Sibelius’un sustuğu yer

0

Jean Sibelius, ölümünden 30 yıl önce ansızın suskunluğa büründü. Helsinki’nin 30 kilometre uzağında, ormanın içindeki villaya çekildi ve dünyayla bağlantısını kesti. Gün ışığına çıkmayan 8. Senfoni’sini de Ainola adını verdiği bu evde yaktı.

 

Klasik müzik tarihinde iki uzun suskunluk ünlüdür: Rossini ve Sibelius’un.

Rossini’nin sessizliği 40 yıl sürdü. Buna değerdi. Kentli yaşamdan vazgeçmediği suskunluk döneminin önemli bölümünü Paris’te geçirdi. Kendini mutfağa, yemeklere verdi, etler konusunda uzmanlaştı, özel soslu ve kaz ciğerli tournedos Rossini’yi icat etti. Sibelius’unki yaklaşık 30 yıl sürdü. Çok daha katı, hüzünlü, adeta kendisini cezalandıran, bulunduğu mekanla çok bağlantılı bir içe kapanma örneğiydi. Rossini daha sonra tekrar müziğe döndü, “Yaşlılık Günahlarım” başlıklı eserleri besteledi. Sibelius’un ise öfkesi hiç yatışmadı. Sustu ve suskun kaldı.

Müziğini ilk kez, yaklaşık yarım yüzyıl önce Anthony Collins yönetimindeki Londra Senfoni Orkestrası’nın kayıtlarıyla tanımıştım. Eski Ace of Clubs marka uzunçalarların kapaklarında Norveç’ten siyah beyaz fotoğraflar vardı: Karlı zirveler, fjord’lar, kule gibi yükselen çam ağaçları… Sanıyorum bu imgelerin de etkisi olmuştu müziğini sevmemde. Sakinlikle birlikte dalgalı bir melankoli vardı fotoğraflarda ve müzikte. Ve öyle görünüyordu ki benim huzursuz delikanlı ruhumla uyum içindeydi. Fakat müziği hayatım boyunca hep benimle oldu. Ve genellikle bestecilerin hayatı ilgi alanıma girmese de Sibelius bir istisnaya dönüştü. Hınzır mizahla katı ilkelerin karışımı üslubuna saygı duydum. Eserlerini yönetmek üzere İngiltere’ye turneye gittiğinde, bir konser öncesinde “Burada çok sayıda dostum var, umarım doğal olarak düşmanlarım da” demişti. Basında yer alan olumsuz eleştiriler konusunda genç meslektaşını şöyle teselli etmişti: “Şunu hep hatırla: Yeryüzünde müzik eleştirmenlerinin heykelinin dikildiği hiçbir şehir yoktur!” Ve sessizliğe büründüğü son yıllarda (91 yaşına kadar yaşadı) günlüğüne düştüğü notta “Neşelen, ölüm kapıda” yazmıştı.

Evet, uzun yıllardır Helsinki merkezine 40 kilometre uzaktaki Sibelius Evi’ni görmek istemiştim. Göller, çam ormanları, gümüşi dev huş ağaçları arasındaki evin şöhreti bence ikili özellik taşıyordu: Yaratıcılık ve yok etmek, müzik ve sessizlik….

Eve eşinin adını verdi

Çoğu sanatçı evinin önceki, sonraki sahipleri vardır.  Kiminde sanatçının varlığının kırıntısı kalmıştır sadece. Kimilerinde müzeleştirme faaliyeti, küratörün mucitlikleri, yapıya sıkıştırılan araştırma merkezleri sanatçının ruhunu ezip geçmiştir. Sibelius Evi, sanatçının dehasıyla baş başa kalabileceğiniz nadir örneklerden. Ona ait, onun tarafından yapılmış ve sadece onunla ilgili. Besteci, 1903 yılında, Tuusula Gölü yakınındaki Järvenpää’dan dört dönüm arazi almıştı. O dönemde burada bir sanatçı grubu yaşıyordu. Fakat Sibelius’u çeken uçsuz bucaksız kırlardı. Yürüyüşe çıkmayı severdi. Çevresinde kazların, kuğuların uçuşmasını da…

1904 Eylülü’nde ailesiyle birlikte, henüz bitmemiş eve taşındı. İsmini Ainola koydu. Eşinin adı Aino’ydu. Evin ismi “Aino’nun Yeri” anlamına geliyordu. Beş kızlarını bu evde yetiştirdiler. Altıncısı çocukken öldü. 1905 tarihli keman konçertosu, son beş senfonisini Sibelius burada besteledi. Ve burada tek nota yayımlamadan 30 yıl geçirdi. Ölümün kapıdaki bekleyişi 1957’de sona erdiğinde, besteci buraya gömüldü. Aino, 12 yıl daha yaşadı. Şimdi, yaklaşık 2 metrelik bronz kapakta ikisinin ismi yan yana yazılı. Mimar damatları Aulis Blomstedt’in tasarladığı mezar, son senfonilerin görkemli yapısını da yansıtıyor. Aino 97 yaşında öldüğünde, beş kızı evi daha fazla tutmak istemedi. 1972’de eşyalarıyla birlikte devlete sattı. 1974’te müze açıldı.

“Ulusal Romantik” üsluptaki evi hiçbir ücret almadan mimar arkadaşı Lars Sonck çizmişti. Dev kütüklerden yapılan villalar için su geçirmez, güçlü bir taş zemin gerekir.  Aino, evin zemin katına çamaşırhaneyle birlikte sauna inşa ettirmişti. Çevresine sebze ve çiçek bahçeleri yapmıştı. Diktiği meyve ağaçlarından birkaçı hâlâ hayatta. Büyük çam kütükleriyle tavanı yükseltilen salona İskandinav usulü büyük bir çini soba yapılmıştı. Bu unsurlar eve kalıcılık katıyordu. Eşyalar bir yana Sibelius Ailesi’nin iki yardımcısı da tam 60 yıl onlarla yaşadı…

Duvardaki elma soyma makinesi

Aradan geçen zamanda neredeyse hiçbir şey değişmedi. Sadece Sibelius’un el yazması partisyonları Fin Ulusal Arşivi’ne alındı. Bir zamanlar Sibelius ve müziğinin yaşadığı mekan hâlâ aynı atmosferi koruyor. Bestecinin yazın giydiği beyaz takım elbise, çalışma odasındaki askıda asılı. Geniş kenarlı Borsalino şapkası, bastonu masa yakınında. 50’nci doğum gününde hediye edilen tam kuyruk Steinway yerli yerinde (bestelerini zihninde oluşturup kağıda geçirirdi, piyano başında yazmazdı). Duvarlarda hayatının son beş yılında yayımlanan National Geographic dergilerinin kapakları asılı. 1892’de evlendikten sonra kullanmaya başladığı Rus meşesinden çalışma masasının üstünde Aino’nun yaptığı tahta cetvel duruyor. Partisyonları bu cetvelle hazırlamış. Yanında boş bir Corona purosu kutusu, içinde Aino’nun fotoğrafı olan zarif bir Tiffany fotoğraf çerçevesi, masanın üstüne açılmış partisyonda büyük eserlerinden 4. Senfoni… Bununla birlikte ev atmosferi hemen yanı başında: Mutfağın duvarına Sibelius’un Amerika’dan getirdiği elma soyma makinesi monte edilmiş. Kolunu çevirdiğinizde Heath Robinson yapımı demir cihaz elmanın kabuğunu soyuyor, içini çıkarıp dilimliyor. Aynı yolculuktan dönerken eşine Tiffany pırlantası da getirmişti. Fakat elma soyma makinesi hafızada daha çok yer ediyor.

Şöhretin izleri her yerde… Şimdi çok kurumuş olan defne dalından tacı doğum gününde giyerdi. Bununla birkaç fotoğrafı var. Ne zaman Finlandiya darphanesi, büyük sanatçının portresi olan bir madalyon basacak olsa bir kopyasını da ona gönderirdi. Örnekler duvarlarda asılı. Bu büyük deha aile hayatını da sürdürmek zorundaydı. Ve kimi zaman bu hiç de kolay olmuyordu. “Birbirine sürekli temastan ruhlarımız yıpranıyor” diye yazmıştı günlüğüne. Şunu eklemişti: “Kendime bir çalışma stüdyosu inşa ediyorum. Çocukların ağlaması, zırlaması her şeyi berbat ediyor…” Fakat bu stüdyoyu yapmadı. Yerine çalışma odasını üst kata taşıdı, o evdeyken herhangi bir enstrüman çalınmasını yasakladı. Çocuklar müzik egzersizlerini yapmak için, babaları günlük yürüyüşe çıkmasını beklemek zorundaydı.

Toplam borcu 1,5 milyon TL’yi bulmuştu

Ev hiçbir açıdan lüks sayılmaz. Bununla birlikte rahat ve kullanım açısından pratik. Ziyaretçilerin şunu da unutmaması gerekir ki, yazın şehirden kaçmak amacıyla yapılmıştı.  Hayatının önemli bölümünde Sibelius borçlarla mücadele etti. Sebebi lüks yaşam tutkusuydu. Yemeğin iyisine, alkole meraklıydı. Günlerce ortadan kaybolduğu olurdu. Fakat onu her zaman istiridye ve şampanyasıyla meşhur restoranda bulmak mümkündü. Lüks merakı ve içkiye düşkünlüğü hayatı boyunca sürdü, odasında asılı beyaz takım elbise Paris’ten alınmıştı, ayakkabı ve gömlekleri Berlin’de dikiliyordu. Aino ise çocuklarını daha kaliteli ürünlerle beslemek amacıyla tavuk ve sebze yetiştiriyordu bahçede.  Meyve ağaçları dikmişti. Çocuklarının öğretmeni olmuştu. Sibelius, Ainola’nın inşası sırasında büyük bir borcun altına girdi, ödemesi yaklaşık 20 yıl sürdü. Müzenin web sayfasında (sibelius.fi) bestecinin 1892-1926 arasındaki borçları listelenmiş. Borç tavana vurduğunda toplamı bugünün parasıyla 1,5 milyon TL’ye ulaşmış.

“Fakat dünya çapında ünlü bir besteciydi, nasıl olur” diye soracaksınız. Besteleri sürekli seslendiriliyordu. “Şovenizmin olmadığı ülke” dediği İngiltere dahil pek çok ülkede orkestra yönetiyordu (Şovenizm değerlendirmesi yaparken, muhtemelen müzik açısından konuşuyordu sadece). 1934’te yayımlanan kitabı “Music Ho!”da Constant Lambert besteciyi “Beethoven’den bu yana en önemli senfoni yaratıcısı” olarak selamlıyordu. Yale Üniversitesi, 1914’te onursal doktora vermişti. Böylesine önemli bir sanatçı nasıl olur da evinin borcunu ödeyemezdi? Nasıl olmuştu da 1910’ta dostlarının yardımıyla iflastan kurtulmuştu.

Cevap, telif ücretleriyle ilgili yasal düzenlemelerin tarihinde saklı. Sibelius besteciliğe başladığında Finlandiya, Rusya’ya bağlıydı. Rusya uluslar arası telif hakları sözleşmesini imzalamamıştı. Konserlerde şeflik ücretinden, eserleri basan yayınevlerinin ödediği teliften başka kazancı yoktu bestecinin. Örneğin 1905’te Berlin’de Robert Lienau ile imzaladığı anlaşmaya göre dört büyük eser yazmayı taahhüt etmişti. İlkinin telifi Aino’nun saunasına gitti. 1919’da Finlandiya bağımsızlığına kavuştu, fakat 1928’e kadar Berne Telif Anlaşması’nı imzalamadı. İşte Sibelius bu dönemde sessizliğe büründü.

Zaten, daha önce tüm hakları yayıncıya satılmış bir eserden telif beklentisi olamazdı. İşte en tuhaf örneklerden biri: Sibelius 1903’te meşhur eseri “Triste Valsi”ni “Kuolema”nın parçası olarak bestelemişti. Ertesi yıl eserin iki düzenlemesini yaptı. Her birini 100 mark’a sattı (günümüzün parasıyla yaklaşık 16 bin TL). O zaman için çok iyi fiyat olduğu düşünülebilir. Fakat “Triste Valsi” bestecinin en ünlü eserine dönüştü. 1930’larda “White Christmas”tan sonra dünyada en çok çalınan eser ilan edildi. Sibelius ne baskısından ne de icrasından tek kuruş kazanabildi. Dostlarının yardımı, ulusal düzeyde toplanan paralar ve emeklilik maaşıyla yaşamını sürdürdü. 1912’de ülkesini terk etmeyi bile düşündü. Hemen hükümet harekete geçti. Gazetelerde “Jean Sibelius Finlandiya’da kalacak” başlıkları görüldü. Borçlarını ödeyip düze çıkacak duruma nihayet 1927’de, 62 yaşında ulaştı. Öldüğünde epeyce zengin olmuştu… Sonra günün birinde yine işler tersine döndü. You Tube telife konu olan pek çok eseri ses ya da görüntü olarak yayımladı. Google yasaları çiğneyip telif hakları koruma altındaki binlerce kitabı dijitalleştirerek kullanıma açtı…

Senfoni taslaklarını yaktı, rahatladı

Sibelius, eserlerini yaktığı sobanın yanında

Şöhrete kavuştuktan sonra hayranlarına sıradan ürünler sunup para kazanmak yerine sessizliğe bürünen yazarların, bestecilerin bu tutumunda kahramanca bir özellik olduğu söylenebilir. Sibelius yıllarca Sekizinci Senfoni’yle uğraştı. Şefler, konser düzenleyenler sürekli kapısını çaldı, eserin gelişimini sordu. Partisyonlarını görmek için yalvardı. Bu teklifleri hep reddetti. Kimilerine göre sadece bir bölümünü tamamlamıştı eserin. Bununla birlikte defalarca “senfoniyi bitirdim” açıklaması yaptı. Muhtemelen sadece zihninde tamamlamıştı. 1940’ların başında bir gün Sekizinci Senfoni ile birlikte çok sayıda tamamlanmamış ya da müzikal açıdan yeterli bulmadığı eserin notasını çamaşır sepetine doldurdu. Çekerek salona taşıdı. Aino’nun da yardımıyla çinili sobaya doldurup yakmaya başladı. Bir süre sonra duruma dayanamayan Aino onu salonda yalnız başına bıraktı. Yanan eserlerin neler olduğunu o da bilmiyordu. Soranlara şunu söylemekle yetindi: “Eşim biraz sakinleşti. Daha iyimser hale geldi. Mutlu günlerimizdi…”

Kuğular, turnalar ve ördekler

Çinili sobayı bölgedeki tuğlacılar yapmıştı. Köy evlerini çağrıştıran irice soba harika yeşil çinilerle kaplanmıştı (Sibelius renkleri notalarla özdeşleştirir: Yeşil fa majör, sarı si majör).  Eğildim, çelikten küçük kapağını açmayı denedim. O müziğin küle dönüştüğü yeri görmek istedim. Sıkıca vidalanmıştı kapak. Aino’nun dulluk yıllarında soba elektrikli hale getirilmişti. 1950’lerin başında, Philips’in başkanının besteciye hediye ettiği, kitaplığa yerleştirilmiş ceviz kaplamalı radyo da elektrikle çalışıyordu. 30 yıl boyunca suskunluğa bürünen bestecinin evine Berlin, Londra, Paris ve New York’tan müzik bu radyo kanalıyla ulaşmıştı. Oysa 40 kilometre ötede eserleri hep seslendiriliyordu. 1957’nin 20 Eylül gecesi, Sibelius son nefesini verirken Sir Malcolm Sargent’in yönettiği Helsinki Kent Orkestrası bestecinin Beşinci Senfoni’sini çalıyordu örneğin… Doğal olarak konseri Fin radyosu canlı yayımlıyordu. Aino o akşam eşinin bilincinin açılmasına yardımcı olacağı umuduyla radyonun tuşuna basmayı düşünmüş, fakat sonunda vazgeçmişti.

Hayatının son yılında Sibelius güncesine şunları yazdı:

“Kuğular hep zihnimde. Hayata görkem katıyorlar. Şunu belirtmek çok tuhaf olacak: Hayatta hiçbir şey, hiçbir sanat eseri, edebiyat ya da müzik beni kuğular, turnalar ve tarla kazları kadar etkilemedi. Ötüşleri ve görünümleriyle…”

Bugün Ainola’nın bahçesinde durduğunuzda çevrenizdeki doğanın sesinden çok yakındaki otoyoldan gelen vızıltıları duyuyorsunuz. Bununla birlikte ev evrensel sanatla pratik yaşamın, büyük bir şöhretle demir elma soyma makinesinin,  büyülü seslerle uzun bir suskunluğun sihirli kesişme noktası  olarak özelliğini koruyor.

(Julian Barnes / Ocak – Şubat 2012 / Intelligent Life, Tercüme: Serhan Yedig)

Notlar

  • Ainola, 2 Mayıs- 30 Eylül arasında saat 10.00-17.00 arasında açık. Pazartesileri ve 22 Haziran’da kapalı. (www.ainola.fi)
  • Julian Barnes, romancı ve denemeci. 2011 yılında “Bitiş Duygusu”yla İngiltere’de Man Booker Ödülünü, ayrıca edebiyattaki yaşam boyu başarısıyla David Cohen Ödülü’nü kazandı.
  • Yazar yaşlılık ve ölüme yaklaşmayı ele aldığı “Limon Masası” (Ayrıntı Yayınları) kitabındaki “Sessizlik“ başlıklı öyküde Jean Sibelius’u felsefi açıdan anlatıyor.

Linkler

Share.

Leave A Reply

9 + eight =

error: Content is protected !!