Riccardo Muti / Şef platformu iktidar alanı değil, yalnızlık adasıdır

0

Şef Riccardo Muti, orkestradan karakteristik tını elde etmenin önemini Herbert von Karajan’dan öğrendiğini söylüyor. Orkestra tınısının ulusal kültürle bağlantısına dikkat çekiyor. CD kayıt teknolojisinin, plak firmalarının dayatmasıyla günümüzde orkestraların aynı tınlamasından şikayetçi. “Kişiliklerini kaybediyorlar. Şu anda tınının apaçık tesviyesini yaşamaktayız” diyor.

Riccardo Muti

O, Barack Obama’nın şehri Chicago’da neredeyse Birleşik Devletler başkanı kadar popüler. Viyana ve Salzburg’ta 45 yıldan beri saygı görüyor. Maggio Musicale Fiorentino, Milano Scala ve Roma Operası’nı yönettiği memleketi İtalya onu adeta taparcasına seviyor. Hatta geçen yıl onun Quirinal Tepesi’ne yerleşmesinden, yani cumhurbaşkanı olmasından bile söz ediliyordu: Ricardo Muti dünyanın en ünlü şeflerinden. Napoli doğumlu. 2017 Temmuzu’da 76 yaşına girecek. Ravenna’daki evinde bir araya geldik. Küçük dostu Attila da yanımızdaydı. Tabii Verdi’ye ilham veren Hun imparatoru değil, bir Boston-Terrier’i bu küçük dost…
Maestro, bir şefin yaşamının başarılarla dolu ve göz kamaştırıcı olduğu sanılır. Hayatınız hep böyle miydi?
– Bunu, cevabı beklenmeyen bir soru olarak görüyorum; hayır, elbette değil. Biliyor musunuz, podyum bir iktidar yeri değildir, tersine bir yalnızlık adasıdır. Dışarıdan bakıldığında bir müzisyenin hayatı göz kamaştırıcı görünüyor olabilir; fakat içten, özünde çok, çok zordur. Olağanüstü fazla çalışmaktan oluşur ve temel şeylerden vazgeçilmesi gerekir. Bu normal bir yaşam değildir. Bütün bu zorunlu fedakârlıklara ve yaşamın son derece basit şeylerinden vazgeçmeye rağmen denge gibi bir şey bulmak benim için her zaman zor oldu.

Uzlaşmayı sevmem

Bu yüzden uzun meslek yaşamınız boyunca kırılmalar, beklenmedik olaylar da oldu mu? Scala’yla veya Roma Operası’yla anlaşmazlıklarınız efsane gibi. Prens Charles’ın 2008’de 60’ıncı yaş günü münasebetiyle Buckingham Sarayı’nda verilen konserde, sizden iki defa programda kısaltma yapmanız rica edildikten sonra, eğlence programı sunucusu olmadığınızı söyleyerek bunu reddetmiştiniz. Uzlaşmayı sevmiyor musunuz?
– Evet, uzlaşmayı sevmiyorum; daha doğrusu mutlak hakikate sahip olduğum için değil, ilgili sanatçı meslektaşla veya bir kurumla çatışma içinde çalışmanın imkânsız olduğundan emin olduğum için. Seyircinin yüceliğine ve bizzat kendime duyduğum saygı bunu gerektiriyor.
Şefle orkestra arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir? Karizma denilen şeyin nasıl bir rolü vardır? Karizmayla doğulur, öyle denilmiyor mu? Gizemli bir kelime.
– En iyisi kişilikten söz edelim. Bir orkestrayla ilişkide belirleyici olan kişisel kültür ve sanat hakkındaki bilgi. İçgüdüyle akıl işbirliği yapmalı. Orkestra, şefin yeterli ve otorite sahibi olup olmadığını hemen anlar. Buna onun müzisyenlerle bir köprü kuran insani özellikleri eklenir; öyle ki içlerinde bazıları belki buna razı olmasa da müzisyenlerin çoğunluğu, onun yorumlarına saygı duyar ve bu yorumları onaylar.

Kesin olan tek şey ölümdür

Müzikal yorumlarınız ne kadar değişti, bunun o andaki orkastrayla, atmosferle ilgisi var mı?

70’inci yaşgününde Salzburg Festivali’nde, Chicago Operası solistleriyle Verdi’nin Macbeth’ini seslendirmişti.

– Her yorum zamanla değişir, çünkü biz değişiyoruz. Dünyaya, topluma bakış daha derinleşiyor. Kişisel deneyimler nedeniyle ve dünyayla alışveriş içinde değişiyoruz. Her yorum bir an için geçerli sayılır; kesin değildir. Şu atasözünü sevmem, ama bunda bir gerçeklik payı var: Dünyada kesin hiçbir şey yoktur; sadece ölüm kesindir. Yıllar içinde değişen bir yorum vardır ve de atmosfere, akustiğe, seyirciye, müzisyenlerle olan sanatsal ve insani ilişkiye bağlı olan günlük yorum vardır. Olumlu olduğu gibi olumsuz da etkileyebilen bütün unsurlar söz konusu. Özünde değil, ayrıntılardaki yorumun farklılaşabilmesinde güzel bir şey vardır: Bu, bizim canlılığımızın kanıtıdır; yoksa plak çalabilirdik. Brahms senfonileri bilindiği gibi her defasında farklı yönetiyordu. Bugün bu konuda çok daha teknik bir anlayış var.
Bu arada “Alman tınısı”ndan söz edilmesine sanki bu terimin arkasında milliyetçi bir anlayış gizlenmiş gibi neredeyse kuşkuyla bakılmakta. Buna rağmen Alman orkestrası bugüne kadar ses bakımından Amerikan ya da Rus orkestralarından farklı olmuştur. Bir orkestranın sesi, sizin için ne ifade ediyor?
– Sesin tınısı, bir ulusun kültürünün bir ifadesidir. Eskiden Alman, Avusturya, Fransız, İtalyan ve Rus tınısı arasında ayrım yapmak kolaydı. Günümüzde, teknolojinin ve küreselleşmenin dayatmasıyla birçok orkestra aynı tınıda ses veriyor; basit çünkü bir CD’nin mükemmelliğini amaçlıyorlar. Böylece kişiliklerini kaybediyorlar. Biz şu anda tınının apaçık bir tesviyesini yaşamaklayız. Çok şükür hâlâ Berlin Filarmoni, Bavycra Radyosu Senfoni Orkestrası, Viyana Filarmoni ve birkaç Birleşik Devletler orkestrası gibi istisnalar var. Gayet tabii tını da söz konusu şefin sanatsal anlayışı (ki bu da yine onun kültürünün, köken ve tecrübesinin ürünüdür) tarafından şekillenir. Şefin ve orkestranın, her iki tını vizyonunun birleştirilmesinden her zaman yeni, çok ilginç durumlar ortaya çıkar.

Mozart’ın mesajı müstehçenlikte yatar

Müzikal ve sahneleme yorumları günümüzde sık sık birbirinin karşısına çıkarılıyor. Sizin rejisörlerle olan tartışmalarınız da ünlü. Sizce bir opera rejisörü ne yapmaya izinli, ne yapabilir, ne yapmalı?
– İdeal anlayışı bilmiyorum. Rejiye duyulan merak, onun önemini küçümsemeden söylüyorum, günümüzde aşırı ölçüde artmıştır. Ben, bir rejisörün müzik bilgisi olup olmadığını ve metni iyi bilip bilmediğini derhal anlarım. Söz gelimi Cosi van Tutti’yi alalım: Lorenzo da Ponte’nin librettosu karmaşıktır; çünkü pek çok müstehcen, hatta hem masum hem de – o zamanki görüşlere göre- provokatif olarak anlamlandırılabilecek gerçekten şeytanca bölümleri var. Bunu anlamamak, Mozart’ta her zaman yaygın anlayıştan çok müstehcenlikte yatan mesaja ihanete eşdeğerdir. Şimdiki zamana bir uygulama bu durumda kuşkusuz yararlı olacaktır. Fakat genellikle eski edebi metinle sadece katı bir karşıtlık içinde bulunan modern bir düzenlememiz oluyor. Müzikal kesimde çoğu kez tarihsel bakımdan bilgilendirici temsillere karşı özel bir eğilim de buna ekleniyor. Her ikisi de aşırıdır. Elbette farklı düşüncede olunabilir. Mozart’ın sadece 18’inci yüzyılda geçmediği açık; o evrenseldir. Reji, metni daha çok benimsemeli ve kendiliğinden sadece çelişki aramamalıdır. Örneğin Verdi uvertürleriyle kişilerini zaten karakterize etmiştir; bir rejisör böyle bir şeyi görmezlikten gelemez. O halde bir sahneleme modern ve akıllı olabilir veya sadık ve aptal ve ya tersi.
Siz Verdi’de sözüm ona gelenek halindeki, partisyonla kurulan az çok keyfi ilişkiye çoğu kez karşı çıktınız. Bunda başarılı oldunuz mu?
– Benim 19. yüzyıl bestecilerinden, Verdi’den yana olan, fakat aynı zamanda Bellini, Donizetti ve Rossini’den yana da olan uğraşım, bununla kendimi peygamber ya da yargıç olarak göstermek istemeden, gerçekte bir misyona benzer. Orkestra yönetmeyi La Scala’da, Toscanini’nin yıllarca asistanı olan Antonino Votto döneminde öğrendim. O bana İtalyan melodramı hakkında çok şey öğretti; doğrudan Toscanini’den gelen bir bilgi. 19. yüzyıl repertuarını çalışmaya başladığımda “gelenek” adına partisyonların kötüye kullanıldığını anlamıştım. Kısaltmalar, ses perdesi değişiklikleri, nota eklemeler: sırf kitlenin hoşuna gitmesi için: muhakkak büyük bir etki- fakat müzikal bakımdan bir rezalet. Onlarca yıl İtalyan operası yazarlarının bir karikatürüydü, onlara bir hakaretti. Onların ruhuna ihanet edildi. Verdi’nin şeflerden ve şarkıcılardan ısrarla saygı istediği mektupları okunsun; ona göre yalnızca bestecidir yaratıcı. “Yorumcuların,” diyor Verdi, “yazdıklarımı tamı tamına uygulamalarını istiyorum.” Ancak partisyonlar vasıtasıyla Rigoletto, II trovatora ya da La traviata’nın asıllarıyla alımlama olayı yüzünden ne denli oynanmış olduğu görülür. Seyirci kitlesi, müzikte yazılı olmayan üst perdeden bir ‘do’ mu istiyor? Sorun değil! Mozart ya da Wagner’de düşünülmez olan şey, kuşkulu nedenlerle  İtalyan repertuarında tümüyle meşru gibi görünüyor.
Şefler, her şeyden önce şeflerden, örnek aldığı kişilerden veya meslektaşlarından mı öğrenir?
– Sadece bunlardan değil. Söz gelimi bizleri yeni kıyılara götürmüş olan orkestra sesine gösterilen olağanüstü özeni, tüm müzisyenler gibi ben de Herbert von Karajan’a borçluyum. O, Berlin ve Viyana filarmonilerinde elde ettiği benzersiz tınının mucidiydi. Bununla o, müzik dünyasını, hem kendisini izleyenleri hem de izlemeyenleri olağanüstü derecede etkiledi. Bazen meslektaşlar arasında oldukça güçlü ilişkiler de doğuyor. Söz gelimi Carlos Kleiber ile çok yakın dosttum. Onunla 1981 yılında Milano’da, Giorgio Strehler’in rejisiyle Le nozze di Figaro’yu Scala’da yönetirken tanışmıştık. Sık sık uğruyordu, çünkü aynı dönemde o da La bohem’in provalarını yapıyordu. O zamandan itibaren birlikte çok vakit geçirdik; müzik ve başka birçok şey hakkında konuştuk. Kleiber sadece olağanüstü bir şef değildi; onun müthiş bir mizahı da vardı.

Hayalim Ravenna Müzik
Akademisi’yle gerçekleşecek

Birlikte çalıştığınız şarkıcılarla ne gibi anılarınız var?

– Hangi birini söyleyeyim! Zamanımızın en güzel sesi Luciano Pavarotti’yle önemli işler yaptım: Scala’da Don Carlos, Verdi’nin Requiem’inin konser kaydı, Philadelphia’da I Pagliacci ve benim klavyede olduğum hayır amacıyla düzenlenen bir konser. Richard Tucker, Agnes Giebel, Christa Ludwig, Brigitte Fassbaender: Tanıyabildiğim ve bugün müthiş özlediğim tam bir büyük sanatçılar galerisi. Kemancı Zino Francescatti ile çellist Paul Tortelier ya da 1968’de tanınmamış genç bir şefle, benimle, Maggio Musicale Fiorentino’da sahneye çıkmayı kabul eden Sviatoslav Richter de bunlardan sayılır. Bu, benim kariyerimin başlangıcıydı; bundan kısa süre sonra Maggio’nun şefi oldum.
Gittikçe daha çok küreselleşen dünyada müziğin yeri ne olacak?
– Farklı kültürlerden yeni müzikal biçimler, diller, besteleme ve yorumlama sanatı için yeni bir yaşamın doğabileceğini ümit ediyorum. Avrupa müze haline gelmemeli; tersine kendi kimliğini kaybetmeden başka kültürlere de açık olmalı.
Hâlâ düşleriniz var mı, örneğin yeni yaşınız için hayaliniz?
– Şu sıra tam da bunu gerçekleştirmek üzereyim: Genç şefler, şarkıcılar ve korrepetitörler yetiştirmek için Ravenna’da bir akademi… Bir operayı, özellikle bir İtalyan operasını nasıl hazırlamak gerektiğini ve bir şefin hangi kriterlere göre bilgisini aktarması gerektiğini ben ustalarımdan öğrendim. Yeni kuşak bilmediği için neredeyse iyice unutulmakta olan kriterleri. Bu kriterler benim şefliğimin kılavuzu. Rejinin kökü müzikte yatar, şef sahnede olan her şeyden birlikte sorumludur. Onun kürsüye çıkışı, reji anlayışını paylaştığı anlamına gelir.
Bir operanın hazırlığı haftalar gerektirir. Her ayrıntı, her söz, bir aranın her dengelenişi özenle işlenmelidir. Accademia’da, genelde olduğu gibi tüm dünyadan gençler yetişecek. Söz ile müzik arasındaki ilişkinin keşfedilmesi onlar için bir aydınlanma. Oysa eskiden bu tamamen normaldi.
Issız adaya yanınızda hangi operaları götürürdünüz?
– Falstaff ve Cosi van Tutte’yi, çünkü bunlar tüm karmaşıklığı içinde insan doğasını tanımlayan yapıtlar. Bugün Falstaff’ın finali Tutto nel mondo e burla (Çevremizdeki her şey deliliktir) deyim yerindeyse kâhince gibi görünür.
Eğer bir gün cennette Giuseppe Verdi ile Wolfgang Amadeus Mozart’a rastlasaydınız, onlara ne sorardınız?
– Öncelikle cennetin, öbür dünyanın varlığından emin değilim. Benim trenimin cennete girip girmeyeceğinden de… Ancak bu ikisine rastlasaydım, tek endişem olurdu. “Size nasıl hizmet etmiştim?” şeklindeki soruma şöyle cevap vermeleri: “Hepsi yanlıştı.” Bu, benim için ikinci kez ölüm anlamına gelir.
(Flaminia Bussotti / 2016 / Zeit-Online / Tercüme: Meriç Gök / Opus Dergisi Eylül 2016)

Share.

Leave A Reply

16 − two =

error: Content is protected !!