Alper Yılmaz / New York’ta elektro bas pek makbul değil, ben de kendi projelerime yöneldim

0

ODTÜ mezunu bir endüstri mühendisi, Kaliforniya Üniversitesi’nden doktoralı bir ekonomist. 39 yaşında, 12 yıldır Amerika’da yaşıyor, dünyanın en büyük geçici insan kaynakları firması Adecco’da bir bölümün yöneticisi. Bir yandan da bas gitarıyla, cazdan çağdaş müziğe uzanan geniş bir coğrafyada keşif çalışmalarını yürütüyor. Alper Yılmaz 2007’de, aralarında Jaco Pastorius’un piyanisti Jon Davis’in de bulunduğu bir grup müzikçiyle, New York’ta “Clashes”i kaydetti. Albüm Türkiye’de bir yıl sonra yayımlandı. Yılmaz’ı Adecco merkezindeki işleri için geldiği Zürih’te bulduk, müzik serüvenini konuştuk.

Cazcılar arasında basçılar ve davulcuların gölgede kalmaktan duydukları rahatsızlık üzerine birçok fıkra anlatılır. Sahne önündeki gitarı bırakıp, basa geçmeniz zorunluluk muydu, tercih mi?
– Sanırım her ikisi de… Gitar çalmaya başladığım ilk zamanlardan beri, ki bu 1980’li yılların başlarına denk düşüyor, bas ve davul en sevdiğim enstrümanlar arasındaydı. Dinlediğim ve çıkartmaya çalıştığım parçalarda kendimce gitardan önce bası ve davulu anlamaya çalışır, daha sonra gitarın ne yaptığını analiz ederdim. Asıl aletim gitar olmasına rağmen, ortaokul yıllarında kısa bir süre için liseli ağabeylerimizin bir grubunda bas gitar çaldığımı ve çok keyif aldığımı hatırlıyorum. Basa geçişim, 1993 yılında Ankara’da Tuna Ötenel ve Janusz Szprot’un muhtelif orkestralarına Yahya Dai’nin öncülüğünde davet edilmemle başladı. O dönemde Ankara’da hatırladığım kadarıyla Murat Ulus ve Kamil Erdem’den başka caz basçısı yoktu; daha doğrusu “mainstream jazz” çalan basçı diyelim… Murat Ağabey sanırım bazı sağlık sorunları nedeniyle, Kamil Ağabey de diğer işleri dolayısıyla çalamıyor olsa gerek ki, bu ekiplere ben davet edilmiş olmalıyım. Hoş, o zamana kadar benim de o tarz caz müziği çalmışlığım yoktu aslında… O dönemde Tuna Ağabey’den ve Janusz’tan öğrendiklerimin haddi hesabı yok diyebilirim. Bu bağlamda ikisi de ilk hocalarım kesinlikle. Özellikle Tuna Ağabey’le aynı sahneyi paylaşabilmiş olmak büyük bir onur benim için; aynı zamanda da çok önemli bir okul. Tabii ki o dönemde bu ekiplerde birlikte çalışma fırsatı bulduğum Yahya Dai, Sibel Köse, Zafer Gerdanlı ve Canan Aykent’in de katkılarını unutmamak gerek…
Kaliforniya’ya taşındığım 1995’ten sonraki birkaç yıl gitar ve bası bir arada götürmeye çalıştım. Ancak gitarda kendimi istediğim şekilde ifade edemediğimi ve büyük ölçüde tıkanmaya başladığımı hissettim. O noktada belki de bir ustayla oturup birkaç ders yapsaydım, sıkıntımı çözebilirdim, ancak elimin altında bas gitar gibi kendimi daha rahat hissettiğim bir aletin olması gitardan daha da uzaklaşmama yol açtı diyebilirim.
Sahnenin önünde ya da gerisinde olma istemi sanırım lise yıllarında geride bırakılması gereken bir ego. O enerjinin bir şekilde kompozisyon ve kolektif performansa yönelik bir sanat dalında “ben işin bütününe nasıl katkıda bulunabilirim” şeklinde bir düşünceye yönlendirilmsi gerekiyor, bana kalırsa. O açıdan baktığımda yaptığım seçimin daha keyifli, daha doğru bir seçim olduğunu düşünüyorum…
Üniversite yıllarında gitarla Al di Meola, John McLaughlin repertuvarını nota nota çalışan, onların müzikal cümlelerini ezberleyen bir genç müzikçinin sonraki yıllarda kendi sesini bulması ne kadar zaman alıyor, hangi süreçlerden geçiliyor? Bu arada Al di Meola ile yola çıktığınıza pişman oldunuz mu daha sonra, başka bir gitarcı da olabilirdi örnek aldığınız, belki sizi daha ileriye taşıyabilirdi…
– O yıllarda yaptığım çalışmaların bana ve birlikte çalıştığım müzisyenlere en önemli katkısı sanırım müziği bir enstrümanın ötesinde algılamaya başlamak oldu. Ben Al di Meola’nın sololarını nota nota çıkartmaya çalışırken, tüm davul, bas, klavye ve vurmalı partilerini de çıkartıyor ve ezberliyordum. Bugün otursam tabii ki Steve Gadd’in ya da Lenny White’in çaldığı o davulu çalamam, ama o partiyi ve iki müzikçinin kullandığı tekniği nota nota bilirim. Jaco Pastorius’la da tanışmam o dönemdir aslında. Al di Meola’nın “Land of the Midnight Sun” albümünün ikinci yüzünün açılış parçasında bası Jaco çalar. O parçada diMeola’dan ziyade Jaco’yu dinlediğimi ve hayran kaldığımı hatırlıyorum.
Sonuç olarak o dönemde yaptığımız olay elimizin altında yazılı nota olmamasından dolayı herşeyi kulaktan çıkartmak ve bunları çalmaya çalışmaktı. Genelde caz eğitiminde öğrencinin işe idol olarak gördüğü müzisyenleri taklit ederek başlaması yaygındır. Yanlış anlaşılmamalı; “bu böyle olmalıdır” demiyorum, sadece pratikteki uygulamayı söylüyorum. Bu noktada öğrenci tekniğini geliştirir ve aletiyle arasında sıkı bir bağ kurar. Başlarda öğrencinin kelime haznesinde idollerinin cümlelerini görürsünüz. Bir yerden sonra cümleler esnetilmeye başlanır ve zaman içerisinde kişi kendi kelime haznesini oluşturmaya ve özgünleşmeye başlar. Bu süreç birkaç yıl da sürebilir, bir ömür boyu da; maalesef benim bildiğim standart bir formülü yok…
Al di Meola’yla yola çıkmış olmamla ilgili olarak bir pişmanlığım yok açıkçası; daha doğrusu bilemiyorum diyeyim. Tabii ki, daha başka pekçok müzisyeni dinleme ve çalışma fırsatını kaçırmışımdır o yüzden, ama o yıllarda çevremizde müzikal açıdan elimizden tutan ve yol gösteren birileri yoktu. Ayrıca çok fazla albüme erişimimiz de yoktu kesinlikle; kasetçilere gidip albümleri kasede kaydettirdiğimiz yıllardan bahsediyorum. Bir şekilde kendimizce birşeyler yapmaya çalışıyorduk. Ayrıca içerisinden geçilen süreci ex post eleştirmek çok kolay ama o dönemde yapılan değişik bir çalışmanın bugünü nasıl etkileyeceğini tahmin etmeye imkan yok…
Bugün kendime ait bir sesimin olduğunu ya da yavaş yavaş olmaya başladığını düşünüyorum. Bundaki en önemli etken bana kalırsa bas gitara uzun yıllar bas gitar olarak bakmamış olmam, daha ziyade bir gitaristin alete yaklaşımıyla yaklaşmam ve çok da fazla bas gitar dinlemiyor olmam diyebilirim. Charlie Parker’ın söylediği rivayet olunan bir cümle vardır, “parçanın akorlarını çok iyi öğrenin, ama solo çalmaya başladığınız anda o akorları tamamen unutun” şeklinde… Benim bunun bas gitara adapte ettiğim versiyonu “bas gitar çalmayı çok iyi öğrenin ama çalmaya başladığınız elinizdeki aletin bas olduğunu unutun ve müziğe odaklanın” şeklinde…

Bir ara Patitucci’yle haşır neşirdim, onun gibi
çalmaya başladığımı fark edince uzaklaştım

Saydığınız iki ismin bastaki yol arkadaşı, müziğini sürat ve teknik gösteri üstüne kuran meşhur yıldız Stanley Clarke’dı. Oysa aynı dönemde basta çok daha derin bir çizgi izleyen, hatta solo bas albümü yapacak, solo konser verecek kadar enstrümanına, kendine güvenen Jaco Pastorius, elektro bastan daha sonra akustik basa geçen Dave Holland gibi müzikçiler de vardı. Siz bu farklı ekoller arasında hangi yoldan yürümeyi tercih ettiniz?
– Bas gitar çalmaya başladığım dönemde hemen hemen hiç bas gitarist dinlemedim diyebilirim. Belki bir parça John Patitucci, Jaco Pastorius, Christian McBride, Dave Holland, Scott LaFaro, Ron Carter filan. Ama onları da basçı oldukları için değil, müzikal bir idyomları oldukları için dinlemişimdir. Özellikle Kaliforniya’daki ilk iki-üç yılımda—ki bu dönem çok yoğun bir şekilde bas çalıştığım bir dönemdir—ayda 10-15 kadar albüm alıp, onları analiz etme şansı buldum. Bu dönemde caz müziğiyle ilgili genel kültürümü geliştirdiğimi ve nefesli aletleri tanıma fırsatı bulduğumu söyleyebilirim.
Yine de, adlarını saydığım basçılar arasında belki de en fazla Jaco’nun ekolünü takip etmişimdir. Klasik eşlik anlamında her ne kadar kontrbas elektrik bastan çok daha farklı bir enstrüman olsa da örnek almaya çalıştığım basçı Scott La Faro’dur diyebilirim. Bir ara Patitucci’nin işleriyle de çok haşır neşir oldum, ama katıldığım birkaç workshop’ında o dönemde çok fazla onun gibi çaldığımı farkedip, o tarzdan uzaklaşmaya çalıştım.
Matt Garrison’la çalıştığım dönemlerde ondan da çok etkilendim diyebilirim. Her ne kadar kompozisyon anlayışı olarak ondan çok farklı olsam da, bas gitar çalışımda yer yer onun etkileri görülür.
Bu süreçte Aaron Copland School’daki teorik eğitim müziğinizi nasıl etkiledi, tecrübeyle edindiğiniz birikimi unutup kendinizi yeniden programlamanızı mı sağladı yoksa birikiminizi daha akışkan bir ifadeye kavuşturmanıza vesile mi oldu?
– Queens College Aaron Copland School of Music’teki teorik eğitimim büyük ölçüde Michael Mossman’dan aldığım “Düzenleme ve Kompozisyon” dersleriyle sınırlı aslında. Queens College klasik müzikte iyi bir teori bölümüdür. Ama ben “Caz Performans” dalında bazı dersler aldım. Açıkçası o programın da tek işe yarar kısmı Michael’ın verdiği “Düzenleme ve Kompozisyon” dersidir diyebilirim.
Queens College’ın bana en önemli faydası kafamda önceden belirlemiş olduğum ama cevaplarını nasıl bulabileceğimi bilmediğim sorular için bir çözüm önermesi oldu. Ayrıca, kafamda yıllar içerisinde oluşmuş bir takım melodileri, akor dizilerini nasıl başı sonu belli bir parçaya dönüştürebileceğim konusunda iyi bir formasyon verdi bana kalırsa. Konu ne olursa olsun, başından sonuna bir projeye başlayıp bitirmek ciddi bir disiplin ister. Bu disiplini büyük ölçüde o dönemde öğrendim.
Yani, kısaca cevaplamak gerekirse, Queens College birikimimi daha akışkan bir ifadeye kavuşturmama vesile oldu diyebilirim.

New York’ta elektro gitara iş yok
ben de kendi projelerime yöneldim

New York’ta dünyanın farklı köşesinden müziklerin buluştuğu bir potada yaşamak müziğinizi nasıl etkiledi? Diğer müzik türleriyle aranız nasıl?
– New York benim için müzik yaparak yaşam idame ettirmeye çalışılacak bir yerden ziyade, çok iyi bir öğrenme platformu. Bu, hem şehrin tarihi olarak caz müziğindeki yerinden, hem çok iyi müzik okullarını barındırmasından, hem de dünyanın dört bir yanından inanılmaz müzisyenlerin burada yaşıyor olmasından kaynaklanıyor. Burada çalanları dinleyerek, bunalıma da girmek mümkün, çok etkilenip deliler gibi çalışmak da…
New York’un bana kazandırdığı en önemli şey kendi projelerimi yapmaya yönelmem oldu. Ağırlıklı olarak “mainstream bebop” tarzının halen baskın tür olduğu bir şehirde ister istemez elektrik bas çok da aranan bir alet değil. Ayrıca, ekonomi ve mühendislik gibi tamamen alakasız disiplinlerden gelen biri olarak New York’a ilk taşındığımda ciddi bir müzisyen ağı içerisine de hemen giremedim. Bu durumda, Türkiye’dekinin ve Kaliforniya’dakinin aksine sıklıkla aranan bir müzisyen değildim. Bu da ister istemez, sizi kendi projelerinizi gerçekleştirmeye zorluyor.
Tabii, değişik müzik kültürlerinin buluştuğu bir yerde yaşamak insanın kelime dağarcığını ister istemez geliştiriyor. Bu da bir şekilde kişinin yaptığı müziğe yansıyor. Sanırım New York’a taşındıktan sonra müziğe daha geniş bir pencereden bakabilmeye başladım. Bu şehir özellikle caz müziği kapsamında bir yandan çok tutucuyken, diğer yandan da bir o kadar açık. Yani oldukça enteresan bir karışım var burada. Bunun içerisinde müzisyen olarak kendi yerinizi belirleyebildiğiniz zaman, bu şehirden alabileceğiniz çok şey var…

Caz gelecek dönemde gittikçe sofistike hale gelecek,
ortalama dinleyici sadece genel dokusunu anlayabilecek

Cazın başkentinden baktığınızda 2000’lerin ilk 10 yılını tamamlarken caz nereye gidiyor? 1970’ler caz rock, 1980’ler fuzyon, 1990’lar asit caz ve hemen ardından mainstream akımlarının ön plana çıktığı dönemlerdi. 2010 sonrasındaki 10 yılda neler olacak sizce?
– Keşke bilebilsem… Bu üzerinde sıklıkla düşündüğüm, ama net bir çözümden şu aşamada oldukça uzak olduğum bir soru… Bana kalırsa, soruyu ele alırken üç-dört ayrı boyutta düşünmek gerekiyor. Son yıllarda teknolojinin müzik piyasası üzerindeki etkileri malum. İşin arz tarafında, bilgisayar ve kayıt teknolojilerinin ev ortamına bu derece girmiş olması üretim maliyetlerini inanılmaz bir biçimde düşürdü ve arzı belirgin bir biçimde arttırdı mesela. Halbuki, işin talep yönüne baktığımızda daha da enteresan bir manzara var. CD’ler tam ses kalitesi olarak vinil teknolojisine ulaşmıştı ki, yerini farklı bir formata bırakmaya başladı. Yeni çıkan sıkıştırılmış formatlar, internet üzerinden dosya paylaşım imkanları, on binlerce şarkının ufacık bir alette taşınabilir hale gelmesi gibi etkenler müziğin üzerinde taşındığı CD, kaset gibi ortamların değerini minimuma indiriyor. Bu durumda, pazarın dengeye ulaştığı noktadaki fiyat sıfırın çok yakınında. Bu durum bırakın müzisyeni, bu işten ciddi boyutta paralar kazanan üretici firmaları bile zor durumda bıraktı ister istemez. Bu işin bir yönü…
Bir diğer nokta, kaydedilmiş müziğin performanslar için bir pazarlama aracı olması ve performansların da kaydedilmiş müzik için bir pazarlama aracı olması gibi bir döngü içerisinde müzisyenin ne performanslardan, ne de albüm satışlarından ciddi bir gelir elde edebilmesi gibi bir durum… Cazın genelinde bu, aslında müzisyenleri yaşamları ve uğraştıkları sanat dalıyla ilgili daha farklı ekonomik arayışlara yöneltiyor ister istemez.
İşin sanatsal yönüne bakacak olursak… Caz son 20-30 senedir alaylı bir müzik olmaktan çıkıp, okullu bir müzik olmaya başladı. Bu sayede de klasik müziğin 4-5 asırda katettiği yolu, caz yeni yeni keşfetmeye başladı diyebiliriz. Bu kaçınılmaz bir şekilde, caz müzisyenlerinin dağarcıklarının gelişmesine yol açıyor tabii.
Benim önümüzdeki 10-15 yılda caz müziğinin yöneldiğini gördüğüm noktada, akustik enstrümanlarla birlikte elektronik olarak türetilmiş sesler, mikrotonlar yani doğu müziklerinde yaygın kullanılan ara sesler, poliritmler; yani kısaca 12-notalı sistemden ve geleneksel ritmlerden uzak bir caz müziği var. Bu müzikte dinleyici nereye oturtulabilir derseniz, ki bu önemli bir soru, ortalama bir dinleyicinin bu müziği sadece dinamikleri ve müziğin genel dokusu itibariyle algılayabileceğini söyleyebilirim.
Birçok müzikçi kayıtları düşüncenin kristalize edilmesi, ifadenin mükemmelleştirilmesi açısından fırsat olarak değerlendiyor. Siz “Müziğimin kaydedilmesi, sonraki nesillere aktarılması umurumda değil” diyorsunuz, albümü zorunluluk nedeniyle kaydettiğinizi söylüyorsunuz. Neden?
– Bu sanırım daha önce verdiğim mülakatlardan birine referans; bayağı aksi bir laf söylemişim! Bir parça açmakta fayda var… Bu bağlamda “düşüncenin kristalize edilmesi” ve “ifadenin mükemmelleştirilmesi” bana kalırsa “ifadenin sabitleşmesi ve donuklaşması” gibi de algılanabilir. Benim yapmaya çalıştığım müzik büyük ölçüde doğaçlamaya yönelik bir tarzda. İşin ana resmini ben çiziyor olabilirim, ama performansa davet ettiğim müzisyene bağlı olarak aslında olay kolektif bir çaba ve aynı ana resim etrafında sürekli aşama göstermesi gereken bir çaba. “İfadenin mükemmelleştirilmesi” söz konusu değil çünkü bana kalırsa böyle birşey zaten mümkün değil. Bu tarzda bir müzik için herhangi bir kaydın verebileceği en önemli done bana kalırsa bir zaman kesitinde müzisyenin ya da müzisyenlerin konumlarıyla ilgili bir tarihi belge olması.
Dolayısıyla, benim müziğimi kaydetmemde bunlardan farklı birkaç ana sebep var. Birincisi, elimde birikmiş bir takım materyali kaydedip, rafa kaldırıp, bir sonraki projeye yönelebilmek için kendi kendime koymuş olduğum bir son tarih söz konusuydu. Çünkü böyle bir kısıt olmadan üretken olamadığımı biliyorum. İkincisi, festivallerde, kulüplerde çalabilmek için elde bir şekilde kayıtlı materyal ve bu kayda dair yazılı ve basılı yorumların olması şart; eğer kulübün sahibi ya da festivalin organizatörü sizi özellikle tanımıyorsa. Bu kayıt demo da olabilir, bitmiş bir albüm de olabilir, ama bitmiş bir albümün yorumlanması daha olası. Üçüncüsü de, daha önce de kısaca değindiğim üzere, bir ürünü ya da projeyi en başından başlayıp bitirmek bana kalırsa önemli bir başarı. Benimki tarzında bir albümün üretilmesi sürecinde parçaların yazılması, müzisyenlerin ve diğer teknik elemanların belirlenmesi, albümün kaydı, miksi ve master edilmesi, grafiklerinin tasarlanması ve nihayi ürünün basılarak elinize geçmesi aklıma ilk etapta gelen aşamalar. Sonuçta Clashes benim için önüme koyduğum zorlu bir projeydi. O projeyi gerçekleştirebilmiş olmaktan mutluyum…

Albümün kapanışındaki Landscapes
gelecekteki hedefimi yansıtan bir mesaj

Albüm ekibinde Jaco Pastorius’la çalışmış isimler, New York çevresinde bilinen müzikçiler yer alıyor. Albümü kendi bütçenizle kaydetmişsiniz, bu kadroyu nasıl bir araya getirdiniz? Banka mı soydunuz, yoksa ekonomi doktorasıyla mucize mi yarattınız?
– Albümde çalan müzisyenler aynı zamanda sosyal ortamlarda da beraber olmaktan büyük keyif aldığım arkadaşlarım aslında. Sağolsunlar, benden sadece sembolik rakamlar talep ettiler. Dolayısıyla bu çalışma aslında benim olduğu kadar onların da.
CD’ye adını veren Clashes ve kapanıştaki solo parça, yaklaşım açısından albümün genelinden epeyce farklı. Diğer parçalar dinleyiciye dönük, kimileri belirli bir ruh halini dinleyiciye aktarmayı hedefleyen yaklaşımla yazılmış, icra edilmiş. Clashes ve Landscapes ise daha içe dönük, enstrümanınızdaki farklı renkleri aradığınız, bir şeyleri sorguladığınız çalışmalar. Sanki geleceğe yönelik bir yol ayrımı gibi duruyorlar. Öncelikle bu iki parçadaki yaklaşım hakkında bilgi verir misiniz, gerçekten gelecek çalışmalarınız belirleyecek bir yol ayrımı olabilir mi?
– Clashes’in üretim aşamasına gelene kadar iki değişik versiyonu oldu aslında. İlk versiyon tam Kenny G usulü diyebileceğimiz, benim hiç içime sinmeyen ve sevmediğim bir parçaydı. Bundan dolayı, parçayı kayıttan önceki gün değiştirmeye ve aslında büyük ölçüde müzisyenlerin yorumlarına bırakmaya karar verdim. Beğenmezsem, albüme koymayacaktım. Sonuçta parçanın yazılı olan kısımları sadece baştaki paralel nefesli girişi, klarnet solosunun en sonundaki benim de sesimle eşlik ettiğim melodi ve en sondaki davul çıkışı. Onun dışında her şey doğaçlama. Stüdyoya girdiğimizde müzisyenlere alto saksafon ve klarnet sololarının çalınacağı gamı açıkladım ve soloların birbirlerine bağlantılarının nasıl olacağını tarif ettim. Albümde dinlediğiniz yorum parçanın ilk kayıtta alınmış halidir, bir ikinci kayda gerek olmadı. Sadece ben sonradan kendi ses partimi ekledim. Özellikle Dave’in bu parçada çaldığı alto solosu parçayı apayrı bir boyuta taşıdı. Parçanın geneli bayağı içime sindi diyebilirim…
Landscapes, Clashes’e göre gelecekteki tarzımı daha belirleyen bir parça aslında. Bir süredir loop aletleriyle bir takım işler yapmaya çalışıyorum zaten. Hatta eşim Aslıhan’ın ve bazı arkadaşlarımın çektikleri kısa filmler üzerine sırf bas loop’larından oluşan melodilerle yapmayı düşündüğüm bir DVD projesi var kafamda. Landscapes’te zaman zaman duyduğum bazı Hint ezgilerine referanslar var. Aslında uzun zamandır tabla çalışmak ve Hint müziğinin bazı ritmik öğelerini müziğime taşımak istiyorum ama bir türlü vakit ayıramadım o işe. Albümün son parçası olması, bir parça da gelecekte neler yapmayı planladığıma dair bir sonsöz olduğu şeklinde yorumlanabilir.

Clashes, müziği yaşamımda oturttuğum
yerin netleşmesi açısından yardımcı oldu

Clashes, bir röportajda söylediğiniz gibi, kişisel iç çatışmaların müziğe yansımasıysa, arınmanıza, sorunların çözülmesine, en azından sancılı süreçten çıkmanıza katkısı oldu mu?
– Yaşam keşke o kadar kolay olsa ve tek bir projeyle ya da şarkıyla tüm sorunlar çözümlenebilse… Clashes’i kendi başına bir şarkı olarak ele aldığımızda yapılacak her türlü yorum parçaya sonradan giydirilen bir kılıf olabilir ancak. Az önce parçanın ilk halinin nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Ancak, parça şu anki haliyle benim yıllarca kendi içimdeki savaşımı anlatıyor denebilir. “Bunları düşünerek mi bu parçayı yazdınız?” derseniz, hayır. Ama sonradan bakınca parçanın anlatmaya çalıştığı, çekişen bazı fikirlerin parçanın sonuna doğru kendi içlerinde bir uzlaşmaya vardığı sanki. Parçanın çıkışındaki sakin pasaj hem armonisi, hem de dinamikleri açısından bunu destekliyor.
Clashes’in kaydıyla ilgili olarak anlatmadan geçemeyeceğim bir nokta var… Dave (Binney) o gün kayda biraz geç geldi. Tabii, ister istemez stüdyoda biraz gerildi herkes. Sanırım, kayıt sabahı Kaliforniya’da oturan annesinin kanserinin yıllar sonra tekrar nüksettiğini öğrenmiş. Nitekim, kadıncağız o tarihten iki-üç ay kadar sonra vefat etti. Bilemiyorum, Dave o kaydı nasıl hatırlar, hatırlar mı, ama benim için o soloda ciddi bir kavga, mücadele, çekişme, belki de yenilemeyen bir hastalığa karşı bir isyan var. Hayatta en keyif alarak dinlediğim sololardan biri diyebilirim bu solo için, çünkü solonun kendi içerisinde başlı başına bir kompozisyon var ve bu kompozisyon bana kalırsa dört dörtlük!
Clashes’i bir albüm olarak ele alırsak, evet; kendi içimdeki iç çatışmalardan çıkmaya başladığım bir döneme geldi. Tabii, bire bir etkisini anlamak çok güç, ama bu albüm benim müziği yaşamımda nereye oturttuğum konusunda bana çok yardımcı oldu sanırım…
Albüm repertuvarıyla Türkiye’de konser vermeyi düşünüyor musunuz?
– Şubatta, albümün Türkiye’de A.K. Müzik tarafından piyasaya sürülmesine denk getirerek İstanbul’da ve Ankara’da konserler verdik. Albümde yer alan Mike McGinnis, Nick Kadajski ve Volkan Öktem’in yanısıra, gitarda Sarp Maden de ekibe eşlik etti. Önümüzdeki dönemde repertuvarı yeni çalışmalarla zenginleştirerek bir dizi konserler daha vermek istiyorum tabii ki, ancak New York’tan birlikte çalıştığım müzisyenleri sık sık Türkiye’ye uçurmak ve bu işin lojistiğini sağlamak için ekonomi doktorasıyla mucize yetmiyor, bir de üstüne banka soymak gerekiyor!
Yeni projeleriniz?
– Bu yılın ağustos ya da eylül ayı içerisinde ikinci albümümü kaydetmeyi planlıyorum. Bugünlerde albümde yer alacak kompozisyonlar üzerine çalışıyorum. Şu aşamada tarz olarak ilk albümü andırır bir iş var kafamda. Eğer her şey planladığım şekilde giderse, önümüzdeki aralık ayı gibi albümün çıkmış olması beklenir. İşin mali planlamasını henüz yapmış değilim yalnız, o yüzden çarşıdaki hesap ne gösterir, bilinmez.
Onun dışında evde sadece bas gitar ve loop’larla kaydetmeyi düşündüğüm projem söz konusu; az önce kısaca bahsetmiştim. Bir de eşim Aslıhan’la planladığımız vokal ve bas gitar için bir çalışmamız var. Bu proje fikir olarak şu aşamada oldukça ham yalnız. Bir parça kapanıp, üzerinde düşünmemiz gerekiyor…
(Serhan Yedig / 16 Mart 2008 / Hürriyet)

Linkler

Alper Yılmaz’ın kişisel web sayfası

 

Share.

Leave A Reply

19 − ten =

error: Content is protected !!