Christina Pluhar / Dinleyicinin bizi beyninden çok yüreğiyle dinlemesini istiyoruz

0

Ortaçağ’da İtalyanlar, tarantulanın önce çıldırtan, sonra öldüren ısırığına karşı en etkileyici panzehirin tarantella eşliğinde çılgınca dans etmek olduğuna inanırmış. Avusturyalı erken dönem klasik müzik uzmanı Christina Pluhar, İtalyanlar’ın unutulmuş tarantellalarını, İspanyollar’ın çılgın folia’larını gün ışığına çıkarıyor. Grubu L’Arpeggiata’yla dünyayı dolaşıp, tarihi enstrümanlar ve o günün yaklaşımıyla seslendiriyor. Yedi yılda beş CD’leri yayımlandı, hepsi beklenmeyen satış rakamlarına ulaştı. 2007 Haziranı’nda İstanbul Festivali kapsamında Aya İrini’de verecekleri konserinden önce, Pluhar’ı aradık, “sizi kim delirtti” diye sorduk.

İngilizlerin “Erken Çağ Müziğinin Ayetullahı” adını taktığı Reinhard Goebel, İstanbul’a geldiğinde, “En büyük çılgınlık 21.yy’da erken dönem müziği üzerine uzmanlaşan bir grup kurmaktır” demişti. Siz grup kurmakla kalmadınız, nesli tükenmiş çalgıları, emprovizasyonu, sicili bozuk cazcıları klasik müzik atmosferine soktunuz. Eğer bu çılgınlıksa, sizi kim delirtti; tarantulanın ırırığı mı, tutucu müzik eleştirmenlerinin ısırığı mı?
– Herhalde kendiliğinden oldu. Tarantula ısırmadı, eleştirmenlerden etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Tutkuyla sevdiğim, akademik eğitim yaptığım 17. yy İtalyan müziği üzerine özgürce çalışmak arzusuyla yola çıktım. Bu müziğin özelliği ağırlıklı olarak emprovizasyonlardan oluşmasıydı. Büyük bölümü gün ışığına çıkmamıştı. Keşfedecek çok şey vardı. Üstelik sarayda icra edildiği halde, geleneksel müzik ögelerini içeriyordu. Örneğin Latin Amerika kökenli geleneksel dans müziği Folia’lar, Portekiz, İspanya üzerinden İtalya’ya gelmişti. Tıpkı Ciaccona gibi emprovizasyon ağırlıklı bir türdü bu. Klasikçilerin yanı sıra caz ve halk müziği alanında çalışan müzikçileri de topluluğa katarak, yazılı müzikle yaşayan geleneği bir araya getirmeyi denedim. İcrada klasik müziğin temel yaklaşımlarını ihmal etmemeye çalıştım.
Folia’lar klasik müziğe 1970’lerde İspanyol müzikolog Gregorio Paniagua’nın albümleriyle girmişti. Çıkış noktanız bu çalışmalar mıydı?
– 1970’lerde bu akımın öncülerinden biriydi Paniagua. Ben 1980’lerin sonunda eğitimime başladım. Eğitim ve araştırmalar sayesinde Folia’lar konusunda uzmanlaştım. 16’ncı yüzyılın başında Avrupa’ya gelen bu müzik türü, tüm kıtaya yayılarak 18.yy’a kadar etkisini sürdürmüş. O çağlarda bir akımın bu kadar uzun yaşaması, yayılması çok nadir görülür. Yani salgına dönüşmüş. Nedeni, dinleyicisini büyük bir güçle çekmesi, kalbini fethetmesi. Gitar ve şarkı eşliğinde yapılan çok çılgın, gürültülü bir dans olduğu için “boş kafalı”, “çılgın” anlamına gelen Folia sözcüğüyle isimlendirilmiş. Zamanla klasik müziğe yansıyıp, daha estetik bir hale dönüşmüş. Fakat dinleyicisini yüreğinden yakalama özelliğini kaybetmemiş.

Dinleyicinin bacakları
elektrikleniyor

Bazı müzik eleştirmenleri, Sir John Tavener gibi çağdaş besteciler, Klasik Batı Müziği’nde bugün yaşanan krizi, Beethoven’le beraber müzikte artan soyutlama eğilimine, emprovizasyon duygusunun ortadan kalkmasına, müziğin kitlelerden kopmasına bağlıyor. Amacınız, müzik tarihinde geriye dönüp, bu kopma noktasından yeni bir başlangıç yapmak, geniş kitlelerle klasik müziği yine bir araya getirmek mi?
– 17.yy sonrası, besteciler eserin tüm özelliklerini notaya yazarak, yorumcunun özgürlüğünü elinden aldı. Dahası bestecilik ve yorumculuk iki ayrı uğraş oldu. Paganini, Beethoven, Chopin gibi isimler istisnaydı. 20.yy’da besteciler yorumcunun özgürlük alanını tamamen yok etti. Dolayısıyla yaratıcılıklarını budadı. 17. yy müziğine yönelmemin başlıca nedeni, notada eserlerin genel hatlarıyla tarif edilmesi, sözlerinin verilmesi, gerisinin icracıya bırakılması. Müzik dinleyicinin önünde, o anda yaratılıyor. Notada yazanlar, müzikçinin aklındaki, yüreğindekilerle ve dinleyiciden gelen hisle birleşiyor. İçine farklı üslupları katmak mümkün. Dinleyicilerle çok güçlü iletişim kurup, neşe, enerji aşılayabiliyor.
Konserlerde karnaval atmosferi yaratma fikri, yedi yıl önce grubu kurarken var mıydı, yoksa zaman içinde mi ortaya çıktı?
–  L’Arpeggiata’yı kurarken, dinleyiciyle etkili iletişim oluşturacak, emprovizasyona ağırlık veren, en yüksek virtüöziteyi sergileyecek, tüm bu ögelerin birleşmesiyle patlama benzeri müthiş bir enerji yaratıp, bunu çevresine yayabilecek bir grup hayal etmiştim. Dinleyicinin zekası, kültürü kadar yüreğine de hitap etmeliydi. Hatta aklından çok yüreğiyle müziği dinlemesini sağlamalıydı. Bir eser ağlatır ya da güldürebilirse bu, dinleyicinin yüreğine dokunmayı başardığını gösterir. Bu arzu, yedi yıllık tecrübeyle biçimlendi. Bugünkü yaklaşım ortaya çıktı.
Şubat ayında, Hong Kong’daki konseriniz öncesinde SCM Post’ta yayımlanan röportajda, dinleyicilere sahneye çıkıp dansçınıza katılma çağrısında bulunmuşsunuz. Çağrınıza uyan oldu mu, bugüne kadar Avrupa’daki herhangi bir konser salonunda dinleyicinizi dansa kaldırmayı başardınız mı?
– Hayır, dans eden olmadı. Henüz Avrupa’da sahneye izleyici çıkarmayı başaramadık. (Gülüyor) Aslında bu fikri veren dinleyicilerdi. Her konserden sonra genç ya da yaşlı birileri kulise geliyor, “Ayaklarımız elektriklendi, dansa kalkmamak, sizinle birlikte atlayıp zıplamamak için kendimizi zor tuttuk” diyordu. Zaten biz de konser salonunda sahne ile dinleyiciler arasında oluşturulan sınırı kırmak istiyoruz. Fırsatı değerlendirip, dansa davet etmeye başladım dinleyicileri. Avrupa’daki bazı konserlerde salonun en arkasında dans edenlere rastladım. Ama henüz ön sıralara, sahneye ulaşmadı. Bir gün bunu başarırsak çok mutlu olacağım. (Kahkahalar)

İşimiz öykü anlatmak

Sahneden salona inip, izleyicilerin arasında eser icra etmek ya da izleyicileri sahnede oturtmak gibi teknikleri deniyor musunuz?
– Sahnede kalmayı tercih ediyoruz. Çünkü konserde repertuvar seçimiyle, başından sonuna bir öykü anlatırsınız. Arada neşeli, hüzünlü bölümleri vardır. 20.yy’ın en başarılı eğlence aracı sinemanın başarısında da bu yatıyor: Öyküleme. İzleyicisini duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. Biz de enstrümanlar, şarkılar, danslar ve öykülerimizle büyülü bir atmosfer yaratmaya, dinleyiciyi duygusal bir yolculuğa çıkarmaya çalışıyoruz. Bu nedenle sahnede kalmak gerekiyor.
Arşivlerde bugüne kadar keşfettiğiniz, günışığına çıkardığınız en heyecan verici eser hangisiydi?
– Her albüm için uzun ve zorlu çalışmalar yapıyorum. Daha sonra seslendirme aşamasında grupla birlikte çalışıyoruz. Bu açıdan, herbirindeki repertuvar beni çok heyecanlandırıyor.
Barok çağ bestecilerinin üslubuna göre besteler, düzenlemeler de yaptığınızı okudum. Hatta bu çabayı antik Yunanca öğrenip, Homeros’u taklit etmeye benzetmişsiniz. Bu yorum ve sonuçları klasik müzik dünyasında infial yaratmadı mı?
– Sanıyorum bir yanlış anlaşılma var. Beste yapmıyoruz. Zaten istesek de o dönemin bestecileri kadar iyi beste yapamayız. Gerek de yok, çünkü yeterince eser var. Sadece dönem üslupları göz önüne alınarak eserlerin düzenlemesi yapılıyor. Tıpkı cazcıların, caz standartlarını yorumlaması gibi. Eğer bir eserin elimizde küçük bir parçası varsa, geri kalanını bulmak için uğraşıyoruz. Uzun araştırmalar yapılıyor. Dönemi, üslubu inceleniyor. Sonra eseri tamamlayıp, yorumluyoruz.
Bir röportajda grup için çok özel sese sahip solistler aradığınızı söylemişsiniz. Aradığınızı buldunuz mu, gruptaki seslerin ne gibi sıradışı özellikleri var?
– Erken Çağ müziğinde dönemin enstrümanlarını müzede bulmak, yeniden üretip, tahminen geçmişin seslerini yakalamak mümkün. Fakat o günün seslerini, şarkı tekniklerini bilmiyoruz. Belki 17.yy’da, bugünkü bel canto tekniğine benzer üslupla şarkı söyleniyordu, belki çok farklı bir teknikti. Dolayısıyla çok özel seslerle, dönemin ruhuna uygun şarkı söyleme yöntemleri geliştirmemiz gerekiyordu. İstanbul’a birlikte geleceğimiz Katalan soprano Nuria Rial, Barok Çağ üzerine uzmanlaşan sıradışı bir solist. Klasik müzik birikiminin yanı sıra geleneksel müzik türlerini de iyi biliyor. Soprano Lucilla Galeazzi ise günümüz geleneksel İtalyan müziğindeki en güzel seslerden biri, izleyiciyle iletişimi çok etkileyici.

Therbo ismi Türkçeden
kaynaklanmış olabilir

Erken Barok Çağ enstrümanlarından therbo’nun günümüzdeki en önemli virtüözlerinden birisiniz. Bu çalgının adını Türkçe’deki türban ya da torbadan aldığı söyleniyor. Doğru mu?
– Birçok teori var bu konuda. Hangisi doğru olduğunu bilmiyorum. Bu çalgının utun atası luttan geliştiği söyleniyor. 16’ncı yüzyılda büyütüp, teller eklemişler. Dev bir çalgıya dönüşmüş. Ortaçağ’daki birçok telli enstrümanın çeşitli uyarlamalarını bugün dünyanın dört bir yanında halk çalgısı olarak görüyoruz. Örneğin collesione, Anadolu’daki bağlamaya çok benzer. Aynı dönemde kullanılan, kanun, santur benzeri çalgılar var. Teli çekilerek çalınan enstrümanların geçmişi ve bugünü büyüleyici bir konu. Bu ilgim yüzünden grubun adını L’Arpeggiata koydum.
Bugün tarih olan beş farklı enstrüman çalıyorsunuz. En çok hangisini öğrenmekte zorlandınız, icra açısından en zoru hangisi?
– Parmakla çalınan tüm telli çalgıların sesi beni büyülüyor. Barok arpla başladım. Sonra lut çeşitlerine yöneldim. Sürekli bas çalmayı öğrendim. Lut ve Barok Arp’ı öğrenmek başlangıçta kolay gibi görünüyor. Fakat üslup konusunda çok ciddi çalıştırmak gerekiyor.
17’nci yüzyıl Doğu müziğiyle ilgileniyor musunuz?
– Çok ilginç bir konu. Gelecekte bu konuda ayrıntılı bir çalışma yapmak istiyorum. İstanbul konseri dilerim bu çalışmanın başlangıcı olur.
Hayal kırıklığı yaşamamaları için dinleyicilerinize konserle ilgili ipucu verir misiniz? İstanbul’daki konserinize dinleyiciler hangi beklentilerle gelmeli, hangi beklentilerini evde bırakmalı?
– 17.yy’ın en güzel müziklerini, emprovizasyonlarla zenginleştirilmiş, etkileyici seslerin yorumladığı şarkılar dinleyecekler. Ciacone, Bergamesk ve Folia’lar seslendireceğiz. 2004’te yayımlanan ve ilgiyle karşılanan üçüncü albümümüzün repertuvarını zenginleştirerek konser programını hazırladık. Bir kez daha hep birlikte müziğin evrensel gücüne tanık olacağız.
(Serhan Yedig / 3 Haziran 2007 / Hürriyet)

Linkler

Christina Pluhar’ın biyografisi

Kişisel web sayfası

Grubun Facebook sayfası

Share.

Leave A Reply

4 × 3 =

error: Content is protected !!