katedrali’nde verdiğimiz konseri, Kanada’da kadın semazenlerin de katıldığı sema ayinini unutamıyorum. Yehudi Menuhin dahil pekçok müzikçi, akademisyenle tanıştık. Biz kendi kültürümüzü Amerika’ya taşıdık. Fakat müziğimize yansıyacak bir etkilenme yaşamadık.

Hünerimizi emprovizasyonda göstermeyi tercih ettik

Neden taksimlerle yetinip, Niyazi Sayın’la saz eserlerleri bestelemediniz, sizin yazdığınız saz eserlerini bile nadiren seslendirdiniz?
– Aynı makamda, birbirinden farklı 15 taksim üreten sazende çok azdır. Biz bestecilik yeteneğimizi, tüm hünerimizi taksimlerde göstermeyi tercih ettik. Müzikologlar, taksimlerimizi eser kabul ediliyor. Ben yaklaşık üçer dakikalık, dört saz eseri yazdım. Daha geniş kapsamlı, şarkı ya da mevlevi ayini gibi bir eser yazmayı düşünmüyorum. Çünkü geçmişte çok güzel örnekleri bestelenmiş. Saz eserlerimden ikisini albümlerde seslendirdik. Üçüncüsü ilk kez geçen cumartesi, İstanbul’da düzenenen ödül töreninde çalındı. Segah makamındaki bu eseri bestelemem yaklaşık altı yıl aldı. Aklıma ilk gelen fikirleri notaya dökmek istemedim. Beğenmediğim bölümlerini defalarca yeniden yazdım. Çünkü bestecilik  emprovizasyon yapmaktan farklıdır, eser dinlenilecek, ders alınacak bir üründür. Dördüncüsü ise genç kuşaktan meraklı müzikçileri bekliyor. Sanıyorum nevruz gibi nadir kullanılan bir makamda yazıldığı için biraz çekiniyorlar. Oysa biz İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’yla hep nadir eserleri bulmaya, seslendirmeye çalışırdık. Nitekim çok az eser yazılan nevruz makamından bir peşrev bulmuştuk, bu eseri geliştirmek istedim. Saz semaisine dönüştürdüm. Henüz seslendirilmedi. Hafızamda, kulaklarımda sayısız name geziniyor. 80 yaşının getirdiği yorgunluk, gençlerin ilgisizliği beni tembelliğe sevk ediyor. Yine de hafızamdaki nameleri bir gün besteye dönüştürmeyi arzu ediyorum.
Yaklaşık 25 yıl sonra aranıza kemençesiyle İhsan Özgen katılmıştı. Genişleme kararını nasıl aldınız, neden üçlüyle sınırladınız ve neden bu deneyim sadece dört yıl sürdü?
– Kemençe, klasik müziğimizde apayrı lezzete sahip bir enstrümandır. Ney ve tanburla birleştiğinde, müthiş bir etki oluşur. İhsan Özgen’le 1966’da karşılaştığımda çok etkilenmiştim. Müthiş bir müzikçiydi. Hemen Münir Nurettin’e götürdüm, tanıdığım diğer ustalarla tanıştırdım. Bir dönem Ankara’da yaşaması gerekince, bağlantımız koptu. 1975’de tekrar İstanbul’a gelince, üçlü olarak çalışmaya başladık. TRT’de çok güzel kayıtlar yaptık. 1980’den sonra bizim konser faaliyetlerimizi azaltmamız nedeniyle, üçlü de dağıldı. İhsan Özgen’le en son 1988’de kemençe, tanbur ikilisi olarak Amerika turuna çıkmıştık…
Konser vermeseniz de Niyazi Sayın’la düzenli olarak bir araya geliyor musunuz, eskisi gibi aile içinde meşk akşamları yapar mısınız?
– Zaman zaman farklı topluluklarda birlikte çalsak da, 1980’den sonra ikili konser vermedik. İstanbul’un iki farklı yakasında oturduğumuz için eskisi kadar sık bir araya gelemiyoruz. Fakat yine de düzenli olarak görüşüyoruz, telefonlaşıyoruz. Bizim sohbet konularımız, nüktelerimiz hiç bitmez.

İki CD yapacak kadar kayıt var

Sizce Necdet Yaşar – Niyazi Sayın ikilisi, iç uyum, yaratıcılık açısından ne zaman doruğa çıktı?
– 1960’ların başında uyum açısından doruğa ulaşmıştık. Mesut Cemil‘in korosu, Münir Nurettin’in heyetinde bu dönemde yaptığımız ikili taksimler bizi çok mutlu etmiştir.
Affınıza sığınıp soruyorum: Türk bilim adamları günün birinde uzaya bir roket gönderecek olsalar, içine diğer dünyalardaki canlılara Anadolu kültürünü tanıtmak için ses örnekleri koymak isteseler, sizden sadece bir icra ya da taksim talep etseler hangisini seçerdiniz?
– Bu soruya cevap veremeyeceğim.
Bugüne kadar sadece bir albümünüz yayımlandı. Arşivinizde gün ışığına çıkmamış ne kadar ikili kayıt var?
– Son yıllarda koleksiyoncu dostlarımız bize çok sayıda kayıt iletti. Fakat iyi ses kalitesine sahip kayıt az. İki hatta üç CD yayımlayacak kadar kayıt var elimizde. Önümüzdeki günlerde Niyazi Sayın’la bir araya gelip, bu kayıtları dinleyeceğiz. Yayımlanmasını istediklerimizi seçeceğiz.
İkiliniz kurulduktan 57, son konserini verdikten 30 yıl sonra Kültür Bakanlığı’nca ödül verilmesi sizi sevindirdi mi?
– Herkes daha evvel ödüllendirilmeliydiniz, çok geç kalındı, diyor. Bence bunu tartışmamak gerekir. Bu kadar yıl sonra hatırlanmak, takdir edilmek bile sevindirici. Başbakanın, kültür bakanının katıldığı ödül töreni her sanatçıya nasip olmayan bir vefa örneğiydi, çok duygulandık.
(Serhan Yedig / 7 Şubat 2010’da Hürriyet’te özetlenerek yayımlanan mülakatın tam metni)

Oğulları ve torunlarıyla birlikte

NECDET YAŞAR
Gaziantep’in Nizip ilçesinde, 1930’da doğdu. Babasının geniş taş plak koleksiyonu sayesinde müziğe ilgi duydu. İlkokul yıllarında, Aşık Veysel’i ilk dinlediğinde bağlama çalmaya heves etti. Ortaokulda ilk bağlamasını aldı, kendi çabasıyla öğrendi. O günleri söyleşimizde şöyle anlatıyordu: “Ailem Gaziantep çevresinde büyük topraklara sahipti. Örneğin Fırat Nehri üzerinde 500 dönümlük bir adamız vardı, nehir çevresinde arazilerimizde tarım yapılırdı. Babam rüştiye mezunu. Uzun yıllar adliyede katiplik, hatta dava vekilliği yapmış. Sonra tarımla uğraşmaya başlamış. Evimizdeki gramofonda çok kaliteli eserler dinlenirdi. Yıllar sonra ustaların konserlerini, radyodaki icralarını dinlerken hep bu ustaları ilk kez çocukluğumda dinlediğimi hatırlardım. Kulağım bu seslerle doluydu İstanbul’a, İktisat Fakültesi’ne gelirken.” 1950’de, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okuduğu günlerde Tanburi Cemil’in plaklarını dinledi ve bu etkiyle tanbura geçti. Nevzat Atlığ yönetimindeki koroda dikkat çekip, 1953’te Mesut Cemil’in önerisiyle İstanbul Radyosu Türk Müziği Korosu sazendeleri arasına katıldı. 1958 – 1976 arasında Münir Nurettin’in yönetimindeki Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde görev yaptı. 1988’de Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Topluluğu’nu kurdu, sanat yönetmenliğini üstlendi. ABD’den Kore’ye çok sayıda ülkede konser verdi. 1972-73 ve 1980 – 81 arasında Seatle’daki Washington Üniversitesi’nde konuk sanatçı olarak ders verdi. 1995’te emekli oldu. Yıldız Üniversitesi’nde dersler verdi, Necdet Yaşar Ensemble’ı kurdu. İki oğul, üç torun sahibi Necdet Yaşar 27 Ekim 2017’de yaşama veda etti.

NİYAZİ SAYIN
1927, İstanbul doğumlu. Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde müziğe başladı. Neyzen, ressam Halil Dikmen’den 15 yıl dvrs aldı. İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndan mezun olduktansonra, 1950’de, neyzen Süleyman Erguner’in davetiyle İstanbul Radyosu programlarına katıldı, kadroya geçti. Arşiv düzenlemelerine katıldı. Ayrıca Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde görev yaptı. 1976’dan bu yana Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda ders veriyor. Uzun yıllar Konya’daki Mevlana Haftaları’nda neyzenbaşı olarak görev yaptı. 1980’de TRT’den emekli olan Sayın, 1980 – 81’de Washington Üniversitesi’nde ders verdi. Bekar ve geçmişteki evliliğinden bir oğul sahibi.

SÖYLEŞİ NOTLARI

Necdet Yaşar ve Niyazi Sayın’ın yıllar önce yaptıkları kayıtlar 2006’da öğrencileri Birol Yayla ve Şenol Filiz ’in girişimiyle ilk kez yayımlandığında iki ses ustasıyla röportaj yapmak istemiştim. Dostlarına sorduğumda, röportaj vermeyi pek sevmediklerini, özellikle Niyazi Sayın’ın basından uzak durduğunu öğrenip vazgeçmiştim. 2009 Kültür Bakanlığı, Kültür ve Sanat Büyük Ödülü ikiliye verilince kapılarını birçok gazetecinin çalacağını tahmin ettiğim için şansımı denemeye karar verdim. Bir kez daha öğrencilerine, ortak dostlarına danıştım. Necdet Yaşar’la görüşmemin, onun referansıyla Niyazi Sayın’a gitmemin daha doğru olacağını söylediler.
Ödül töreninden iki gün sonra Necdet Yaşar’ı aradım. Telefondaki sesi endişeliydi. Biraz üsteleyince sebebi anlaşıldı: “Geçmişte çok sayıda röportaj verdim. Hepsinin ilk sorusu, müziğe nasıl başladınız. Aynı bandı başa sarıp, tekrar tekrar çalmaktan yoruldum” dedi. Onat Kutlar’ın 1992’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Tanburi Necdet Bey Tarafından” başlıklı portre yazısından, Kalan Müzik’in yayımladığı albümlerde araştırmacı Bülent Aksoy’un yazılarından bahsettim. “Peki öyleyse, yarın sabah görüşelim” dedi.
Gonca Tokuz’un Tanburi Necdet Yaşar / Anılar – Dostlar başlıklı kitabının yayımlandığını Hürriyet’te, Sefa Kaplan’ın haberinden okumuştum. Fakat kitabı bulamamıştım. Necdet Yaşar’dan röportaj sözünü alınca, üstelik bir de kibarca uyarılınca bu kitabı bulmak farz olmuştu. Karlı, fırtınalı bir İstanbul akşamında Levent’ten başladım aramaya, Taksim’den Tünel’e uzandım. Beşiktaş ve Kadıköy merkezindeki kitapçıları dolaştım. Bırakın tükenmiş olmasını, ismini dahi duymamışlardı. Bilgisayar kayıtlarında yoktu. Umutsuz bir şekilde eve döndüğümde internetten öğrendim nedenini. Kitabı oğlu Ali Yaşar yayımlamış, 1500 adet bastırmıştı. Daha önce yayımlanmamış kayıtları içeren CD’li, 331 sayfalık büyük boy, lüks kağıda basılı kitabın maliyeti tahminen bütçesini aşmış, bu nedenle dağıtımı çok kısıtlı yapılmıştı.
Ertesi gün Necdet Yaşar’ın karşısına oturduğumda ilk işim itirafta bulunmak oldu. Bir gece önceki maceramı anlatıp, kitabı okumadığımı söyledim. Gonca Tokuz’a anlattıklarını tekrarlamasını istersem beni peşinen bağışlamasını talep ettim.
Güldü Necdet Yaşar. Kültür Bakanlığı’nın kitapların yarısını satın alıp, kitaplıklara dağıtmak istediğini anlattı. “Çok sevindik. Fakat bakanlığın satın alma birimi maliyetin yarısı kadar bir ücret önerdi. Bu fiyattan versek ciddi zarara girecektik. 200 kitap hediye etmeyi önerdim. Cevap gelmedi” dedi.
Eğer siz de kitabı bulamazsanız, benim gibi İstanbul turu atmak yerine yayınevini aramanızı öneririm. (Brainstorm: 0212 347 87 00)
Necdet Yaşar, 2010 Martı’nda 80 yaşına girecek. Buna karşın son derece dinç. Sigara kullanmadığı için yüzünde yaşını ele veren ipucu yakalamak zor. 60’ların sonunda olduğu bile söylenebilir. Çocukluk çağında gözlerinde ortaya çıkan ileri derecede miyopi çağdaş teknolojinin nimetleriyle hayatında sorun olmaktan çıkmış. Gözlük kullanmakla birlikte, görme sorunu yaşamıyor. Tek sorunu kulaklarındaki işitme kaybı. Bu nedenle kulaklık kullanıyor.
Evinde, salonun bir köşesi müziğe ayrılmış. 12 tanburundan dördü bir köşede duruyor. Gramofonu sehpasının üstünde. Bu köşede, Sarıkız’la fotoğrafını çekmek istediğimde, duvara yaslanmış eski ahşap kapıyı gösterip öyküsünü anlatıyor: “Tanburi Cemil’in evi yıkıldığında tesadüfen Niyazi Sayın önünden geçiyormuş. Yıkıntıların arasından bir pencere kafesi ve bu kapıyı kurtarmış. Kapıyı bana armağan etti. Arkasındaki yüzeyde, Tanburi Cemil’in çizdiği bazı desenler ve Fransızca bir cümle yazıyor. Bu yüzeyi korumak için kapıyı ters koydum.”
41 yıllık eşi, iki oğlunun annesi Fersan Hanım’ın demlediği çay eşliğinde başlıyoruz konuşmaya. Üç saati aşacak sohbetimizde, arada teybi kapattırıp, hoş anekdotlar anlatıyor Necdet Yaşar. “Bunları konuyu kavramanız için anlatıyorum, yazılmamasını rica ediyorum” diyor. Hayatta olduğu sürece gün ışığına çıkarmak istemediği hicivleri, Gaziantep yöresinin aksanla anlattığı fıkralarını bu koşulla dinliyoruz. Birlikte gülüyoruz. Söz Özbekler Tekkesi’nden, sazlı sözlü meşk akşamlarından bahsederken “Peki hiç dini sohbet yapılmaz mıydı” diye sorunca “Hayır, dini konulara pek girilmezdi” diyor önce. Sonra “Bir de Niyazi’ye soralım, belki ben hatırlayamadım” diyor.
İki usta telefonda hal hatır sorup, şakalaşıyor. İstanbul’dan kar kalkınca yapacakları kebap partisi üzerine konuşuyorlar. Necdet Yaşar, benden ve söyleşimizden bahsediyor. Bilgiyi doğrulatıp, onunla da görüşmek istediğimi söylüyor. Telefonu uzatıyor. Niyazi Sayın’ın sesi zayıf, yorgun geliyor telefonda. Hastalandığını, birkaç gündür yattığını söylüyor. Röportaj için uygun olmadığını anlatıyor. “Şunu söylemek isterim ki bu ikili tanburla neyin buluşması değildi. Bir gönül birlikteliğiydi” diyor. 57 yıl sonra gelen ödülü sorduğumda ise biraz duraklıyor. Ardından muzip bir ses tonuyla cevaplıyor: “Geç oldu ama güzel oldu…” Hastalığı atlattığında görüşmek üzere vedalaşıyoruz Niyazi Sayın’la.
Söyleşinin sonunda Gonca Tokuz’un kitabını getiriyor Necdet Yaşar.  “Değerli genç kardeşime” diye imzalarken söyleşiden duyduğu memnuniyeti ifade ediyor. Bu arada ikinci bir armağan daha veriyor: “Niyazi ile kebap partisi için buluştuğumuzda sana da haber vereceğim, sözüm söz…”
Şimdi heyecanla bu buluşmayı bekliyorum.
Bu mülakatı bir tanışma kabul edip Gonca Tokuz’un kitabını, Bülent Aksoy’un ikilinin müziği üzerine analizlerini okumanızı öneririm. * Serhan Yedig

 © Tüm yayın hakları saklıdır.

Linkler

Wikipedi biyografisi

 

Share.

Leave A Reply

fourteen + 17 =

error: Content is protected !!