Ağabeyi Nat, lambalı radyo çağının “King”iydi. Freddy Cole ise bir prens. Juilliard, New England gibi önemli konservatuvarlarda okumuş. 1950’lerden beri müzik dünyasında. Sesinin Nat King Cole’ü çağrıştıran kadifesinde caz, blues standartlarını, Broadway klasiklerini parlatıyor. Yine de siz onu ağabeyiyle karşılaştırmayın. Bakın albümlerinden birine ne isim vermiş: “Ben benim, ağabeyim değilim!” 1998’de ilk kez Türkiye’ye geleceği günlerde, Amerika’dan arayıp müzik serüvenini konuşmuştuk.
Teybi hazırlayıp, numarayı çevirdiğimde saat gece yarısını geçmişti. 10 saat gerimizde, Atlanta’da güneşli bir ikindi yaşayan Freddy Cole ışıltılı bir sesle açtı telefonu, “Kapıda yakaladınız” dedi. “Golfe gidiyordum.” Müziği bir yana bırakıp golften bahsettik önce. Tiger’ın başarısından, ırkçılığın golf sahalarından silinmesinden… Sonra söz müziğe geldi.
“Biliyor musunuz, bazı şarkılarımı glof sahasında yazdım. Kuşları duyduğumda aklıma hep müzik geliyor, nakaratları kulaklarımda notalara dönüşüyor.”
Aslında Freddy Cole’un hayatı, 40 yıldır golf kuluplerinde geçiyor. Ağabeyi Nat “King” Cole kadar şanslı olmadığından çoğunlukla çok lüks kuluplerde çalıp söylemiş. “Eğer sırtınızı büyük bir plak firmasına dayamazsanız sürekli iyi koşullarda turneye çıkma olanağınız çok kısıtlı” diyor içtenlikle.
Cole, zorunlulukları avantaja çevirmeyi becerenlerden. “Birkaç dil öğrendim. Repertuvarımı geliştirip, sahnede profesyonelleştim. Özel bir türe, daha nitelikli caza yöneldim. Ben bu türe ‘daha içten, daha özel caz’ diyorum. Sadece dinleyiciyle yakın, sıcak iletişim kurulan ortamlarda yapılabiliyor. Gece kulüpleri ideal mekânlar.”
“Bebe Cole”un yarası
Freddy, Protestan rahip Edward James Cole’un en küçük oğlu. Baba Cole dört oğluna da müziği sevdirmiş, öğretmiş. Sırayla hepsi caza merak salan oğullarına bir de öğüt vermiş: “Her şişenin bir dibi vardır. Sîz
de kendi dibiniz üzerine oturmayı öğrenin.”
Cole Ailesi’nden caz dünyasında adını ilk duyuran, büyük oğulları Eddie. Basçı Eddie, 1936’da grubu “Solid Swingers”la en parlak günlerini yaşarken, piyanist kardeşi Nat’ı yanına almış. Nat’a şöhret kapılarını açan ilk 45’lik iki kardeşin imzasını taşıyor; “Thunder / Honey Hush.” Bir süre sonra Nat kendi grubunu kurmuş. “King” ilan edilmesi 1950’lerin başına, “Mona Lisa”nın müzik dünyasında fırtına gibi estiği döneme rastlıyor.
Freddy Cole, Herald Tribune’den Mike Zwerin’e o günleri şöyle anlatmış: “Beş yaşında piyanoya başladım. Çocukluğumda kiliseye gider, babamın orgunu çalardım. Nat benden 12 yaş büyük. Chicago’dayken evimize arkadaşları çok sık gelirdi. Duke Ellington, Count Basie, Lionel Hampton… Onların arasında büyüdük.”
Cole’un ilk gözağrısı Amerikan futbolu, yani rugby. 15 yaşında rota değiştirip müziğe ağırlık vermiş. O günlerde New York’un ünlü China Town’ında piyanist şarkıcı olarak çalıştığını anlatıyor Jazz Times’taki röportajda. 1951’de, 20 yaşında, ünlü Julliard Müzik Akademisi’ne, ardından New England Konservatuvarına kabul edilmiş. İlk plağı aynı yıllara rastlıyor. Columbia’nın 1953’te yayımladığı “Whispering Grass” o günlerin “hit”i olan şarkılardan.
Sonraki yıllarda birçok albüm kaydetmesine karşın şöhret kapılarını açmayı başaramamış Freddy Cole. Piyanist kardeşi Ike ile ağabeyleri anısına kaydettikleri “Tribute” 1960’larda küçük plak firmalarının yayımladığı ve 1990’larda yeniden piyasaya sürülen “A Circle of Friends,” “I Want a Smile For Christmas,” “Always” albümleri, 1994’te saksofoncu Grover Washington Jr.’la kaydettiği “All My Tomorrows” yarım yüzyıla yaklaşan serüvenden geriye kalanlar… Bir de Shirley Bassey, Kenny Burrell, Billy Eckstine, Charlie Mariano, Alan Dowson gibi yıldız isimlerle yapılan çalışmalar var diskografisinde…
Ağabeyimin gölgesinden çıkmakta çok zorlandım
Jazz Times’taki röportajı okurken, Freddy Cole’un şu sözlerini not almıştım: “Yıllarca ‘Nat’ın bebe kardeşi’ olarak anıldım. Gazeteciler bana çok şefkatli yaklaştı. Ama insanın kendi isminin olmaması çok acı. Bazıları ‘Bilinmeyen Cole’ diye bahsediyordu benden. Kişiliğimi oluşturmam hiç kolay olmadı. Kendime saygı duymayı, kendimi sevmeyi öğrendim, insanları sevmeyi öğrendim. Başkalarının bize yaptıklarını hiç unutmayız, bizim başkalarına ne yaptığımız ise hiç önemli değildir. Ben öfkeleri, kırgınlıkları sildim hayatımdan.”
Bu kadar acılı bir süreci yaşamak zorunda kalan müzikçiyi ağabeyi hakkında daha fazla konuşturmak insafsızlık gibi geldi bana. Yine de şunu sormadan edemedim: “Marsalislerden daha geniş bir aileden geliyorsunuz. Eddie Cole’la başlıyor, yeğeniniz Nalatie Cole’a dek uzanıyor. Çağdaş teknolojinin yardımıyla eski kayıtlan da kullanıp aile albümü gibi bir şarkı oluşturmayı düşündünüz mü hiç?”
Fikir pek cazip gelmedi Cole’a. “Geçmişte Nat’ın grubunda tüm kardeşlerin çaldığı oldu. Beraber epey konser verdik. Ama kaydımız yok. Nat’tan sonra, onun anısına bir kayıt yaptık. Herkesin farklı bir stili var. Bir araya getirmek zor iş.”
Madem söz Nat’a geldi, artık sorabiliriz: “Eleştirmenler, hayatının son 15 yılında Nat’ın yaptığı çalışmalara caz denemeyeceğini söylüyor. Siz ise caz ve blues’a ağırlık verdiniz. Neden?”
“Nat çok iyi bir piyanistti. Piyanoyu bıraktığında şarkı söylemeye başladı. Ben ise baştan beri şarkı söyleyen bir piyanist oldum. Bu yüzden caza daha yakın kaldım. Cazla blues el ele gider. Önemli olan iyi şarkılar bulabilmek. Yeter ki içinde ruh olsun. Caz, blues ya da başka bir tür. Hiç fark etmez…”
Sadelik esastır
Cole, şarkılarında swing çağının yaklaşımını korumaktan yana. Ses cambazlıklarına aşina değil. Sade bir üslupla söylüyor. Tıpkı tınıları gövdesinin ahşabında olgunlaştıran bir kontrbas gibi.
“Altından kalkılamayacak yükleri üstlenmek çok anlamsız geliyor bana. Mikrofon ya da ses teknisyenine güvenip canbazlığa soyunmanın ne lüzumu var? Ben dinleyiciyle ilişki kurarak müziğin etkileyicini artırmaktan yanayım. Marifet profesyonel standartları korurken duygusal derinliği artırmak. Eğer şarkılarınızla insanların ruhuna dokunabiliyorsanız bunu fark edersiniz. Dinleyiciniz de sizin nerden gelip, nereye gittiğinizi hisseder.”
Gelelim CRR’deki konsere. Cole cazın standart çalgılarından davulu kadro dışı bıraktığı bir üçlüyle geliyor Türkiye’ye. Yanında iki genç isim var: Basçı Herman Burney ve gitarcı Jerry Bird. “Albümlerden seçtiğimiz bir program sunacağız” diyor Cole. “Caz standartlarının yanı sıra Broadway klasiklerinden blues’a dek pek çok parça seslendireceğiz.”
Röportajın sonunda “Birkaç soru da ben sormak istiyorum” diyor. Türkiye’ye ilk kez geliyormuş. Caza olan ilgiyi, konser salonunun durumunu, hava durumunu öğrenmek istiyor. Derken hiç beklemediğim bir soru: “Türk hamamı ne menem bir şeydir?” Washington’daki Türk büyükelçiliği görevlileri, mutlaka gitmelisiniz, demiş.
“Yüksek hararet ve kesif buhar” diyorum. En kısa cevap bu olmalı… “Tansiyonu yükseltir, kalbiniz sağlam değilse tavsiye etmem…”
Bir kahkaha atıyor 67 yaşındaki delikanlı. “Yüksek tansiyon mu dediniz? İşte tam benim aradığım şey. Bam.. Bam.. Bam… Daha güçlü, daha güçlü. Kalbim bu işe çok sevinecek.”
Bakalım, göreceğiz.
(Serhan Yedig / Mart 1998 / Aktüel / Fotoğraflar: Clay Walker)