Angela Gheorghiu / Hedefim Ay’dan dünyaya seslenen ilk diva olmak

0

Pürüzsüz, geniş, koyu tonlardaki lirik soprano sesi, İtalyan operalarındaki benzersiz yorumu, Roberto Alagna’yla sansasyonel evliliği kadar kaprisleriyle de ünlü bir diva Angela Gheorghiu. Metropolitan’dan Covent Garden’a ayak bastığı her sahneyi sarsıyor, şeflere posta koyuyor, hatta ilk temsil sonrası istifa ediyor. Gheorghiu – Alagna ikilisine bu nedenle “Operanın Bonnie ve Clyde’ı” lakabı takıldı. CD’leri, filmleri, konserleriyle son 10 yılda zirveye yerleşen Gheorghiu, gazetecilerin de belalısı. Dua ederek gidiyorlar görüşmeye. 2007’de, dört yıldır beklendiği İstanbul Müzik Festivali’ne geleceğini öğrenince, biz de aynı endişeyle Londra Mandarin Oriental Oteli’ndeki suitinin telefonunu çevirdik. Karşımıza son derece neşeli, esprili bir diva çıktı. Kahkahalarla başlayıp biten bir söyleşi yaptık. “Etrafta uçuşan dedikoduları seviyorum, adrenalinimi artırıyor” diyordu.

İtiraf etmem gerekirse epeyce endişeliyim. BBC Music’de 2003’te yayımlanan röportajda Stephan Moss, her an röportajı yarım bırakıp gidebileceğinizi, bu nedenle asıl sormak istediği kritik konuları sona bıraktığını yazmış. Gerçekten röportajları yarım bırakıp, gazeteciye kapıyı gösterme alışkanlığınız var mı, yoksa şehir efsanesi mi anlatılanlar?
– Ters bir sanatçı olduğumu düşünüyorlar, bu tür izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Bu onların uydurduğu bir portre. Gerçek değil. Yani endişelenmenize gerek yok. (Kahkahalar) Gerçeği söylemek gerekirse ben gazetecileri seviyorum, onlar da beni. Çünkü kapımı çaldıklarında iyi bir yazı konusu çıkıyor onlara. Ayrıca gazetecileri gayet iyi anlıyorum, işlerini yapıyorlar. Ben de gazeteci olsam aynı şekilde davranırım.
Web sayfanızın operatörünü işten mi çıkardınız? Sayfanıza bakılırsa önümüzdeki günlerde hiç konser vermeyeceksiniz, hakkınızdaki en son haber 2005’te yayımlanmış...
– Başlangıçta web sayfası kurmak modern bir yaklaşım, iyi bir fikir gibi gelmişti. Fakat daha sonra bu fikrim değişti. Biraz gizemli olmak lazım, öyle değil mi? Ruhumuzu korumamız gerekiyor. Her şeyimin bilinmesini istemiyorum. İstendiğinde sayfaları çevrilen, okunabilen bir kitap olmak istemiyorum. (Gülüyor) Hayatımın özel alanları da olmalı.
Web sayfanıza dünyanın uzak köşelerinden sizi şaşırtacak değerlendirmeler, fikirler, zekice öneriler içeren mesajlar geliyor mu?
– Özellikle Uzakdoğu’dan çok ilginç mesajlar alıyorum. Japonya, Kore, Tayvan’dan meraklı dinleyici kitlesi mesaj gönderiyor. Bu ülkelerde operaya, 50 yıl önce Avrupa’da olduğu gibi, büyük bir merak var. Heyecanla dinliyorlar, öğrenmeye çalışıyorlar. Yeni bir merak ve hızla gelişiyor. Üstelik dedikodu yerine sanatla ilgileniyorlar. Öneriler ne kadar zekice olursa olsun. Repertuar seçimi, konserlerim, kısacası tüm sanatsal çalışmalarım konusunda ben karar veririm. Yaptığım her şeyin orijinal olmasını isterim. Günün birinde karşıma birilerinin çıkıp, bu fikri size ben vermiştim, demesini istemem.

Opera, resital fark etmez
önemli olan sahneye çıkmak

İngiltere’deki klasik müzik çevrelerinin tutucu, zor beğenir, alaycı olduğu söylenir. Fransızları, Almanları pek beğenmezler. Bildiğim kadarıyla İngiliz vatandaşlığına geçmek istemediniz, hâlâ kendinizi Rumen kabul ediyorsunuz ve bunu yüksek sesle söylüyorsunuz. 15 yılda İngiltere’de hiç ayrımcılığa uğradığınızı hissettiniz mi? İngiliz, Avusturyalı ya da İtalyan olsaydınız bugün ulaştığınız noktaya daha az gayretle ulaşabilir miydiniz?
– Aktörler, opera sanatçıları açısından herhangi bir ayrımcılık sorunu yaşandığını sanmıyorum. Ne yaş, cinsiyet ne de ulusal ayrımcılık yapılıyor. Sahnede, hangi ulustan olduğunuz hiç önemli değil. Önemli olan ne yaptığınız, nasıl yaptığınız, yeteneğiniz, karizmanız. Medya açısından Romanyalı olmam bir avantaj. Çünkü pek az bilinen, merak edilen, egzotik bir ülke. Ülkem hakkında yazdıklarında daha çok okunuyor. Basında çıkan yazılarda ayrımcılığın herhangi bir izini görmüyorum. Fırsat sağlanması açısından bakarsak, ülkenin tüm önemli kapıları önümde açıldı. İngiltere’nin en önemli sanat etkinliği olan Proms’ta son üç akşam üst üste sahneye çıktım. En önemli operalarda söyledim. Kraliçenin huzurunda söyledim. Bu açıdan İngiltere’de kendimi yuvamda hissediyorum. Eleştirmenlere gelince. Her yazılarında ne kadar harika olduğumu, büyülediğimi yazamazlar. Okuyucuları aynı değerlendirmeleri görmekten sıkılır. Biraz tuz, biber, baharat katmaları gerekiyor yazılarına. Bu konu, sanki onlarla aramızda bir oyun. İşleri gereği ara sıra iğneleyici yazılar yazıyorlar.
Siz de oyunun kurallarını bildiğiniz için alınmıyorsunuz, gülüp geçiyorsunuz anlaşılan. Yoksa arada bir “Ben eleştiri sütunlarını hiç okumam deyip” onları iğnelemeniz de bu oyunun bir parçası mı?
– Evet, aynen söylediğiniz gibi!
Birkaç yıl önce Türkiye’ye gelen Teresa Berganza ve June Anderson, operanın fabrikasyonlaştığını, sahnelenen eserlerdeki sanatsal kaliteyi eskisi gibi kontrol edemediklerini söylemişlerdi. Bu nedenle uzun zamandır opera sahnelerine çıkmak yerine resitalleri ya da orkestra önünde söylemeyi tercih ettiklerini belirtmişlerdi. Düşüncelerini paylaşıyor musunuz?
– Söyledikleri benim için geçerli değil. Bir eser sergilenmeden önce ilgili kişilerle görüşüyorum. Şefi, kadroyu öğreniyorum. Süreç kontrolüm altında gelişiyor. Kostümcüyle konuşuyorum. Kıyafetlerin renklerini, hangi kumaşlardan yapılacağını bile öğreniyorum. Dünyanın dört bir yanındaki operalarda yönetmenler, orkestra şefleriyle dostça bir atmosferde eserleri sahneye koyuyoruz. Sorumlulukları gönüllü olarak paylaşıyorum. Hiçbir sürpriz yaşanmıyor. Hiçbir şeyi rastlantıya bırakamam, diğer sorumlulukları da gönüllü olarak paylaşmam gerekiyor. Çünkü izleyicinin ilk yargılayacağı kişi benim. Sahnede karşılarında beni görüyorlar. Çılgın bir temsilden sonra kimse yönetmeni suçlamaz, beni suçlar…
Resitallerle aranız nasıl?
– İşimle ilgili her şeyi seviyorum. Bana armağan olarak sunulan yeteneğimi müzikseverlerle paylaştıkça mutluluğum artıyor. Bunu anaokulundayken keşfetmiştim. Çok küçük yaşta konserlere başladım. Önemli olan sahnede olmam. Takdir edilmem. Operada, orkestra önünde ya da piyano eşliğinde söyleyebilirim, hiç fark etmez. Yeter ki çok güçlü ışıklarla aydınlatılmış bir sahne olsun. Çünkü ışık bana güç verir. Beş kişi, beş yüz kişi ya da beş yüz bin kişi önünde aynı coşkuyla söylerim. Aksi taktirde evimin mutfağında söylemem gerekirdi, sesimi kimse duymazdı. (Kahkahalar) Klasik müzik, opera bir duygu tufanı gibidir. Özellikle operada duygular çok güçlüdür, çünkü iki deha birleşir: Besteci ve libretto yazarı. Verdi ya da Mozart gibi müzik dehaları, Shakespeare ya da Dumas gibi edebiyat dehalarıyla bir araya gelince, ortaya çıkan duygu yoğunluğu müthiştir. Bunun içinde yer almak da müthiştir. Resitallerden, orkestra eşliğindeki konserlerden de büyük zevk alıyorum. Çünkü değişiklik fırsatı sunuyor. Her gün aynı yemek yenmez ki…

Carmen kadar histerik
ve takıntılı değilim

Teresa Berganza, Carmen’de rol aldıktan sonra hayatının değiştiğini, Bizet’nin yarattığı bu karakterden güç alarak özel hayatında köklü değişiklikler yaptığını anlatmıştı. “Carmen’den aldığım güçle problemli bir evliliği bitirip, üç çocuğumla yaşamaya karar verdim” demişti. Siz de yıllar önce Metropolitan’da Carmen’i oynadınız, kaydettiniz, yanılmıyorsam bu yıl İspanya’da tekrar Carmen’de rol alacaksınız. Kişiliğinizi etkiledi mi Carmen’le bu kadar haşır neşir olmak?
– Programımda İspanya yok. İki yıl sonra Metropolitan Operası’nda Carmen’i oynayacağım. Etkilenme konusuna gelince. Carmen sadece bir sahne karakteri. Ben ise profesyonel oyuncuyum. Gayet güçlü bir kişiliğim var. Hayatta hiçbir şey kişiliğimi değiştiremez. Carmen oynuyorum diye çingene kıyafetiyle dolaşmaya başlamam gerekmez. Ama bağımsızlık özelliğinin ortak yönümüz olduğunu söyleyebilirim. Yine de ben onun kadar histerik ve takıntılı değilim bağımsızlık konusunda.
Meslek sırrı değilse, sesinizi nasıl koruduğunuzu öğrenebilir miyim?
– Tahmin ettiğiniz gibi bu bir sır. (Gülerek) Herkese söylersem sır olmaktan çıkar.
Bu röportajı okuyan birçok şancıya, sahnelerde yer almak için canını dişine takıp konservatuvar öğrenimini tamamlamaya çalışan genç müzisyene birkaç ipucu verecek kadar cömert olduğunuzu tahmin ediyorum…
– Mümkün olduğunca az röportaj veriyorum. (Gülüyor) Biliyorsunuz sesi en çok yoran konuşmak. Uyku en iyi ilaçtır ses için. Gençlere önerim ise öncelikle kendilerine güvenmeleri. Düşüncelerini savunacak cesarete sahip olmaları. Tüm önemli solistleri dinlemeleri, opera dünyasını öğrenmeleri gerek. Bununla birlikte özgün olmaları çok çok önemli.

Mutfak masasından
bah-set-me-dim!

Bir röportajda, yeni esere hazırlanırken kesinlikle teknik yardım almadığınızı söylüyorsunuz. Ardından, “önce bir aktör gibi metni sözcük sözcük ezberlerim. Bu aşamadan sonra mutfak masasına oturur partisyonu önüme açarım. Nota, nota eser üzerinde çalışırım” diyorsunuz…
– (Keserek) Evet çünkü metin operanın eksenidir. Beste, libretto üzerine yazılır. Sözleri ezberledikten sonra müzikal bölüme gelir sıra.
Aslında bu röportajdaki ifadenizden yola çıkarak farklı bir konuyu soracaktım. Anladığım kadarıyla evdeki günlük yaşamınızın ekseni mutfak masası…
– (Keserek) Ben böyle bir şey söylemedim. Zaten hayatım seyahatlerde, otellerde, bir ülkeden diğerine koşturarak geçiyor. (Gülerek) Mutfak masasında çalışmıyorum. Biraz daha karmaşık bir süreç. Nerede çalıştığınız hiç önemli değil. Önemli olan çalışmak.
Elektronik haber arşivlerinden bulduğum 3 Temmuz 2003 tarihli The Evening Standard’ta aynen bu ifadeyi kullanmışsınız. Size turnede olmadığınız dönemdeki günlük yaşantınızı sormak istiyordum. Eğer mutfağınızda bir masa varsa, etrafındaki günlük hayatınızı, hobilerinizi, sporla ilginizi, Alagna’nın kızını ve evlatlık edindiğiniz yeğeninizi nasıl yetiştirdiğinizi…
– Bol bol uyurum. Sesime iyi gelir. Sinemaya meraklıyım. Okumayı severim. Fırsat buldukça uzun mesafe yüzüyorum. Çiçekleri severim ama bahçeyle uğraşacak zamanım yok. Huzurlu bir hayatımız var. Eğer zamanım varsa, mutfağa girer, bir şeyler pişiririm. Roberto da yemek pişirmeyi sever. Benden daha ustadır bu konuda. Uana Ve Ornella yatılı okuyor. Tatil dönemlerinde bir araya geliyoruz.
4 Nisan 2007’de The Evening Standard’ta yayımlanan habere göre, Covent Garden’da sahnelenecek Don Carlo’daki Elisabetta rolünü seslendirmekten vazgeçmişsiniz. Gerekçe olarak, artık sesinize uygun olmadığını söylemişsiniz. Sesiniz zaman içinde nasıl bir evrim geçirdi, bu değişim ışığında, gelecekte repertuarınızı nasıl şekillendirmeyi düşünüyorsunuz?
– Bu doğru değil. Kadrodan ayrılmamın nedeni, eserin orijinalindeki gibi dört sahne yerine beş sahne olarak sunulmak istenmesi. Zaten çok ağır, zor, uzun bir eser. Daha uzun bir versiyonda sesimi çok zorlamak istemiyorum. Çünkü her şeyden önce sesime karşı sorumluluğum var. Onu dünyada hiç kimse benden iyi tanıyamaz. Dünyanın dört bir köşesinden konser teklifi yağıyor. Aynı anda birden fazla yerde sahneye çıkmam, her gün üst üste konser vermem, bu arada herkese karşı sorumluluğumu yüzde 100 yerine getirmem mümkün değil. Kendime dikkat etmem gerekiyor. Gelecekle ilgili sorunuza gelince. 2013 yılına kadar tüm programım dolu. Yeni operalar, resitaller, dünya prömiyerleri, konserler… Umarım tüm bu programı saymamı beklemiyorsunuzdur…

Sahneye Roberto ile çıkacağız

Gelecek altı yılda sizin için en iddialı, sizi en zorlayacak eserler, roller neler olacak?
– Her biri iddialı proje. İddiasız olan yok.
Gayet politik bir cevap oldu. Anlaşılan statejik sırlarınızı şimdilik kamuoyuyla paylaşmak istemiyorsunuz.
– Her proje, dünyanın her yerinde yaptığım her iş, herkese karşı meydan okuma olacak! Beğendiniz mi bu cevabı? (Gülüyor) Aksi takdirde, tüm projeleri sayarsam birileri çok kıskanabilir. (Kahkalar)
Peki, hangi eserin dünya prömiyerini, ne zaman, nerede yapacaksınız?
– Vladimir Kozma, benim ve Roberto için “Marius ve Fanny” adlı bir eser besteledi. Eylül ayında Fransa’da dünya prömiyerini gerçekleştireceğiz. Geçmişte filmleştirilen çok ünlü bir eserin opera uyarlaması: Marsilyalı iki komşu gencin aşkını anlatıyor. Erkeğin hayali bir gemide iş bulup denizlere açılmak. Aşkı ve deniz arasında seçim yapması gerektiğinde denizi seçiyor.
Siz her fırsatta çağdaş eserlerden hiç hoşlanmadığınızı, çağdaş bestecilerin insan sesinin doğasını bilmediklerini, üstelik eserlerin zevksiz olduğunu söylemiyor muydunuz? Klasik repertuvarın bile deneysel uyarlamalarına karşıydınız. Fikriniz birden bire nasıl değişti?
– Besteciyi gayet iyi tanıyorum. Eseri biliyorum. Üstelik eser benim sesim düşünülerek yazıldı. Yani sorun yok.

Bir Wagner, birkaç Bellini
operasına bedeldir

Opera repertuvarında Norma rolünün divalar için Everest gibi tırmanılması zor bir zirve olduğu söylenir.
– (Keserek) Şaka mı yapıyorsunuz, dünyanın en güzel operası olduğu söylenemez, ondan güzel birçok eser var. Evet Norma’nın aryası güzel, iki harika düet var, fakat eserin geri kalanı… Bence La Traviata çok daha ilginç. Üstelik Everest’imsi bir eser. (Gülüyor) İlk aryasını söylemek Casta Diva’dan çok daha zor.
Eleştirmenler, pek beğenmediğiniz operayı geçen yüzyılda baştan sona çok güzel söyleyebilen üç kişinin çıktığını söylüyor: Callas, Caballe…
– (Keserek) İlk ve en önemlisini unuttunuz: Rosa Ponselle! Diğerleri onu taklit etti. Bence söylenmesi en zor operalar Wagner’inkiler. Çok zorlu eserler ve çok uzunlar. Tristian ve Isolde’yi söylemek için tipik ve çok güçlü bir ses gerekir. Bir sahnesi bile Bellini’nin tüm operasından daha zordur bu açıdan. Aslında sesimin sahip olduğu renklerle herşeyi yapmak mümkün. Sorun rol seçimiyle geliyor. Örneğin Madame Butterfly. Rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat sahnede çok yorucu. Dikkatli olmalıyım.
Gelelim soruya: Norma’nın aryalarını sahnede parça parça söylediniz, kaydettiniz. Ama sahnede tüm eseri söylemediniz. Opera dünyasında bu bir meydan okuma kabul ediliyor. Herkes merak ediyor: Deneyecek misiniz?
– Belki… Belki bir gün denerim… Size söylemiştim, her eser bir meydan okumadır… Don Giovanni’yi, La Boheme’i söylemenin meydan okuma olmadığını mı sanıyorsunuz? Tabii kimin söylediğine bağlı…
“Puccini hayatta olsa, aşık olurdum” demişsiniz. Herkes Mozart’a aşık. Siz neden kahrından deli gibi sigara içen, genç denecek yaşta kanserden ölen bir besteciye bu kadar büyük hayranlık duyuyorsunuz?
– Librettoyu ondan iyi kavrayan, müziğine yansıtan besteci yok bence. Konuşurmuşçasına doğal, akışkan melodileri. Diğer bestecilerdeki katı bel canto girişi, arya, kabaletta diziniyle karşılaştırınca Puccini’nin tercihleri çok daha güzel. Her aryası başlı başına bir öykü, büyük bir öykü damıtılıp birkaç dakikaya sığdırılmış. Mozart’ta ise tekrar tekrar aynı şeyler söylenir: Andiamo, andiamo, andiamo, andiamo. Yeter, anladım artık, dersin.
Cazı çok sevdiğinizi duydum. Cazda kime aşık olurdunuz?
– Michel Berube. Royal Albert Hall’da dinledim büyülendim. Mucizevi bir sesi var. Müthiş bir sahne yeteneği var.

Bizimki sahici evlilik
reklam izdivacı değil

Sahneleri bırakmadan gerçekleştirmek istediğiniz, “bunu yaptıktan sonra ölsem de gam yemem” dediğiniz bir hedefiniz, hayaliniz var mı?
– Mümkün olduğunca uzun yıllar, sahnede kalmak, şarkı söylemek…
Biliyorsunuz Kiri Te Kanawa 1 Ocak 2000 günü, şafak vakti tüm insanlık adına şarkı söylemişti, konserini TV’deki canlı yayından 500 milyon kişi izlemişti. Bu tarihi olayın gerçekleştiği gün neler yaşadığını, neler hissettiğini, sahnede aklından nelerin geçtiğini sormuştum. “Her konserde olduğu gibi sahneye çıktım, şarkımı söyledim” demişti. Benim için çok büyük hayal kırıklığıydı bu cevap. Tıpkı biraz önce sizin verdiğiniz gibi…
– Ben de olsam benzer cevabı verirdim. Beş kişiye de beş milyon kişiye de aynı ciddiyetle söylerim çünkü. Farklı yerlerde farklı olmayı kabul edemem. Ben de TV’den canlı yayında, dünyadaki milyonlarca dinleyiciye seslendim. Bu duyguyu, heyecanı biliyorum. Ne kadar şanslı olduğunuzu düşünürsünüz, sevinirsiniz. Fakat sanat açısından bu konserin diğerlerinden farkı yoktur. Söyledikleriniz açısından gelecekle ilgili bir yorum yapmam gerekirse, ben de aydan dünyaya seslenen ilk diva olmak isterim. Bu arada diğer gezegenler de beni duyabilir. (Kahkahalar) Ne dersiniz bu hayale? Astronot giysileri içinde, harika bir gösteri olur… Hem de roketle sahneye çıkan ilk diva olurum.
Virgin Atlantic uzay seferlerine başlıyor. Bu sözleriniz firmanın çılgın patronu Sir Richard Branson’ın kulağına giderse, yakında kapınızı uzayda resital teklifiyle çalabilir. Rokete binerken yanınıza bir Andante almayı unutmayın lütfen.
– Düşünsenize, uzaydan naklen ilk konser… Fakat her şey ağır çekim! (Kahkahalar)
Alagna ’yla albümleri çok satan, ödüller kazanan bir ikiliydiniz. Neden birlikte kayıt yapmayı bıraktınız?
– Merak etmeyin bırakmış değiliz, sadece bir süre ara vermiştik. (Gülerek) Dinleyicilerimizin durumu büyük bir insani trajedi gibi algıladığının farkına varmamıştık. Bu yıl ve gelecek yıl birlikte kayıtlar yapacağız, konserler vereceğiz. Marius ve Fanny’yi kaydedeceğiz önce, ayrıca film müziklerinden oluşan bir CD hazırlayacağız. Bir başka ikili albüm çalışmasından sonra Metropolitan’da sahnelenecek Carmen’de birlikte sahneye çıkacağız. Puccini’nin La Fondine’si, Viyana Operası’nda Faust’ta rol alacağız. Biliyorum hakkımızda birçok dedikodu yapılıyor. Sizin de kulağınıza gelmiş olmalı. Roberto ile beraberliğimiz sürüyor, birlikte albümler yapıyoruz. Ama Siyam ikizi değiliz, kendi çalışmalarımızı da bir yandan sürdürüyoruz. Sanatsal çalışmamızın dışında, eskiden olduğu gibi hayat arkadaşlığımız sürüyor. Gerçekten evli, hayatı paylaşan bir çiftiz. Ne evliliğimiz bir reklam ne de evlilik rolü yapıyoruz.

Leyla Gencer’le tanışmadım

Evliliğinizin sansasyon arayışıyla didiklenmesinden, sürekli göz önünde olmasından sıkılmadınız mı? Eşinizin farklı bir meslek sahibi olmasını istemez miydiniz? Mesela Paris Konservatuvarı’nda profesör olsaydı, geçen La Scala sahnesinde nasıl yuhalandığını gazetelerde okumak yerine, yazdığı kitapla ilgili haberleri okusaydınız…
– Teşekkür ederim, ben benim Roberto’mdan memnunum. Çok daha eğlenceli. Etrafta dedikoduların uçuşmasını, adrenalini seviyorum. Viyanalı bir profesör çok sıkıcı olabilirdi.
Yakınlarda İspanya’da sahnelenen bir operada rol almıştı, sizin de desteklemek için onunla gittiğinizi okudum. Alagna da sizinle İstanbul’a gelmeyi düşünüyor mu?
– Programı çok yoğun. Şu anda bir şey söyleyemeyeceğim.
Turist olarak Türkiye’ye geldiniz mi hiç, opera sahnelerinde Türkler’le yolunuz kesişti mi?
– Uzun yıllar Osmanlı yönetiminde olan bir ülkede büyüdüm. Türk yemeklerini çok seviyorum. Romanya’da hâlâ birçok Türk yaşıyor. Büyük Türk işadamları, önemli işler yapıyorlar. Türkleri Rumenler kadar iyi tanıdığımı hissediyorum. Fakat Türkiye’ye yolum düşmedi. Doğrusunu söylemek lazımsa İstanbul’u çok merak ediyorum. Tarihi mekanlarını, geleneksel giysilerini. İki günde keşfetmek için elimden geleni yapacağım. Yıllar önce bir Türk baritonla sahneyi paylaşmıştım. Leyla Gencer’i biliyorum, fakat tanışmadık.
Son olarak festival programı üzerine konuşalım isterseniz. Mayıs başında Birmingham’da seslendirip, eleştirmenlerden müthiş övgüler almıştınız. Bu program nasıl oluştu?
– Ruh halime göre, farklı dönemlerden bestecilerin, farklı üsluplardan eserlerinden oluşan bir seçki hazırladım. Beğenmezseniz tek suç benim, başkasını suçlamayın lütfen. (Gülüyor) İçinde çok sevilen aryalar var. Orkestra şefi Ion Marin uzun yıllardır birlikte çalıştığım bir aile dostum. Babası dünyanın en güzel korolarından birinin kurucusuydu. Madrigal Korosu’yla Decca’dan Misterium adlı albümü kaydetmiştik. İstanbul’da, tarihi bir mekanda severek söyleyeceğim bu eserleri…

(Serhan Yedig / Mayıs 2007 / Andante)

UĞRUNA ÖLÜNECEK DİVA Anglela Gheorghiu, tren sürücüsü Rumen bir baba ve terzi eşinin iki kızından küçük olanı. 1965’te Burlacu’da doğdu. Gerçek soyadı Adjud. Ablası Elena’nın etkisiyle şarkı söylemeye başladı. “Müzik meraklısı bir aile değildi, şans eseri başladık müziğe, sakin ama sesinin farkında olan bir çocuktum” diyor. Burlacu Kültür Merkezi’ndeki ilk konserlerinde birlikte Brahms’ın ninnisini söylediklerinde Angela 6 yaşındaydı. 14 yaşında Budapeşte Konservatuvarı’na girdi. İlk evliliğini öğrenciliğinde yaptı. Müzisyen ve aristokrat kökenli bir aileden gelen ilk eşi mühendisti. 18 yaşında ilk kez sahneye eşinin soyadıyla, Budapeşte Operası’nda La Traviata’da çıktı. 1990’da mezun olunca, İngiltere’ye gitti. 1992’de Covent Garden’da, Don Giovanni operasında Bryn Terfel’in karşısında Zerlina rolünü oynadı. 1994’te Georg Solti yönetiminde La Traviata’daki Violetta rolüyle şöhrete kavuştu. “Uğruna ölünecek diva” yazdı gazeteler. BBC2 televizyonu eseri canlı yayımladı. Hemen ardından, Solti’nin girişimiyle Decca’dan ilk albümü yayımlandı. 1992’de tanıştığı Sicilya asıllı Fransız tenor Roberto Alagna eşini 1994’te kanserden kaybedince dostlukları ilerledi. Rumence öğretti Alagna’ya. 1996’da Metropolitan’da La Boheme’i oynarken evlenmeleri tüm dünyada olay oldu. Gheorghiu plak firması Decca’dan ayrılıp eşinin kayıt yaptığı EMI’ye geçti. İkilinin albümleri büyük satış rakamlarına ulaştı. Kaprisleri nedeniyle ikiliye, yönetmen Jonathan Miller tarafından “Bonnie ve Clyde” lakabı takıldı. İkilinin Romeo Julyet ve Tosca yorumları filmleştirildi. 1996’da kendisi gibi soprano olan kızkardeşi Elena, eşiyle bir trafik kazasında ölünce kızlarını evlat edindi. Uana şu anda 16 yaşında, Londra’da yatılı okuyor. Alagna’nın 17 yaşındaki kızı Ornella da Paris’te yatılı okuyor. Çiftin Paris, Cenevre ve Budapeşte’de evleri var. Angela Gheorghiu, 14 dilde şarkı söylüyor, Fransızca, İtalyanca, İngilizce biliyor. Romanya’nın Fransa’daki onursal kültür elçiliğini yapıyor. Mükemmelliyetçiliğiyle kimi zaman eşini de çok zor duruma sokabiliyor. Örneğin şef James Levine’in gümüş yıl gala konseri sırasında L’Amica Fritz’den bir düet söylerken eşinin yanlış söylediği notayı sahnede herkesin önünde düzeltmişti! Choc du Monde de la Musique, ikişer kez Gramophone ve Diapason d’Or, Cecilia, Deutsche Schallplattenkritik, Musica, Critics Award, Classical Brit Award gibi birçok ödül aldı. Ayrıca FHM dergisi okurlarınca dünyanın en güzel 100 kadını listesinde 64’üncü sıraya layık bulundu. Günümüzün kaşesi en yüksek sopranolarından biri. Konser başına 100 bin Euro aldığı söyleniyor.

BİR DİVANIN KAPRİSLİ SANATÇI OLARAK SAHNE SİCİLİ
1997: New York Metropolitan’da Carmen’i sahnelerken, sarı peruk giymeyi reddetti. Opera Müdürü Joseph Volpe “Bu peruk sizinle ya da sizsiz sahneye çıkacak” deyince, peruğu başına geçirdi, üstüne de pelerininin şapkasını taktı.
1997: Bastille operası’nda Jonathan Miller’ın sahnelediği La Traviata’da rol aldı. Son sahnede, bir hastane koğuşunda ölmesi gerekiyordu. “Asla olmaz, yalnız öleceğim” diye tutturunca Miller ikiliye “Opera dünyasının Bonnie ve Clyd’ı adını taktı.
2001: Covent Garden’dan televizyonların canlı yayınladığı Verdi’nin Reguem’ini seslendirirken, göğüslerinin arasına sakladığı parlak ruju çıkarıp dudaklarına sürdü.
2002: Menajeri Levon Sayan “Normal insanlarla çalışabilirim ancak” diyerek istifa etti.
2003: Madrid’te sahnelenecek La Traviata kadrosundan son anda “Bu yorum gayet kaba ve seksi göndermelerle dolu” gerekçesiyle ayrıldı.

KALBİM HEP VATANIM ROMANYA’DA Romanyalıyım, bundan gurur duyuyorum. Kalbimle bağlıyım hep, ülkemi hiç terk etmedim. Her fırsatta ülkemin müzikerini de gündeme getirmeye çalışıyorum. Bundan sonra daha fazla yer vereceğim. O kadar güzel melodiler, dini temalar var ki. Enescu ve ünlü bir piyanist olan, çok güzel şarkılar yazan Dinu Lipatti’nin eserlerini seslendirmek istiyorum. (The Independent / Mart 2005)

EVET, USTALARDAN ÇALDIM Sesin özelliklerini çok küçük yaşta öğrendim. İlk derste hocam nefes alışımı inceledi. Bana mükemmel nefes alma tekniğini öğretti. İşte bu kadar. Mia Barbu’dan başka öğretmenim olmadı zaten. Fakat hep ünlü divaları dinledim. Tekniklerini çaldım. Rumenlerle başladım. Nelly Miricioiu’yu inceledim önce. Tabii ki öncelikle kişinin yeterli ses, kavrama yeteneği ve kapasitesi olmalı. Hiçbir zaman özel ders almadım. Şimdi bile rollerime kendi başıma hazırlanırım. (The Lady / Temmuz 2001)

MAKİNE DEĞİLİM Eserleri makine gibi hep aynı nefes alma tekniği, jestler, vurgularla söylemeyi sevmiyorum. Her yorumumda, bir öncekinden farklı olmaya çalışıyorum. Zaten aynı rolü her koşulda aynı şekilde yorumlamak sanatsal başarı kabul edilemez. Sıkıcı olmak istemem. Vücudumu kullanabileceğim, kişiliğimi, yorumumu yansıtabileceğim rolleri seviyorum. Bazen bel canto, bazen Verdi operalarında sahnede sadece iki ayağın üzerinde durman ve şarkı söylemen isteniyor. Tıpkı konser gibi. Ne yazık ki belli bir dönemin eserlerinde kadınlar sahnede iyi kullanılamamış. Yaklaşım farklıymış. (BBC Music / Ocak 2002)

TABİİ Kİ LİMUZİNE BİNECEĞİM, METROYLA MI GİTSEYDİM? Radyo programına bile kuaförümle, limuzine binip gitmekle suçluyorlar beni. Ne yapabilirim ki başka? Bu profesyonellikle ilgili bir şey. Operada makyajımı hep kendim yaparım. Tiyatro, opera benim alanım, ne yapmam gerektiğini biliyorum. Oysa basın farklı. Dergi röportajlarında fotoğraf çektirmek gerekiyor. Kostümlerimle metroya mı binseydim? Böyle bir Angela istiyorlar, işte ben de böyle bir Angela’yım. Catherine Zeta Jones’u metroda gördüğünüzde, bana da haber verin lütfen. (Evening Standard / 3 Temmuz 2003)

Linkler

Angela Gheorghiu’nun biyografisi

Angela Gheorghiu’nun kişisel web sayfası

Angela Gheorghiu’nun Facebook hesabı

 

Share.

Leave A Reply

20 + five =

error: Content is protected !!