20’nci yüzyıl başında taş plaklarda türküleri dinlenen Tanburacı Osman Pehlivan, İstanbul’un Kadıköy semtinde at arabasıyla yük taşıyor, Göztepe’de bostancılık yapıyordu. Repertuvarında Trakya’dan Doğu Anadolu’ya pek çok türkü vardı.
Osman Pehlivan’ı Konservatuvarda buldum. Düşük bıyıklı, uzun tıraşlı, gözlüklü, zayıf bir yüz. Fakat onda eski pehlivanlığını hatırlatan geniş omuzlar ve dik bir göğüs de yok değil.
Osman Pehlivan’a, bana hayatını nakletmesini söyledim. Bir müddet düşündü, sonra:
– Nesini anlatayım ki, dedi.
Mesela, bugüne kadar birçok maceralarınız olmuştur. Seyahatler yapmışsınız. Sazınız her yerde beğenilmiş. Sonra plağa da çalmışsınız. İşte bunları anlatın bari…
– Eh… Gençlikte birçok yer dolaştık. Arabacılık yaptık, büyüdük; pehlivan olduk. Türkiye’de gezmedik memleket bırakmadım. Hatta bir aralık Mısır’a da gittim.
Ne münasebetle gitmiştiniz?
– Bir prensle beraber gitmiştim, Prens Yusuf Kemal Paşa ile… O beni götürmüştü.
Babanız kimdi?
– Babam berber Halil Ağa.. Daha doğrusu Palabıyık Halil Ağa…
Osman Pehlivan, burada eliyle kocaman bıyıklar işaret etti ve:
– Babamın bu kadar bıyıkları vardı, dedi.
Ben çaldım, Nebile Hanım söyledi
Peki, nerelisiniz?
– İstanbullu değilim. Fakat buraya üç yaşında geldim. ’93 Harbi’nde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) Tırnova’dan hicret ettik. Geldik, burada Kadıköyü’nde yerleştik. Burada büyüdüm, burada yetiştim. Demin de söylediğim gibi, arabacı oldum, saz çaldım ve Anadolu’ya gittim.
Düşünüyorum ki, Osman Pehlivan gezmiş, tozmuş, bin bir maceraya atılmış, adlı sanlı, dev gibi bir pehlivan olmuş; fakat sazının esiri olmaktan bir an bile kurtulamayarak…
Seslerin en incesini, fakat en ulvisini çıkaran bu küçük saza, bu dev bedenli, dik bakışlı adam nasıl teslim olmuş?
Plağa ilk defa ne zaman çaldınız?
– 16-17 sene evvel… (1913-14) O zaman Orfeon Fabrikası vardı, orada çalmıştım. Ondan sonra da geçen sene Kolumbiya’da çaldım.
Kaç parça?
– 11 parça… Dördünde Nebile Teker söyledi, ben çaldım… Üç tanesi zeybek havasıdır, bunları da yalnız sazla çaldım. Diğerlerini ben çaldım, Suphiye Hanım söyledi. Çaldığım eserler arasında: “Vardım baktım demir kapı sürgülü”, “Kerem”, “Güvende”, “Anadolu” oyun havası vardır.
Tüm eserlerimi eşit oranda severim
Eserlerinizden en çok hangisini seversiniz?
– Hepsini… Bugün birini severim, ona doyunca bir başkasını sevmeye başlarım. Fakat hiçbirini öbüründen fazla değil…
Ne güzel bir sanatkâr ifadesi bu… Sanatkâr Osman Pehlivan eserlerini, bir yeşil kaynaktan boşanan berrak sular gibi içiyor ve suya kandım dediği zaman, hâlâ susuzdur.
Bir eserinden öbürüne atlarken, değişen sadece kadehtir; yoksa içindeki o berrak mayi değil…
Sordum:
Bu sene de plağa çalacak mısınız?
– Evet… ‘Ankara koşması’, ‘Bartın 05nın havalan’, ‘Erzurum havalan’, birkaç da Rumeli havası…
Her plak için kaç para alıyorsunuz?
– Bu gizlidir, bunu söyleyemem.
Osman Pehlivanla yaptığım mülakatta hazır bulunan Konservatuvar Müdürü Yusuf Ziya Demircioğlu Bey, izah etti:
– Pehlivan Konservatuvar’da maaşlı memurdur. Plaklara konservatuvar namına çalar. konservatuvarda her plak satışından 20 kuruş alır.
Göztepe’de bostancılık yapıyorum
Çok iyi… Pehlivan’ın sazdan başka meşgalesi var mıdır?
Osman Pehlivan cevap verdi:
– Elbette başka işlerim de var. Şimdi Göztepe’de oturuyorum. Orada tarlam var. Bostan ekerim, arpa ekerim, buğday ekerim, rençberlik yaparım.
Ve avuçlarının içindeki nasırları gösterdi:
– Bunlar saz çalmakla olur mu hiç, dedi.
Kuzum Pehlivan, zeybek kıyafetinde bir resminizi çektirsek.
– Hayhay, nasıl isterseniz.
Ve ertesi gün gazetemizin fotoğrafçısını gönderdim, bu gördüğünüz resmi çektirdim.
(Hakkı Süha Gezgin / 27 Haziran 1929 / Vakit gazetesi)
Kadıköy’de kahvecilik, berberlik, dişçilik ve sünnetçilik yapardı
Başbakanlık Matbuat Umum Müdürlüğü’nce yayımlanan, dönemin alanındaki tek dergisi Radyo, Tanburacı Osman Pehlivan’ın vefatını okurlarına özel fotoğraflarla ve güreşçiliğine ağırlık veren bir yazıyla duyurmuştu. Kapak fotoğrafı 1941’de, Tanburacı Osman’ın vefatından bir yıl önce çekilmiş, iç sayfalardakiler ise özel albümünden alınmıştı.
Tanburacı Osman Pehlivan Tırnova muhacirlerinden Palabıyık Halil Ağa isminde bir zatın oğludur. 1874’te Tırnova’da doğmuştur. Halil Ağa Kadıköyü’nde pazar yerinde kahvecilik ve berberlikle geçinirdi. Ufak tefek cerrahlıklar yapardı. Dişçilikle sünnetçiliğin de gelirlerini kazancına eklemişti.
Çocukluğunda öğrendi
Halil Ağa’nın kahvesinde Kaplan adında bir saz şairi vardı. Güzel tanbur çalardı. Destanlar düzer, maniler yapar, köyden köye, şehirden şehire dolaşır, yolculuğu olmadığı zamanlarda da Halil Ağa’nın kahvesinde yatar kalkardı.
Açık göz Osman ruhunun saza olan meylini pek çabuk duydu ve kavradı. Tanburla arkadaş oldu. 1306 (1888) tarihlerinde Osman Pehlivan tanburunu dinletecek kadar ilerletmişti. Yavaş yavaş güreşe de heveslendi. Adapazarı taraflarında bir memuriyette olduğunu sandığım kardeşi Rıza ile oynaşmağa haşladı. Rıza güreşten çabuk usandı, vazgeçti. Fakat Osman peşini bırakmadı. Günden güne serpildi. Desteden küçük ortaya, küçük ortadan büyük ortaya, sonra başaltına güreşmeğe başladı. Bir çok defalar da başa güreşti.
İzmit’te Kabaoğlu köylü Kara Mustafa Pehlivan’la Gebze’nin Demirciler Köyü’ndeki güreşte başa güreşti. Bizim de, kendisinin de beğendiği bir kündeyle Mustafa Pehlivan’ı yenerek başın ödülünü aldı.
Kartal’da Soğanlı Köyü’ndeki güreşte de başa güreşti. Hasmı Arnavut Mestan isminde bir pehlivandı. Çok zorlu bir güreşten sonra halk bu iki genç pehlivanın birbirlerini hırpalamalarına razı olamadı ve ikisini berabere bıraktırdılar.
Güreş aşkına İstanbul’dan Serez’e gitmişti
Tanburacı Osman, çok çevik bir pehlivandı. Tanburundaki kıvraklık kadar güreşleri de kıvraktı. Çok güzel bir vücudu vardı. 1315 ile 1325 (1897-1907) yılları arasındaki on sene Osman Pehlivan’ın ele avuca sığmadığı zamanlardır.
Osman Pehlivan, Erenköylü Osman Pehlivan’dan çok ders almıştı. Künde ve sarması kadar ters kepçesi ve hele dalışları iyiydi. Bağırarak, gülerek güreşirdi. Güreşi çok sertti. Oyun içinden oyun çıkarır hasmını düşünmeye ve yapılan oyunların karşılığını bulmağa vakit bırakmadan yenerdi. Bütün güreş hayatının yüzde 95’i yenmekle geçmiştir. Güreşe o kadar da meraklıydı ki bir güreş için tâ Serez’e kadar gitmiş ve başı almıştı.
Neşeli gezgindi, sıkıldıkça yolculuğa çıkardı
Tanburacı Osman Pehlivanın hayatı daimî bir neş’e içinde geçmiştir. Feleğin kahrına daima omuz silkmiştir. Aklına esti mi tanburunu omzuna alır, kispetini zenbile kor, seyahata çıkardı. Bugün onu Bursa’da güreşte, yarın da Eskişehir’in herhangi bir köyünde bir saz şairiyle imtihanda görürdünüz.
İstediği zaman tanburunu güldürüp ağlatacak kadar ilerleten Osman Pehlivan, hayatı çok istihfaf etmiş, hayat, sanki onunla maraza çıkarmaktan çekinmiştir.
Babası gibi Osman Pehlivan da berberdi. Fakat bundan faydalanmağı aklına bile getirmemiştir. Çünkü Osman Pehlivan derbeder ruhunun ilhamlarını tanburuna söyletmekten daha çok hoşlanırdı. Osman Pehlivan, hiç bir dalda tüneyemeyen kuşlardandı.
Ankara’da Türkiye Başpehlivanlığı seçmeleri yapılırken o da gelmişti. Bursalı İbrahim Pehlivan’la güreş oynaşı yapmışlar, alaturka güreşin bütün inceliklerini göstermişlerdi.
Şu dakikada Osman Pehlivan’la beraber bütün eski pehlivanlarımız gözümün önünden geçiyor. Yukarda söylediğim Kartal güreşinde Mülâzım Rıza Bey pehlivan Silivrili İzzet’i yenmişti. Meşhur cihan pehlivanı Kara Ahmet, Adalı Halil ile 3,5 saat güreşmişti, yenişememişlerdi. O vakitler Kara Ahmet Pehlivan pek genç, Adalı Halil de biraz geçkince idi. Güreşin sonlarına doğru iş sille tokata bindi ve halk müdahale ederek ikisini berabere bıraktırdılar.
Ankara’daki müthiş güreşe götürmedim, bana kızdı
Kara Ahmet deyince 46 sene evvelki Ankara’yı hatırladım. Ben o vakit Tarîk Gazetesi’nde çalışıyordum. Kara Ahmet bir gün bana geldi. Yozgat’ın Hasbeyli Köyü’nde Ahmet Pehlivan isminde birisi türemiş, Kara Ahmet’e haber yollamış. Kara Ahmet ve Mülâzım Rıza Bey, Ankara’ya gitmeğe karar vermiş. “Hadi gidelim” dedi, yola çıktık. Düzce’den geçerken Çoban Pehlivan adında birisini de yanımıza aldık. Bolu tarikiyle Ankara’ya geldik. Ahmet Pehlivan’a haber yolladık, gelmedi. Çırağını yolladı. “Evvelâ bunu yensinler de beni sonra istesinler” demiş.
O tarihte Tevfik Paşa isminde bir zat Ankara valisiydi. Şimdiki Büyük Millet Meclisi binasının olduğu arsada bütün Ankaralılar toplanmıştı. Hasbeyli Ahmet Pehlivan’ın çırağı – şimdi ismi aklımda yok- kolay kolay kırılacak cevizlerden değildi. Bunu Ankaralılar da biliyorlardı, biz de görüyorduk. Hasbeyli’nin çırağı bizim Çoban Pehlivan’la tutuştu ve ilk hamlede yenildi. Bu, fena bir tesir yaptı ve kıyametler koptu. Halk kızdı. Hasbeyli Ahmet Pehlivan meydanda yoktu. Kara Ahmet meydan okuyor, Hasbeyli’yi istiyor, İstanbul’dan onun için ve onun davetiyle geldiğini bağıra bağıra söylüyordu. Nihayet vali paşa güreşi paydos ettirdi, biz de iki gün daha Ankara’da kalarak İstanbul’a döndük.
İstanbul’da Tanburacı yakama yapıştı. Bana fena halde kızmıştı. Niçin ona haber vermemiş, Ankara’ya götürmemiştim.
Hey gidi günler hey! Nihayet o ince ruhlu, güçlü adamı da kaybettik.
(Celal Davut Arıbal / 15 Ocak 1943 / Radyo Dergisi / Arşiv çalışması, redaksiyon: Serhan Yedig)
Radyoda geleneksel müzik yasağının kaldırılmasını sağlamıştı
Çoksesli müziğin yaygınlaştırılması amacıyla 1933-34 yıllarında tek kanallı devlet radyosunda geleneksel Türk müziği ve halk müziği icralarının yayınına ara verilmişti. Bu politikanın sona ermesinde Osman Pehlivan’ın önemli katkısı olmuştu. Zühtü Bardakoğlu’nun müzikolog Ayhan Sarı’ya özel bir görüşmede aktardığına göre, Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Rasim Ferid Talay bir grup müzisyen dostuyla birlikte geleneksel müziğin çoksesli hale getirilmesi konusunda çalışmalar yapıyordu. Veli Kanık’ın da katıldığı toplantılar cumartesi günleri Talay’ın evinde düzenlenmekteydi. Bir cumartesi Atatürk ziyarete geldi. Çalışmalar hakkında bilgi almak, üretilen alternatifleri dinlemek amacındaydı. Öncesinde evde bulunan halk ozanı Tanburacı Osman Pehlivan’ın okuduğu Rumeli türkülerini dinledi. Duygulandı. Gözleri doldu. Osman Pehlivan’a “Sen bana bu türkülerle annemi hatırlattın” dedi. Teşekkür etti.
Osman Pehlivan “Paşam, annenizin okuduğu türküleri çaldım. Annenizi hatırladınız. Müsaade buyurun, şu vasıtayı açın da Türk milletine oradan sesleneyim. Onlar da annelerini hatırlasın” diye cevapladı.
Bunun üzerine Atatürk uygulamayı kaldıran talimatını verdi:
“Yarın radyoya git ve türkülerini orada çalmaya başla. Eğer bir şey derlerse ‘burası sizin değil, Türk milletinin malıdır’ dersin. Annesini hatırlamak Türk milletinin hakkı…”
6 Eylül 1934’te radyoda geleneksel müzik yayınları tekrar başladı.