Güzel Sanatlar Akademisinden ayrılıp 1946’da Fransa’ya giden ve 1976’ya kadar Paris’te yaşayan Avni Arbaş yıllar sonra, vatan hasretiyle ülkesine döndü. Resimleri Avrupa’nın önemli koleksiyonlarına giren, Picasso Müzesinde sergilenen Arbaş, Türkiye’de de aynı tempoyla çalışmaya devam etti. Kabataş’taki atölyesinde, sisler içindeki İstanbul’u tualine taşıdı; atlar, çiçekler, portreler yaptı. Daha sonra Foça’ya yerleşti. 2001’de 60 yılın ürünlerinden oluşan retrospektif sergisi öncesinde resim serüvenini anlatırken müzikle ilgisinden de bahsetmişti. “Çalışırken çoğunlukla Mozart dinlerim. Chopin’in, Bach’ın, Debussy’nin birçok eseri var arşivimde” demişti. Arbaş bu röportajdan iki yıl sonra hayata veda etti.
30 yıl Paris’teki atölyenizde çalıştıktan sonra Türkiye güneşine dönmeniz, renklere bakışınızı değiştirdi mi?
– Renkler insanın haleti ruhiyesiyle çok ilgili. Kabataş Set Üstünde’ydi atölyem. Sabah çok erken kalkarım. Saat 5’te, Boğaziçi’nde tül gibi, bir pus perdesi olur. İçinden siluetler geçer. Tekneler, gemiler. Büyülü bir manzaradır. Şunu düşündüm. İnsanların artık hayal kurmaya zamanı yok. “Öyle resimler yapayım ki, bakarken hayal kursunlar” dedim. Diğer resimlerden daha fazla uğraşıp çok sade resimler yaptım, Yazar dostum Zeyyat Selimoğlu “Bunları satamazsın, bitmemiş sanırlar” demişti. Sergiyi açtık. Bir gün bir vatandaş geldi, uzun uzun resme baktı. Sonra dönüp sordu: “Avni Bey bu resim bitmiş mi?”
Yıllarca ihmal edip son dönemde keşfettiğiniz renkler, tonlar var mı?
– Maviyi çok severim. Yeşili, griyi de. Her zaman disonans olarak kırmızıyı sevmişimdir. Yeşillerin, mavilerin içine koyduğunuzda hepsini canlandırır. Çok kullanırım kırmızıyı, hatta bazen imzamı kırmızıyla atarım. Resmin içine girer, bir görev üstlenir. Geçenlerde bir resim yaptım, umumi hali kırmızı. Eflatuna kaçan tonlar kullandım. Cafcaflı resim yapmayı sevmem, bu yüzden göz alan tonlardan kaçındım. Renk tercihim değişmedi.
Rüya’sını Peter Ustinov aldı
Rüyada ya da günlük hayattaki anlık bakışlarda karşınıza çıkan, tuvale taşıyamadığınız renkler oldu mu; rüyalarınızı resme taşır mısınız?
– Bazı resimler rüyalarım üzerinedir. Bunlardan biri Peter Ustinov’un arşivinde. Adı: Rüya. Bir ağaç, üstünde maymun gibi bir figür, altında kuyu, içinde bir adam; yani tuhaf bir atmosfer. Uyanınca düşündüm, çok hoşuma gitti. Resmini yaptım, Ustinov atölyeme geldiğinde çok beğenmişti, ona verdim. Bir kez rüyamda mahzene kapatılmıştım. Telefon kulübesi gibi bir kabine koydular. “Buradan çıkma, bekle, ölüm gelecek” dediler. Beklemekten hiç hoşlanmam. Kabinden çıkıp bağırdım. “Neredesin ölüm, çık ortaya” diye. Karşıma üçgen giysileriyle ölüm çıktı. Şiirdi seni öldüreceğim, deyip üstüne atladım. O önde ben arkada bir koşudur başladı. Bir yandan koşuyorum, tutar gibi oluyorum Bir yandan çok korkuyorum Tutarsam öleceğim Ter içinde uyandım. Oturup eskizim çizdim, sonra resmini yaptım. Sonra ne oldu hatırlamıyorum. Bazen rüyalarım hayatla ilgili ipuçları verir bana. Mesela balık görürsem mutlaka arkasından elime para geçer. Bir, iki, üç, beş değil. O kadar çok oldu ki.
Rüyalarınızdaki balıkların çoğalmasını dilerim…
– (Kahkahalar) Teşekkür ederim…
Galericinin tuhaf teklifi
Geri dönüp baktığınızda tutkuyla bağlı olduğunuz bir dönem ya da resimler var mı?
– Kibele’de sergilenecek bir çiçek resminin macerası ilginçtir. 1965’te Paris’te bir dizi çiçek resmi yapmıştım, (Natürmort değil bunlar. “Ölüdoğa” diye bir şey yok, hiçbir şey ölü değildir. Bu çiçekler doğadan kopya edilmemiştir. Düşüncenin ürünüdür.) Çiçek dizisi büyük ilgi çekmişti. Hatta Paris’in bir galericisi bunları takip ederdi. Bir gün “Avniciğim seninle kontrat yapmayı düşünüyorum.
Ama bir şartım var. Sadece çiçek yapacaksın” dedi Ben de “Çiçekçi değilim ki, o bir dönemdi” dedim. İşte bu dönemde yaptığım ve çok sevdiğim bir resim, sergide satılmıştı. Yıllarca o resmi düşündüm. Bir gün yöne Paris’te karşıma çıktı. Epeyce yüklü bir para ödeyip geri aldım.
Resimlerinizde at figürlerinin önemli bir yeri var. Nazım Hikmet bile şiirlerinde, atlarınızdan bahsetmiş. Babanız Kuvayı Milliyeci olduğu için atlan sevdiğinizi okumuştum. Hiç atınız oldu mu?
– Babamın çok güzel arap atlan vardı. Çocukluğumda benim de küçük bir atım vardı. Binicilik yaptım. Şimdilerde sokaktan geçen tüm atlar benim. O kadar çok severim ki atları. Bir gün, bir panelde söz atlardan açıldı. “Bazen kendimi at gibi hissettiğim olur” dedim Panel yöneticisi hanım “Estağfurullah” diye müdahale etti, Bu hakaret değil, o kadar güzel bir şey ki at. Benim için özgürlüğün simgesi. Resimlerimdeki atlar özgürlüğün, doğaya yakın olmanın, kahramanlığın ifadesidir. Son resimlerimden birinde kılıçlı bir atlı var. Gericiliğe, irticaya karşı mücadelenin bir simgesi alarak.
Yani savaşıyorlar aynı zamanda…
– Gayet tabii. Resimlerimde atlarla birlikte süvariler vardır. Yıllar önce bir sergiye hazırlanıyorum. At figürleri çiziyorum sürekli. Bir arkadaş geldi, “Nasılsın, ne yapıyorsun” diye sordu. Savaşıyorum, dedim. “Durum nasıl” dedi. “Çok zaiyat var” cevabım verdim. “Yardımım dokunur mu” diye sorunca “Bir tümen yolla, yeter” dedim. Çok gülmüştük…
Çiçeklerin ve atların yanı sıra daha yıllarca üzerinde çalışmak istediğiniz figürler var mı?
– Çocuklan, çocuk resimlerini çok severim. Resimlerimdeki figürlerin bazıları arkadaşlarımın çocukları, onların dünyasıdır. Deniz resimlerini severim. Bir zamanlar dalgıçlık bile yapmıştım. Denizatı resimleri bu günlerin ürünüdür. Kedi ve köpeği çok severim, resimlerimde görürsünüz.
82 yaşında, hâlâ günde 12 saat çalışıyor musunuz?
– Her gören çok formda olduğumu söylüyordu. Bu yıl nazar değdi galiba. Birkaç kez ağır grip geçirdim, hastanelik oldum. Ardından düştüm. Timurlenk oldum, bastonla geziyorum. Tempom bozuldu. Genelde uzun saatler çalışıyorum. Sabah başlarım, yemek yemeyi bile unutur, akşama kadar çalışırım. Bazen gece ikide uyanır, sabaha kadar resim yaparım. Sadece tual karşısında çalışmaz ki ressam. Günün geri kalan kısmı da düşünerek geçiyor.
Foça’da balıkçı dostlarınız olduğunu, kahvehanelere gidip sohbet ettiğinizi, sonra onların portrelerini yaptığınızı duydum. Sayenizde Foça’da resim sevgisi yeşermiş olmalı. Bu dostluklar yeni serginize yansıyacak mı?
– Resimden konuşmuyoruz, hayattan bahsediyoruz sohbetlerimizde. Ressam olduğumu bilmezler bile. Pek resim seven yok etrafla.
Yaşadıkça itirafa devam!
Bir röportajda çok okuduğunuzu, müziği sevdiğinizi söylüyorsunuz. Neler okuyorsunuz şimdilerde; çalışırken neler dinlersiniz?
– Katarakt ameliyatı geçirdikten sonra okuyamaz oldum. Çalışırken çoğunlukla Mozart dinlerim. Chopin’in, Bach’ın, Debussy’nin birçok eseri var arşivimde. Bir de Kızılordu Korosu’nun kayıtlan var. Biliyorsunuz onlar sadece marş söylemez, çok geniş bir repertuvarları vardır.
Çocukluğunuzda, elinize geçen bir kartpostaldaki Turner tablosu sayesinde resme başlamıştınız. Sizin resimleriniz de birilerinin hayatında bu tür etkiler yapmıştır muhakkak. Böyle bir öykü kulağınıza geldi mi?
– Fransa’da çok önemli bir koleksiyoncu vardır. Belki Avrupa’nın en büyük çağdaş resim koleksiyonuna sahip. Evinin her köşesinde resim asılı. Bir karşılaşmamızda, üç ayda bir evindeki resimleri değiştirdiğim söylemişti. Tümünü değiştirirken benim bir resmimi bırakıyormuş. “Bir seferinde değiştirmeyi denedim, özlediğimi hissettim ve hemen eski yerine astım” demişti. Benim de istediğim bu. Resimle yaşayabilmelisiniz, hayatınıza girmeli, sizinle dost olmalı.
Çalıştığınız boyutlar ve malzemede değişiklik var mı?
– Yağlıboya çalışırım. Ama kuru ya da yağlı pastel, akrilik kullanırım. Bazen birkaç malzeme birden kullanılıyor. Tual boyutlarında belirgin bir değişme olmadı.
Bir röportajda resim itiraf etmektir, diyorsunuz. Bu kadar yıl sonra içinizdeki itiraf etme arzusu eskisi kadar şiddetli mi?
– Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün, derler. Duygularımı, düşüncelerimi açıkça söylerim. Çekinmem. Güzel olabilir ya da beğenilmeyebilir.
(Serhan Yedig / Aralık 2001 / İş Müzik)