Victor Wooten / Doğaya kulak vermek, uyum içinde yaşamak müziği de olumlu etkiler

0

Victor Wooten elektrobası solist düzeyine yükselten cazcılardan. Aynı zamanda yazar, eğitimci, doğasever ve sade yaşam gurusu. 50 yaşını geride bıraktı. 1990’larda Stanley Clarke ve Marcus Miller’la birlikte “Thunder” albümünü kaydetmiş ve cazda gerçekten fırtına yaratmıştı. Sık albüm kaydetmese de konserleri, roman yazmayı sürdürüyor. Basçı Ozan Musluoğlu, konsere gelen ustasıyla İstanbul’da uzun bir mülakat yapmış, tekniğinden yaşam biçimine tüm özellikleri hakkında konuşmuştu.

 

Hatırladığım kadarıyla yeni piyasaya çıkan “A Show Of Hands”  aynı zamanda 1996`da piyasaya çıkardığınız ilk albümünüzün adıydı. İlk ve son “A Show Of Hands” arasındaki 15 senede Victor Wooten tarafında neler değişti?
– Umuyorum ki büyüdüm. Pek çok açıdan geliştiğimi umuyorum. Her şeyden önce kendimi daha iyi tanıdım. Benim için müzik hayatın bir sunumu. Hayat müzikten ibaret değildir belki ama müziğim yaşadıklarımdan ibaret.İlk albümümden bu yana dört çocuğum oldu. Pek çok kişiyle çaldım, seyahate çıktım. Doğa ve müzik üzerine eğitim veren müzik kamplarına öğretim üyesi olarak katıldım. Yani hayatımda pek çok şey değişti ve umarım tüm bunlar müziğime de yansıyabilmiştir.
Yaptığım her albüm bir öncekinden farklı oldu. İlk ‘A Show of Hands’i hazırlarken, 10 yıl içerisinde yalnızca solo bas çaldığım başka bir albüm daha yaparım diye planlamıştım ama olmadı. O 10 yıl geçtiğinde hazır değildim ve zaten pek gerekliymiş gibi de gelmedi.1995’te ‘A Show of Hands’in kayıtlarına başladığımda bunu yapmam gerektiğini hissetmiştim. Sırf kendim için, yalnızca bas gitar üzerine kurulu bir albüm yapılıp yapılamayacağını görmek istedim. Hepsi bu… Kendimi bir kez bu konuda mutlu ettikten sonra 10 yıl içinde tekrar yaparım diye düşündüm ama ihtiyaç duymadım. Üzerinden 15 yıl geçtikten sonra bile hâlâ gerekli değildi. Aklımdan geçenleri kaydetmek yerine başkalarının albüm yapmasını bekledim. Artık pek çok harika kontrbasçı, bas gitarist var. Bu tür albümler kaydediyorlar. Dolayısıyla benim de söyleyecek başka bir seyim yoktu. Aynı albümü yeniden yayınlamak için iyi bir vakit olduğunu düşündüm. Çünkü pek çok yeni hayranım var ve şu anda benim ilk albümü kaydederken kullandığımdan daha iyi bir teknoloji olduğundan aynı albümü birkaç ilave parçayla daha iyi bir şekilde kaydedip yeni hayranlarım için yeniden piyasaya sunabilirim diye düşündüm.
İlk albüm bas gitar açısından bir devrim gibiydi. İçinde çok fazla yenilik vardı. Sonrasında pek çok genç basçının sizin gibi çalmaya çalıştığını gördüm.Çok şeyi değiştirdiniz denebilir.
– Öyle hakikaten. Pek çok basçının evde benzer şeyler yaptığını düşünüyorum. Ancak bunları paylaşabilecekleri ortam yoktu. Hiçbir plak firması solo bas üzerine albümler yayınlamıyordu. Ben, benimkini hazırladığımda herkesten red cevabı aldım. Şansıma Nashville Tennesse’deki yeni kurulmuş, ufak bir firma kabul etti ve bunun pek çok basçının önünü açtığını düşünüyorum. Özellikle 1990’ların ortalarında çıktığım turneler bas gitarın en az gitar ya da piyano kadar geçerli bir enstrüman olduğunun görülmesini sağladı. Gençlere de kendi yollarını bulmaları konusunda imkan sağladı. Tabii ki Michael Manring gibi müzikçiler bunu zaten yapıyordu. Ben yeni bir stil yaratmadım. Stanley Clarke gibi müzikçiler nasıl benim yolumu açtıysa, ben de pek çok kişiye taşıdım.
Tabii ki, sizin Steve Bailey ile hazırladığınız “Bass Extremes”i çalıştığımı hatırlıyorum. Harika bir kitaptı.
– İlk çalışma kitabı ve CD’nin yayımlanması için ciddi bir mücadele vermiştik. Firma basmak istemedi çünkü iki bas gitaristin hazırladığı eğitim CD’sinin satmayacağı kanısındaydılar. Bize çok düşük telif önerdiler. Ama biz bunun iyi satacağını, sonuçtan memnun kalacaklarını söyledik ve oldular da. Yayınevinin en çok satan bas kitaplarından biri oldu. Hemen ardından video kaydını yapmayı teklif ettiler, bunu da hazırladık. Videonun da basçılara epeyce faydalı olduğu kanısındayım.

Doğal olmak, doğa gibi olmaktır

Yıllar sonra Victor Wooten Bas ve Doğa kampını kurdunuz. Bu proje nasıl doğdu?
– Fikir, katıldığım bir doğa kampından çıktı. Burada doğayla nasıl uyum içerisinde yaşayabileceğiniz üzerine dersler veriliyordu. Doğayla mücadele etmek yerine ağaçları anlamanın, yiyecek ve barınacak yer bularak hayatta kalmanın yolları öğretiliyordu. Doğada yaşamak, iz takibi yapmak, oralardan kimlerin geçtiğini, neler olduğunu anlamak gibi meziyetler atalarımızda tümüyle mevcuttu aslında. Atalarımız manava gitmezdi, sütü, sebzeyi dükkandan almazdı. Hava sıcaksa klimayı açmazdı, elbiselerini mağazadan almazdı, birbirleriyle konuşmak için interneti kullanmazdı. Peki nasıl hayatta kaldılar? Gayet iyiydi durumları. Yeryüzüne de zarar vermediler. Ben bunun yollarını Tom Brown Jr. adlı ilginç ve çok bilgili öğretmenden dinleyerek öğrenmeye başladığımda kendime dedim ki “Bu adam farkında olmadan müzik öğretiyor. O buna doğa, farkındalık, iz takibi diyor ama bu gerçekten müzik ve insanlar müziği böyle öğretmeli.” Sadece diziler, notalar ve teknikleri anlatıp buna müzik demek doğru değil. Deneyim, duygular, hisler üzerinden eğitim verilmeli. Tabii ki teknik kurallar ve uygulama bilgileri de verilmeli ancak çoğunlukla yalnızca bunlardan bahsediliyor. Bu adam senin duyuların aracılığıyla bir temas kurmana yardımcı oluyor. Sorulara cevap vermek yerine size soruyla karşılık veriyor ve sorunuz üzerine düşünmenizi sağlıyor. Dolayısıyla cevabı bulurken aslında sorduğunuz sorunun cevabından fazlasını kavramış oluyorsunuz. Bunun çok çok iyi bir yol olduğunu düşündüm ve ben de bu şekilde öğretmeyi öğrenmek istedim. Sonuç olarak bunu 2000 yılında kendi kampıma taşıdım. Tom Brown aracılığıyla aynı zamanda doğayla bağ kurmanın faydalarını öğrendim. Bu yöntemle yanlış yapma ihtimaliniz yoktur, deneyim hayatınızın diğer tüm alanlarında da size yardım eder. Farkında olsanız da olmasanız da ne yaparsanız yapın doğa gibi olmaya çalışırsınız ve olursunuz. Yani doğal olursunuz. Yürürken, otomobil kullanırken, konuşurken, röportaj yaparken kendinizi kasıp konsantre olmanız gerekmez. Akışına bırakır ve doğal olursunuz. Doğal olmak demek doğa gibi olmaktır. Çünkü bir ağaca nasıl büyüyeceğini söylemeniz gerekmez. Bir kuşa nasıl şakıyacağını kimsenin öğretmesi gerekmez. Kediler yiyeceğini kendi bulur, onlara göstermeniz gerekmez. Doğa ne yapacağını bilir. Bizim akıllı olduğumuz söylenir ama tüm bunları bilmiyoruz. Doğaya dönmek sizin daha doğal olmanıza yardımcı olur. En azından bizim ülkemizde işinde çok iyi doğal birine rastladığımızda “vay be, adam ne kadar doğal!” deriz. Bu onun ne kadar doğa gibi olduğu anlamına gelir. Ne dediğimizin farkında değilizdir ama aslında bunun anlamı onun ne kadar “doğa gibi” olduğudur. Ancak biz müziğin içindeki doğa kavramını soyutluyoruz sonra da doğa gibi olmaya çalışıyoruz. Bu çok yavaş bir süreçtir. Bir odada oturup çalışmak yıllarınızı alır ve müzik denilen bu dili tek başınıza öğrenmek zordur. Bir odada kapanıp Türkçe öğrenmeye çalıştığınızı farz edin. İşe yaramaz, bunun ne kadar komik olduğunu fark ediyorsunuz. Ancak bunun müzik için de ne kadar aptalca olduğunu anlamıyoruz. İşe yaramıyor, çok uzun zaman alıyor. Ancak ufak bir çocuğu alıp müzik çalan bir ailenin içine bırakırsanız her gün dinler, bu işi iyi yapan insanlarla çalar ve bir kaç yıl sonra iyi olur. Çok uzun sürmez. Oysa onu odaya kapatıp her gün çalışmaya zorladığınızda sonuca ulaşmak çok zaman alır.
Sizin bu kampta yaptığınız biraz bas terapisi gibi geliyor bana…
– Evet, öyle. Ve şimdi bunu tüm enstrümanlar için yapmaya da başladık. Haziranda tüm enstrümanlara yönelik kurs düzenliyoruz. Duyurulmasında belki bize yardımcı olursunuz çünkü pek çok kişi henüz duymadı. 12’nci yılımızdayız. İlk 9-10 yıl basa odaklanmıştık.
Her enstrüman ve her seviyede mi eğitim veriyorsunuz?
– Evet. Vokal, saksafon, her seviyeden her enstrüman için eğitim veriyoruz. Çünkü bana göre eğer daha yeni doğmadıysanız başlangıç seviyesinde müzisyen yoktur. Nedeni de şu, hayatınız boyunca müziği zaten duyuyorsunuz. Bir şarkı duyar ve dans etmek isterseniz soru sormanız gerekmez. Akor değişimlerini, eserin ölçülerini bilmeniz gerekmez. Dinlersiniz, hissedersiniz ve müzik size ne yapacağınızı söyler. Bu da müziği bildiğiniz anlamına gelir. Müziği ne kadar bildiğiniz kaç yaşında olduğunuza bağlıdır. Eğer 10 yaşındaysanız 10 yıldır müziği biliyorsunuzdur. Öğrenmeniz gereken şey bir enstrümandır. Eğer müziği bildiğinizi unutmazsanız bir enstrümanı öğrenmek çok uzun sürmez. Ancak pek çok hoca size müziği bildiğinizi unutturup hiçbir şey bilmiyormuşsunuz gibi baştan başlatıyor. Ama aslında çok şey biliyorsunuz. Tek yapmanız gereken hissetmek, bir dansçı gibi dinlemek, müzik sizi harekete geçirecektir ve bir şarkıcı gibi çalacaksınız. Hepsi bu. Dinleyin ve söyleyin. Dans edin ve söyleyin. Bir kez dans edip şarkı söylemeye başladığınızda yapabilirsiniz. Yani bir enstrüman üzerinde tek bir nota basabiliyorsanız çalmaya hazırsınızdır. Olup olacağı budur. Bu kampa geldiğinizde bizimle bir nota çalabiliyorsanız biz sizi insanlarla çaldırmaya başlarız.

Hatalı eğitim öğrenme
sürecini yavaşlatıyor

O anda da orada olmalı ve konsantre olunmalı değil mi?
– Evet, kesinlikle. Eğer sana çok şey öğretirsem hiç bir şey çalamazsın çünkü enstrümanına yoğunlaşırsın. Ancak bir kez müzik yapmayı öğrenirsen aklında enstrümanın yerine hep müzik olur. Dolayısıyla çaldıkça daha fazla öğrenirsin ve hep müzik yapıyor olursun yalnızca enstrüman çalıyor olmazsın.
Enstrüman çalmakla müzik yapmak arasında dağlar kadar fark var.
– Doğru. Müzik yapmanın normal sürecini öğrenmek oldukça uzun bir zaman alır. İyi bir müzisyen olmak uzun zaman alır. Bir dili konuşmaktan bahsediyorsak üç yaşındaki bir çocuk da konuşabilir. Emprovize yapar, sohbetlere katılır, muhabbet edebilirsiniz. Üç yaşındaki bir çocuk bunları yapabiliyor ama bir müzisyen 23 yaşına gelse de yapamıyor. Neden? Bu sistem, işleyiş yüzünden. Ben sistemin yanlış olduğunu söylemiyorum. Benim söylediğim bu sistemin yavaş olduğu. Uzun zaman alıyor ve daha hızlı bir yolu var. Kamp bunun üzerine kuruludur. Şimdi daha çok kamp yapıyoruz. Eşimle beraber bir çiftlik aldık ve onu bir enstitü haline getirdik. www.wootenwoods.com’dan burası ile ilgili bilgilere ulaşabilirsiniz.
Evet, Maya bundan bana bahsetmişti fuarda. Tüm yılı kapsayan bir şey mi yoksa belirli zamanlarda işleyen bir yapısı mı var?
– Şimdiye kadar kışın yapılmıyordu. Martta başlayıp eylül, ekim civarında bitiriyorduk.
Şimdi gelenler istedikleri kadar kalabiliyorlar herhalde?
– Tabii, kamp olduğu sürece haftanın altı günü ve istedikleri kadar. Yazın üç haftalık kamplar yapıyorum. Daha fazla kamp düzenlemenin yollarını arıyorum. Yakında da kampa gelenler lise için kredi alabilecek hale gelecek. Yani bu kamplar bir nevi lise kursuna dönüşebilecek. Burada harika eğitmenlerimizin yanı sıra ara sıra sürpriz konuklarımız da oluyor. Müzik öğretmenlerinin yanı sıra doğa eğitmenleri de var. Öğrenciler bu eğitmenlerin orada olduğunu bilirler ama bazen Marcus Miller, Stanley Clarke, Esperanza Spalding, Dennis Chambers gibi sürprizler aramıza katılır. Burada bir rutine girilmesini istemiyoruz dolayısıyla sürprizler hazırlıyoruz ki öğrencilerin zihni öğrenmeye hazır ve açık olsun. Belirli bir rutine girdiğinizde yalnızca belirli şeyleri görürsünüz. Bazı şeylere kapalı kalırsınız. Burada müzikçileri dünyaya açık tutmaya gayret ediyoruz. Bu hayatı ilginç kılıyor. Yaşlanıp hikayeler anlatmaya başladığımızda hatırladıklarımız genellikle planlamamış olduğumuz şeylerdir. Sürpriz olarak farklı gelişen olaylar oluyor. Bu yüzden hayatımı böyle tutmaya çalışıyorum. Tabii ki bir düzene ihtiyacımız var, belirli şeyleri bilmemiz lazım ama bazı şeyler de sürpriz olmalı, ilginç olmalı.
Ve de denge halinde tabii, Ying/Yang’taki gibi.
– Kesinlikle.
Çok fazla turneye çıkıyorsunuz, bir yandan da dört çocuğunuz var. Örneğin bu turnenin hemen ardından yedi günlük bir aradan sonra Bela Fleck’le turneye çıkacaksınız.
– Turne yedi gün sonra başlayacak ama ben geri döner dönmez provalara başlıyoruz. Bir ara olmayacak. Bu sene çok yoğunum. Hem iyi hem de kötü. Ailemden uzak kalıyorum.

Çocuklarım okula gitmiyor

Eşiniz, çocuklar bununla nasıl başa çıkıyor? Sizi anlıyorlar mı?
– Her ne kadar evde olmamı isteseler de anlıyorlar tabii. Eşimin önemli katkısı var.
Eşiniz de müzisyen mi?
– Şarkıcı ve oyuncu. Durumu anladığından aileyi idare ediyor. Çocuklar için endişelenmeme gerek kalmıyor. Evin düzeninin yerinde, çocukların güvende olduğunu biliyorum. Ben çalışıp işimi yaparken eşimin de dışarıda çalışmasına gerek kalmıyor. Çocuklar temel eğitimlerini evde alıyor.Yani eşim onları eğitiyor. Okula gitmiyorlar. Ben de onları bazen turnelere giderken yanımda götürebiliyorum çünkü okula gitmeleri gerekmiyor ve onlara turne sırasında ders verebiliyoruz.Kendilerince şovlar sergiliyorlar. Müzikle, oyunculukla, sanat dalları ve sporla haşır neşirler.Eşim Holly ailemi, menejerim Danette de mesleki yaşamımı idare ediyor.Bu iki kişi sayesinde her şey yolunda gidiyor ve ben bir şeyler üretebiliyorum.Eğer ben bu işlere de zaman ayırmak zorunda kalsaydım durum çok daha farklı olurdu.
2012’de bu kadar çok turneye çıkmayı düşünmüyorum. Arazi aldık, Wootenwoods’u inşaa etmeye başladık. Borca girdim. Dolayısıyla çok daha fazla çalışmam gerekti. Kamp kâr amacı gütmüyor. Artık bağış da toplayabileceğiz. Belki bir fon kuracağız. Dolayısıyla bir şeyleri cepten ödemem gerekmeyecek. Umarım benim de eskisi kadar çok turne yapmam gerekmez artık. Kendi plak şirketimle daha farklı tarzlarda daha çok albüm yayınlayabilirim.Daha fazla kamp düzenleyebilir ve eğitim verebilirim.
Artık daha farklı şeyler yapmak istiyorum.Şimdilik gayet güzel üç haftalık bir kampımız var. Genellikle 15 yaş ve üstüne eğitim veriyorduk. Bu yaz çocuklara da  “Müziğin Ruhu” adında bir kamp düzenledim. Aynı zamanda müzik teorisi üzerine dersler verdiğimiz iki günlük hafta sonu programları hazırladık. Müzik teorisini öğrenmeyi kolaylaştırmaya çalıştık. Ayrıca yine hafta sonlarında “jam-session” programları sunuyoruz. Çünkü eğlenmek için bir araya gelip birlikte çalma alışkanlığı kayboldu. Ben böyle sürekli çalarak büyüdüm halbuki. Dolayısıyla tüm gün boyunca “jam-session”lar yapılan hafta sonları olacak ve ben müzisyenler getireceğim.  Kardeşlerimi, JD Blair’i ve başka müzisyenleri getireceğim ki insanlar birlikte çalabileceği harika müzisyenler bulsunlar.
Jam-session’larda bir problem yaşandığını düşünüyorum. Bir lider olmalı.Eğer kimse olmazsa dipsiz kuyuya dönüşüyor.
– Evet ama bu kişiye göre değişir. Yaklaşımla ilgili. Birilerinin yönlendirmesi iyi bir şey ama eğer kişilerin doğru düşünmesini sağlayabilirseniz hiçbir yönlendirmeye gerek kalmaz. Hep şunu söylerim “jam-session” beş kişinin sohbeti gibidir. Yöneticiye gerek yoktur. Yalnızca konuşuyoruz. Sen konuştuğunda ben dinlerim. Ne kadar iyi olduğumu kanıtlamak için boyuna konuşup durmam. İşte “jam-session” da böyle olmalı. Kimileri diğerlerini dinlemek yerine kendini göstermeye çalışır. Bu kişinin yaklaşım değiştirmesi gerekir. Daha çok dinlemeye ve diğer müzisyenlerin daha iyi tınlamasına nasıl katkıda bulunabileceğimize odaklanmalıyız. Sonra birden durup dinlemeye başlarsınız ve bunu herkes hisseder. Pek çoğumuzun müziğe yaklaşımı yüzünden “jam-session”lar işe yaramaz hale geliyor.  Çünkü kanıtlamamız gereken bir şeyler varmış gibi çalıyoruz.Ama böyle olması gerekmiyor.

Egoyu olumlu kullanmak mümkün

Öğretmenlerimden biri şöyle derdi: Sahneye çıkarken egolarınızı portmantoya asın.
– Katılıyorum. Bana sorarsanız, egonuzun ne kadar iyi olduğunuzu kanıtlamaya çalışan kısmını askıya bırakın… Çünkü ego kötü bir şey değildir. Dinlemekte ne kadar iyi olduğunuzu göstermenize de yardımcı olabilir: “Sana dinleme konusunda ne kadar iyi olduğumu göstereceğim”,”Sana senin daha iyi duyulmanı sağlayabildiğimi göstereceğim”. Bu iyi bir egodur.Ego kendine güvene dönüşebilir. Ancak benim egom yalnızca ne kadar iyi çalabildiğimi göstermek üzerine kuruluysa kötüdür. Ne kadar iyi dinlediğimi göstermek üzerine kuruluysa bu iyi değil midir? İstediğin şey bu değil midir zaten? Ego kötü bir şey olmak zorunda değildir. Dolayısıyla egonun müziğe hizmet etmeyen, müziği daha iyi yapmayan kısmını bir kenara bırakabilirsin, yaptığın müziği daha iyi kılan egoyu kullanırsın. Eğer benim kadar iyi olmayanlarla çaldığımı biliyorsam bu kötü değildir. Egoist tavır sayılmaz. “Ben iyiyim, sen değilsin” diye ortalıkta dolanıyorsam kötüdür. Egomu belirli stilde çalıp çevremdekilere yardım etmekte de kullanabilirim. Eğer davulcu iyi gününde değilse her ölçünün sonunda gerçekten dümdüz çalarım ki bu ona yardımcı olur. Eğer koşuyorsa ben de ritmi koştururum ki onun koştuğu anlaşılmasın. Bu egonun pozitif  kullanım yoludur. Ne zaman egodan bahsetsek olumsuz şeyler aklımıza gelir ama böyle olması gerekmez. Olumlu yönde kullanmanın bir yolu var. Hepimiz bunu bir şekilde bulmalıyız.
Siz bir öğretmensiniz. Tüm bu anlattıklarınızın ardından benim vardığım kanı budur. Kamplarda da bizzat ders veriyor musunuz?
– Günün 24 saati oradayım. Asla ayrılmam.
Tüm yaz dönemi boyunca mı?
– Hayır, çünkü turnelerim var. Dönemlik kamplarımız var zaten. Hafta içi ya da hafta sonu. Web sitemde programımdan görebilirsiniz. Haziran’ın 21’inden 26’sına müzik/doğa kampı olduğunu göreceksiniz.Bu tüm enstrümanlara açıktır. Dolayısıyla 21’inden 26’sına kadar orada olacağım. Sonra yine yollara düşeceğim. Bir sonraki ay çocuklar için bir kampımız olacak ve ben yine orada olacağım.Yani tüm yaz boyu orada değilim çünkü çalışmam gerek. Ancak nihayet daha az turneye çıkıp bu işlere daha fazla vakit ayırabileceğim günlerin de geleceğini umuyorum. Sanırım hep turnelere çıkmak isteyeceğim. Çünkü seyahati, yeni kişilerle tanışmayı seviyorum. Ancak bu kadar fazla değil çünkü çocuklarımı özlüyorum. Gösteriler hazırlıyorlar ve ben tümünü kaçırıyorum. Tüm sezon boyunca maçlara çıkıp top oynuyorlar kaçırıyorum. Bu yüzden bu kadar çok turneye çıkmak istemiyorum.
Çocuklar enstrüman çalıyor mu?
– Evet.
Ne çalıyorlar?
– Kızlarım 13 ve 7,5 yaşında. İkisi de piyano çalıyor, şarkı söylüyor ve oyunculuk yapıyor. Oğullarım 10 ve 6 yaşında. Büyüğü piyano-davul, küçüğü sadece davul çalıyor.
Hiçbiri bas çalmıyor yani.
– Henüz değil. (Gülüyor)
Bu işin diğer bir zorluğu da her gün başka bir ülkede çalmak olmalı.
– Evet, bugün burdayım. Yarın İsrail. Sonraki gün Fas.
Pek çok konser sizi bekliyor. Hepsinde harika bir performans göstermelisiniz. Sürekli seyahat ediyorsunuz her ülkenin farklı bir nem oranı, sıcaklığı, yemeği var. Bünyeniz zorlanmıyor mu? Bu zor bir iş.
– Bedenime iyi bakmak çok önemli. Bu yüzden yalnızca meyve suyu ve çay içiyorum. Çok çok nadiren meşrubat içerim.
Alkol?
– Hiç içmem çünkü tadını sevmiyorum. Şanslıyım. Egsersizlerimi yaparım, dinlenirim. Fiziksel durumum kadar zihinsel durumuma da önem veririm çünkü müzik hem fiziksel hem de zihinsel bir uğraştır. Sadece parmaklarınla çalmaktan ibaret değildir, tüm bedenin ve zihninle çalarsın. Bunlara çok önem veririm ve herkese bundan bahsederim. Geçmişteki pek çok idolümüz sağlığını önemsemedi. Tek yaptıkları müzik çalışmak oldu. Bu yüzden pek çoğu genç öldü ya da berbat yaşadı. Müzikte başarılı olsalar da hayatta başarısızdılar. Ben böyle bir yol planlamıyorum ve elimden geldiğince başkalarının da böyle olmaması için çabalarım. Kendinize bakmak öncelik olmalı. Pek çok kişi müziği ön plana koyuyor. Bu bir hata. Hayatınız yoksa müziğinizin olması anlamsız. İlginç ve iyi bir hayatınız varsa müziğiniz de ilginç ve iyi olur. Söyleyecekleriniz artar. Bu yüzden kendime bakıyorum. Çok başarılı değilim belki. Biraz fazla kilom var ama yine de iyi idare ediyorum.
Ne sıklıkta spor yapıyorsunuz?
– Genellikle otel odamda her gün birazcık yaparım. Gün içerisinde de epeyce yürürüm. Spor salonlarına gitmeyi sevmem ama egzersiz yapmayı severim.
Babaannem, “Bedenin senin elbisen, ona ne kadar iyi bakarsan o kadar uzun giyersin” derdi.
– Çok doğru. Çünkü bir mağazaya gidip yenisini alamazsınız. Çoğunluk otomobiline bedeninden dahi iyi bakıyor. (Gülüyor)
Arabalarına sigorta yaptırıyorlar, kendilerine sağlık sigortası yaptırmıyorlar.
– Evet, birileri onlara arabalarının motoruna zarar vereceğini düşündükleri şeyi kullanmamaları gerektiğini söylerlerse onun sözünü dinliyorlar ama zararlı olduğunu bile bile bazı şeyleri umursamadan yiyip içebiliyoruz.

Kitabım ödüle aday gösterildi

Romanınız hakkında konuşalım.
– Müzik dersleri, kamptaki öğrenciler ve tüm dünyada düzenlediğim atölye çalışmaları içindi… Bu derslerde de şimdi nasıl konuşuyorsam öyle konuşuyorum. Müzik üzerine konuşurken her şeyden bahsedebilirim. Müziğin yerine herhangi başka bir kelimeyi de koysanız farketmez. Kursiyerler tüm bu bilgileri kitaba dönüştürmemi istiyordu ki evde de çalışabilsinler. Victor Wooten Metodu ya da Victor Wooten El Kitabı için bir beklenti vardı.  Ama ben böyle bir şey yazmak istemedim. Kampa gelebiliyorlarsa notlarını tutsunlar ve kendi kitapları olarak bassınlar. Artık bu onların bilgisi. Bu benim bilgim olarak kaldığında senin işine yaramayacaktır ki. Bu senin bilgin haline gelmeli. Dolayısıyla yıllarca bir kitap yazmayacağımı söyledim. Ta ki bunun bir yolunu bulana kadar. Ve bir el kitabı yazmak yerine bir hikaye yazdım. Yalnızca okuyup keyif alabileceğinizi umduğum bir hikaye. Bu kurgusal bir metin. “Doğru olmadığı” ile başlıyoruz yani. Böylece onu savunmama, orada söylediklerim için kendimi korumaya çalışmama gerek kalmıyor. Bu sanki Star Wars, Avatar gibi bir filmi izlemeye gitmek gibi. Sinemaya gittiğimizde bunların gerçek olmadığını biliriz ve dolayısıyla gevşeyip tadını çıkarmaya bakarız. Öğrenilecek bir şey varsa da öğreniriz. Bizim seçimimize kalmış. Ben de kitabı bu şekilde hazırladım. İçinde gerçek dersler olan kurgusal bir hikaye gibi. Eğer içinden bir şeyler çıkarmak istiyorsanız size kalmış. Gerçekten de işe yarıyor. Şimdiden Almanca, Korece ve Çince gibi dillere de çevrildi. Ayrıca bunun bir sesli versiyonunu da hazırladım. Kitaptaki tüm karakterlerin kendi kısımlarını okudum. Pek çok müzik ekledim ki her şeyi duyabilesiniz. “Sesli kitap” endüstrisinin “Grammy”si sayılan “Audie Awards”da kişisel gelişim kategorisinde ödüle aday. Çok heyecanlıyım. Birileri kitabımın okurunu geliştirebileceğini düşünmüş. Ödül amacıyla yazmamıştım ben bu kitabı.Yalnızca, birkaç kişiye yardımı dokunabilir, diye düşünmüştüm.
Bela Fleck ve Flecktones ile 2000 yılında kaydettiğiniz Live At The Quick konserinin DVD’si ve Audio CD’si var. Bence bu harika bir konser. Burada çalan fagotçuyu çok beğendim. Normalde klasik müzik icra eden pek çok fagotçu dinledim ama fagotun böyle çalındığına hiç rastlamamıştım.
– Çok doğru. Paul Henson harikadır…
Burada çalan herkes harika ama bu adama hakikaten şapka çıkarmak lazım.
– Benim dinlediğim fagotçular içerisinde en iyisidir. Bu arada fagot çok oktavlı bir enstrümandır, çok pes seslere inebilir, çok tiz seslere çıkabilir.
Siz bu konserde Ampeg SVT-4 amfi kullanıyorsunuz.  
– Evet, eskiden onu kullanırdım.
Bu konseri izledikten sonra sayenizde ben de… Fakat şimdi Hartke sınıfına geçtiniz sanırım.
– Yıllarca Ampeg kullandım ve çok da memnun kaldım. Oldukça iyidir. Ancak artık daha farklı bir şey kullanmaya hazırdım. Değişime ihtiyaç duydum. Yanlış hatırlamıyorsam 2007’nin başında Ampeg’e o senenin sonunda anlaşmamı sona erdireceğimi söylemiştim. Oldukça mutlu oldular çünkü pek çok kişi anlaşmasını hemen sona erdirmek istiyor. Ben aşağı yukarı 10 ay önceden haber vedim ki bu iyi bir şey. Sene sonunda anlaşmamı bitirdim. Bir sonraki yıl da olabildiğince çok markayı denemek istedim.
Herhangi yeni bir anlaşma imzalamadınız.
– Hayır. Her şeyi denemek istedim.Piyasadakileri, bazı eski modelleri yeniden denemek istedim. Turnede yanıma 25 farklı bas amfisi aldım. Her gün ne kurulursa onunla çalıyordum, benim için sürpriz oluyordu. Eğer bir firmayla anlaşma yapacaksam bu yalnızca ürünle alakalı değildir. Anlaşma yapacağım firma politikasını, yöneticilerini tanımalıyım ve hemfikir olmalıyım. Örneğin İstanbul’a giderken ekipmanımı buraya taşımalarını isterim. Firma büyük ve yaygın olmalı. Gittiğim ülkelerde atölye çalışması yaparım. Firma bunu desteklemeli.
Konserde Ampeg SVT-4 Pro kullandığınızı gördüğümde ben de gidip onu almıştım.
– Hep şunu söylerim, bir ürünü sırf ben kullanıyorum diye gidip satın almaya kalkmayın. Ben kullanıyorsam siz de bir deneyin.
Ama ben Ampeg’den oldukça memnunum.
– Tabii ki, Ampeg iyi bir amfidir. SVT-4 güçlüdür, iyi ses verir, pek çok kontrol düğmesi vardır. Ben beğendiğim için deneyebilirsiniz. Ancak alıyorsanız beğendiğiniz için alın. Çünkü beğendiğinizde bir kazancım olmadığı gibi beğenmediğinizde de bir suçum yoktur.
Pek çok kişi Fodera bas gitarlarını sayenizde keşfetti.
– Pek çok kişi…
İzinizden giderek ben de Ampeg kullanmaya başladım ama Türkiye’de her türlü enstrümana ulaşabilme şansınız yok. Kolay olmuyor.
– Müziği enstrümanlar yapmaz. Onlar yalnızca giydiğiniz ayakkabı gibidir.
“Thunder” projesi nasıl başladı?
– Yıllar önce başladı. Ne zaman Stanley Clarke’ı görsem Marcus Miller’la beraber üçlü bir şeyler yapmak istediğimi söylerdim. Senelerce tekrarladıktan sonra “Bass Player” dergisi bir gösteri düzenledi. Stanley Clarke’ı hayat boyu başarı ödülüyle onurlandırdıkları bir organizasyondu. Stanley’e ödülü Marcus’la vermemi istediler. Bir araya geleceğimize gore, birlikte çalmalıydık. Bu da Stanley Clarke’ın “School Days”i olmalıydı.Ve harika oldu. Provaya gittiğimizde sanırım bunun çok özel olacağını üçümüz de hissetmiştik.Öncesinde konuşmamız bile gerekmedi. Stanley öne çıktığında Marcus kökleri çaldı ve ben de ortalarda gezindim. Marcus Miller soloya çıktığında ben ritmi korudum ve Stanley ortalarda gezindi. Her şey çok doğaldı. Ardından bunu kaydetmenin gerekliliğini doğal olarak fark ettik. Zamanı gelmişti. Harika bir albüm oldu. İki yaz boyunca çok eğlenceli turneler yaptık. Çok özel bir albüm olduğunu düşünüyorum.
İkinci bir albüm gelir mi?
– Bilmiyorum, umarım olur. Bu albümün ilerde çok daha fazla anlam ifade edeceğini düşünüyorum.Bu günlerde Youtube ve teknoloji sayesinde herkes her şeye çok kolay ulaşıyor. Dolayısıyla Marcus’u ya da Stanley’i görmek istiyorsam bir düğmeye basıveriyorum oluyor bitiyor. Ama bundan 10 yıl sonra dinleyenler de ne kadar özel ve eşsiz bir proje olduğunu anlayacak. Müziğe dair harika bir gösteriydi. Üç basçı harika bir müzik yapıyor, Nadir rastlanabilecek bir albüm.Umarım tekrar yaparız.

Bas çalan üç baskın karakter bir sahnede.

Ve üç farklı kuşak… Bu yüzden çok özel… Bize biraz da davulcu J.D. Blair’den bahseder misiniz? Uzun zamandır ekibinizde.
– Oldukça uzun zamandır. İlk karşılaşmamızda çocukluğumun geçtiği Virginia’da lise öğrencisiydi. İki ağabeyim de onunla okudu. Sonra o Alabama’dan ağabeylerimle Virginia’dan Nashville’e taşındığımızda tekrar bir araya geldik. Ben “A Show of Hands”i kaydederken bunun bir solo bas albümü olacağını biliyordum ama onu da albüme dahil etmek istedim.
Ne zaman JD’nin eline bir trampet geçse üzerine bir mesaj bırakır. Muhtemelen bu akşam da yazacak. Sanırım “You can’t hold no groove if ain’t got no pocket” gibi bir şeydi. Biz bu mesajı biraz değiştirerek bu hale getirdik ama cümlenin fikir babası J.D.’dir. Onun başka bir kıymetli vecizesi daha vardır. Der ki, “Eğer hiçbir şey yapamıyorsan en azından ‘groove’u ver.” Ben JD’ye ilk albümümde yer vermek istedim. Albümün turnesine katıldı. Solo bas turnesi yapmak istemedim. Böylece 1990’ların ortasında yalnızca bas ve davulla bir turne yapmış olduk. J.D., country sanatçısı Shania Twain ile çalışmaya başlayana kadar bu böyle birkaç yıl sürdü. Sonraki 3 yıl onunla dünya turnesine çıktı. Dolayısıyla benim başka bir davulcu bulmam gerekti. Sonra başka bir arkadaşım olan Derico Watson’la çalmaya devam ettim. Geçen yıl gibi tekrar bir araya gelip bir şeyler yapalım dedik, çünkü yıllardır birlikte çalmıyorduk. Çok da eğlenceli oldu. Avrupa’da da yapalım dedik. Çok eğlenceli biridir ve çok sağlam bir davulcudur.
Çok iyi konsantre oluyor, sanki vücudunuzun bir parçası…
– Çok ritmik çaldığımdan pek çok davulcu heyecanlanıp ritim çalmaya başlıyor. Sanki benim çaldığımın üstüne step dansı yapıyorlar. Sanki konuşurken aynı şeyi birlikte söylüyoruz. J.D. ise sallanmadan tutarlı bir biçimde çalar, böylelikle ben çılgın ritmik numaralara giriştiğimde bunları duyabilirsiniz. Sonra o bunları yaparken de ben sabit dururum.Yani birlikte iyi bir ekip oluyoruz, o çok duyarlı bir davulcudur. Dinlemeyi çok iyi bilir.
Geçen hafta Steve Bailey de turnede bizimle birlikteydi. Daha dün ayrıldı. Biz İstanbul’a geldik, O eve döndü.
Gerçekten mi? İkinizi dinlemek harika olurdu.
– Ama bizimle turne için kayıt yapmaya gelmişti. Bir hafta boyunca harika kayıtlar yaptık. Dolayısıyla sonunda bir konser albümü yapabileceğiz. Eğer her şey planlandığı gibi giderse yeni albümüm seneye mayısta çıkacak. Öncesinde Flecktones’un yeni harika albümü “Rocket Science”ı tamamlayacağım. Turneye çıkacağız. Bundan sonra kendi albümümü çıkaracağım. Sonra belki bunun turnesini yaparım. J.D. ile hazırladığım konser albümü muhtemelen bundan sonra çıkacak. Göreceğiz.
Bir dahaki sefere sizi Bela Fleck’le izleriz belki, harika olur.
– Tabii ki, bu çok hoş olur.
“What Did He Say?”albümünüzde Thelonious Monk’a ithafen bir parça olduğunu anımsıyorum.
– Parçanın ismi “The Loneliest Monk”. Kelimeler üzerinde bir oyun işte.
Harika bir beste.
– Evet, komik bir şarkıdır. Viyolonsel vardır o parçada. (Victor Wooten parçanın melodisini anımsatıyor)
Bu melodiyi çalan sizdiniz değil mi?
– Evet ve piyano solosunu eski bir kayıtmış gibi kaydetmeye çalışmıştık. Aslında onu da çalan bendim. Bir ritim cihazı olan fakat piyano sesleri de çıkarmana olanak sağlayan BOSS DR-5 kullanarak yapmıştım o kaydı. Biz yalnızca onu eski bir kayıtmış gibi ve Monk’muş gibi yapmaya çalışmıştık.
Kendi stüdyonuz mu var?
– Evet. Vix Mix Stüdyosu.
Çünkü Palmystery albümünüzde pek çok müzisyen var. Bu albümü kaydetmek oldukça uzun sürmüş olmalı.
– O parçaların bazıları yıllar içerisinde kaydedildi. Örneğin şimdi yaz aylarında Nashville’de “NAMM Show” düzenlenir. Kışın California’da yaparlar bunu. Eğer ben memleketteysem pek çok müzisyenin oraya geleceğini bilirim ve onları stüdyoma getiririm. Ne olursa olsun, bir şeyler kaydediveririz. Sonra bazen ben bazılarının üzerine bir parça yazıveririm.
“Palmystery”den önce yayınladığım “Soul Circus” albümümü kaydederken pek çok kişiyle çalışmıştım. Ama tüm kayıtları o albümde kullanmadım. Bazılarını “Palmystery” için sakladım. Örneğin Mike Stern ve Nile Evans ile kaydettiğim “Left, Right & Center”da üç davulcu vardı: J.D, Dennis Chambers ve Will Kennedy. Bu yıllar önce kaydedilmişti.“Soul Circus”tan da önce kaydetmiştim. Yalnızca kullanmamıştım, saklamıştım. Halen daha kaydedip de kullanmadığım şeyler var. Bundan daha fazlası da var.

Çok sevdiğim albümü Vanguard sahiplendi

Onları da albümlere dağıtmalısınız.
– “Soul Circus” favori albümlerimdendir. Bir daha asla yapmayacağım hatalardan birini de bu albümde yapmıştım. Telif hakları bana değil, Vanguard Records’un. Albümümü çok seviyorum, fakat telif haklarını vermiyorlar. Kendi hatam. Firmalar söz verip anlaşmalar yapar ama sonra sözlerini tutm uyor.Dolayısıyla onlarla yaptığım anlaşmayı bozdum ama bu hatayı bir daha yapmam. Şunu anlamıyorum. Ürettiğim albümü sahiplenip beni nasıl bundan soyutlayabilirler ki?
Ama bu faşizm.
– Plak şirketlerinin yaptığı budur işte. Ama şimdi sanatçılar daha akıllı davranmaya başladı. Artık sahiplenmelerine izin vermiyoruz. Eserlerin patentini alıyoruz. Plak şirketleri şu sıralar zor durumda olduklarından bunu kabulleniyor. Geçmişte sahiplenip asla geri vermiyorlardı. Çünkü hukuk bilgimiz yetersizdi. Eskiden bir albüm yapabilmek için de bir plak şirketine borçlanmanız gerekirdi. Şimdi sokakta yürürken elime “Zoom Q3” gibi bir cihaz alıp kayıt yapabilirim artık.
Evet, inanılmaz gerçekten. Biliyor musunuz bu cihazı almam da ilginç bir tesadüftür. Bundan önce “Zoom H4N”im vardı.
– Evet, benim de.
Geçen sene çantamla çalındı. “Zoom Q3”yi araştırırken Youtube’de direkt size rastladım… Birisi kaydedip yayımlamış.
– Hartke ile ilgili en kıyak şey, Zoom ve Samson’un aynı firmaya bağlı olması. Yöneticiler aynı. Şanslıyım çünkü daha “Q3” piyasaya çıkmadan bir tane edinebildim. Q2 kullanıyordum. Firmadakiler Q3’ü gösterdi, bendekinin “HD” versiyonu olduğunu söyledi. Bir tane edinmemi sağladı.
“H4N” ile bunun arasında ses kalitesi açısından bir fark olduğunu düşünüyor musunuz?
– Test yapmadım. Ancak bunun kalitesini de başka hiçbir video kayıt cihazında bulamadım. Aslında  “H4N”im halen duruyor, bir deneyebilirim. Sanırım “H4N”in mikrofonları daha büyük. Dolayısıyla onun ses kalitesi daha iyi olabilir. Ama bilmiyorum.
Evet, daha fazla özelliği de vardı.
– Doğru dört kanalı vardı.
(Ihlamurundan bir yudum alıp) İşte bunu seviyorum.
– Evet. Bu iyimiş. (Ihlamuru kastederek.)
(Ihlamurları o söylemişti.) Beğendiniz mi?
– Evet, çok güzel.
Afiyet olsun… “More Love”u bir R&B grubunun ya da sanatçısının istediğini duymuştuk..
– Sonuçtan haberim yok. Bana bir kopyasını yollamışlardı. “More Love” parçasındaki akorları ve vokalleri kullanıyorlardı, üzerine de rap müzik yapıyorlardı. Kıyak bir şeydi. Ama parçayı çalmak için kendi klavyelerini ve akorlarını mı kullanacaklardı yoksa sesleri kopyalayacaklar mıydı bilmiyorum henüz. Henüz duymadım ama parça alt yapısı “More Love” olarak kaldığına göre, ben de sonuçta bir besteciyim, bunu nasıl yapacaklarına onlar karar verecekler. Ama benim hoşuma gitti. Zaten sevdiğim bir parçadır.  O zamanlar çocuklarım yoktu ama ufak kuzenlerim vardı. Onlara söyletmiştim. Ondan sonraki her albümde çocuklarım vardı ama. Kızım Kalia doğmadan önce bir sonraki albümümü hazırlarken onun kalp atışlarını kullanmıştım.“What did he said?” albümünde “Heaven is Where the Heart is” şarkısındaki kalp atışları onundur. Kalp atışlarının duyulduğu bir yer vardır. İşte o ses eşimin karnından gelir. Kızım Kalia daha sonra zaten her albümümde yer almıştır. Dolayısıyla çocuklarımı hep albümlerime eklerim. Oğlum Adam muhtemelen bir sonraki albümde davul çalacak. Çocuklarımla birlikte aile olarak gösteriler de yaparız zaten. Nashville’de “Earth Day” için bir gösteri yapmıştık. Şimdi insanlar bizden bir dahaki yaza bir turne düzenlememizi istiyorlar. (Gülüyor) Yalnızca çocuklar ve ben.Yani bayağı eğlenceli olur.Onlar da epey heyecanlanıyorlar çünkü para kazanıyorlar filan.
Kardeşlerinizle birlikte çaldığınız grubu da görmüştüm. Kaç kardeşiniz var?
– Dört kardeşiz. Biri vefat etti, ben en gençleriyim.
En büyük abiniz Regi size bas gitarı öğretmişti değil mi?
– Evet, Regi gitar çalar. Roy da davul. Flecktones’un davulcusu da odur.
Peki Future Man hangisiydi?
– Ağabeyim Roy’dur. Rudy de saksafon çalardı. Geçen sene kaybettik. Joseph klavye çalar. Şu anda Steve Miller ile turnede.Yani beş yaşımdan beri beşli olarak gösteriler düzenleriz. Gerçekten, işte benim tüm yaptığım budur. Başka bir şey yapmadım. Bu yüzden müziğe bir dilmiş gibi yaklaşırım. Çünkü ben bunu abilerimden bir lisan gibi öğrendim.

Bir baktım sol elim boş duruyor

Bas gitara başladığınızda çok ufaktınız. Bu teknik sizinle başladı sanırım. Ne zaman bu şekilde çalan birini görsem Victor Wooten stili derim. Bu tekniği siz yarattınız. Nasıl yaptınız bunu?
– Tekniği yarattığımı söyleyemem. Bas gitaristler için popüler hale getirdim diyelim. Bu pena kullanan her gitariste duyabileceğiniz bir tekniktir. Wes Montgomery bile kullanır. Ben pena yerine baş parmağımı kullanıyorum ki bu da eski bir tekniktir.Tabii pena işi kolaylaştırır. Parmakla zordur. Çocukken “Sly and the Family Stone” grubundan pek çok parça çalardık. Basçıları Larry Graham de bir notaya dibine dek basardı. Ben de bir çocuk olarak yoruluyordum. Regi gitar bilgisinden yararlanıp bana baş parmağımı nasıl pena gibi iki yönde kullanabileceğimi gösterdi. Böylece harcamam gereken efor yarıya indi. Şimdilerde “slap” olarak anılan benim ise baş parmakla vurmak olarak öğrendiğim şeyi Larry Graham vurup çekerek yapardı. Ben de farkettim ki ne zaman teli çeksem baş parmağım da yukarı kalkıyordu, sonra Regi’nin bana gösterdiği gibi baş parmağım yukarı kalkarken de tele vurup sonra çekersem ne olur, diye düşündüm. Sonra hayret ettim.
Bu çok yaratıcı.
– Evet, daha fazla kuvvet harcamıyordum ama çok daha fazla nota çalıyordum. Sonra teli iki kez çekmeye başladım.Daha sonra da birden dört nota vurmaya başladım: Baş parmağımla aşağı, yukarı, işaret parmağımla ve orta parmağımla. Daha sonra iki yerine üç kez teli çekerek çalmaya başladım. Sonra da dedim ki, sol elim hiçbir şey yapmıyor. Onunla da “Hammer-On” tekniğini kullanmaya başladım. Sonra da çılgınca şeyler yapar hale geldim. Flecktones piyasaya çıkarken ben bu teknikleri “Sinister Minister” parçasında -ki bu parça herkesin duyduğu ilk Flecktones parçalarındandır- çalarken kimse bunları nasıl yaptığımı anlamıyordu. İzlerken bile kavrayamıyorlardı çünkü parmaklarım çok hızlı hareket ediyordu. Bu yüzden farklıydı ama bu çift vurma tekniğini benim yarattığım söylenemez. Ayrıca Abe Laboriel gibiler bunu zaten yapıyordu.Belki yöntemleri farklıydı.
Fakat ses böyle çıkmıyordu. Çalışları dinleyiciye bu kadar cazip gelmiyordu. Sizin tonunuz, ekipmanınız, çalış şekliniz hepsi bir bütün olarak farklıydı sanırım.
– Belki de benim kullanma şeklim yeniydi diyebiliriz. Ama teknik yeni değildi.
Siz bunu çok ileri taşıdınız bence.
– Umarım bu bir ilerlemedir. Bu teknik yalnızca bir araç. Basçılara bir araç verdim diyelim. Müzikal biçimde kullanırsanız buna ilerleme diyebiliriz. Ancak bunu bir ilerleme olarak kullanmayan pek çok kişi duyuyorum. Anlıyor musunuz beni?
Evet, çok iyi anlıyorum. Harika bir röportajdı bu.
– Teşekkür ederim. Okumak için can atıyorum.
(Ozan Musluoğlu / 2011 / Jazz Dergisi)

Linkler

Wikipedia biyografisi
Kişisel web sayfası

Share.

Leave A Reply

17 + 20 =

error: Content is protected !!