Frank Peter Zimmermann / Modern yorumcu bukalemun gibi olmalı

0

2013 Kasımı’nda BBC Müzik 100 ünlü kemancıya 20’nci yüzyılın en büyük 20 virtüözünü sormuştu. Listenin 18’inci sırasındaki isim 48 yaşındaki Alman kemancı Frank Peter Zimmermann’dı. Modern yorumcunun besteciye, esere göre kılıktan kılığa girmesi gerektiğini savunan Zimmermann 1984’te Württemberg Oda Orkestrası’yla kaydettiği Mozart konçertolarıyla şöhrete kavuşmuştu. Moritzburg’daki evinde sorularımızı yanıtlayan Zimmermann, konçertolara yaklaşımının geçmiştekinden çok farklı olduğunu söylüyor. Aynı orkestrayla turneye çıkan kemancı “İstanbul dahil bir dizi konser verdikten sonra bu konçertoları martta yeniden kaydedeceğim” diyor.

 

Sokak müzikçilerinin bile web sayfasının olduğu bir çağda neden internette görünmek istemiyorsunuz?
– Kesinlikle hiç ilgimi çekmiyor internet. Ben farklı bir çağa aitim. Kendimi eski üslupta bir sanatçı olarak değerlendiriyorum, hatta bir ölçüde dinazor gibi olduğum söylenebilir. Müzikseverler konserime gelmek, beni dinlemek istiyorsa, gelecektir. İnternette sörf yapıp benim adıma rastlayanları konsere çekme ihtiyacı hissetmiyorum. Evet, herkesin web sayfası var… Herkes Facebook’ta, hatta benim adıma da açmışlar… Sanal dünya umrumda değil… (Gülüyor)
Bu nedenle çocukluk çağınıza dair bilgi çok sınırlı. Sadece anne ve babanızın orkestra üyesi müzikçiler olduğunu, 5 yaşında keman çalmaya başladığınızı biliyoruz. Bir önceki kuşak da müzikçi miydi, nasıl bir müzikal çevrede büyüdünüz, nelerden etkilendiniz, kemana kendi isteğinizle mi başladınız?
– Babam çellist, annem kemancıydı. Babamın babası da kemancıydı, uzun yıllar orkestralarda görev yapmıştı. Ünlü Alman besteci Hans Fitzner’in kuzeniydi. Annemin ailesi de profesyonel olmasa da müzikçiydi. 4-5 yaşlarında evimizde hep klasik müzik çalındığını hatırlıyorum. Pazar sabahları aile içinde müzik yapılırdı. Schubert’in, Ravel’in yaylı dörtlülerini ilk kez evde dinlemiştim. Çocukluğumda bu gelenekten çok etkilendiğimi, hemen onlara katılmak istediğimi hatırlıyorum. En büyük hayalim keman çalmaktı. Kemancı dedem ise piyano çalmamı istiyordu. Buna karşın ben çok kararlıydım. Beş yaşımda, annem ve babam bir keman hediye etti, çalmaya başladım. Önce annemden ders aldım. Sonra babamla trio, dörtlüler çaldık. İlk yıllar müzik benim için ailece yapılan bir etkinlikti, teknik çalışma değildi. Teknik boyutu çok daha sonra gündeme geldi. Daha çocukken duygularımın, düşüncelerimin büyük bölümünü kemanla ifade edebileceğime emindim…
1980’lerin başında, ergenlik çağınızda rock grupları dünyayı sarsıyordu. Bu gelişmelerden hiç etkilenmediniz mi, ailenize meydan okumaya çalışmadınız mı?
– Ailem iyi bir orkestra müzikçisi olmamı arzu ediyordu. Ben de bu amaçla çalışıyordum. Fakat babamın arkadaşları olağanüstü bir yeteneğim olduğunu, çok iyi bir öğretmenle çalışmam gerektiğini söylüyordu. 10 yaşında ilk önemli öğretmenimle karşılaştım. Valery Gradov, Leonid Kogan’ın öğrencisiydi. O andan itibaren hayatım değişti, müzik ciddi bir uğraş haline geldi. 11 yaşındayken Paganini’nin teknik açıdan çok zor eserlerinden Kapris’lerini çalmaya başladım. Rus keman okuluna gidiyordum. Ardından iki öğretmenim daha oldu. Her ikisi de farklı bakış açısı, teknik yetkinlik kazandırdı. Gençliğimde geniş bir plak koleksiyonum vardı. Sürekli büyük kemancıları dinlerdim. David Oyştrah’ın bulabildiğim tüm plaklarını toplamıştım. Kemanın tanrılarından Arthur Grumiaux’nun da çok sayıda plağını almıştım. İlk gençlik döneminde pek çok kez Yehudi Menuhin ve Nathan Milstein’la bir araya geldim. Sanatımı onlar şekillendirdi. Keman yorumculuğuyla ilgili temel yaklaşımların büyük bölümünü geçmişin büyük ustalarını dinleyerek öğrendim. Kuşkusuz öğretmenlerim de önemliydi. Fakat kendi yolumu bulmam için öncelikle tüm bu yaklaşımları, fikirleri toparlayıp özümsemem gerekiyordu.

Kemanda kendi yolumu 35-40 yaşlarında buldum

Orta Avrupa, Alman ve Rus ekolünün tedrisatından geçtikten sonra kendi sesinizi nasıl bulmanız ne kadar zamanınızı aldı, şu anda kendinizi hangi ekole daha yakın hissediyorsunuz?
– Genç sanatçının sesini bulması zorlu bir süreç. Başlangıçta David Oyştrah’ın çok güçlü bir etkisi vardı üzerimde. Kemanımın tınısı, yakalamam gereken ses konusunda ondan çok şey öğrendim. Genç sanatçının kendi sesini bulması için büyük ustalarla, büyük şeflerle çalışması, tecrübe kazanması gerekiyor. Kendinizi yavaş yavaş biçimlendiriyorsunuz. Kemanda kendi kişiliğimi bulduğumu hissettiğim zamanı kesin olarak söyleyemeyeceğim. Uzun ve çok yavaş bir süreç. Kemancı olarak bir kişiliğiniz, sesiniz var, yayı kullanarak çok kişisel bir tını yakalayabilirsiniz. Ben de bunun peşindeydim. Çok farklı süreçlerden geçtim. Kendi yolumu ancak 35-40 yaşlarında bulabildim. “Sesimi buldum” demek bana çok iddialı geliyor. Bunun yerine bazı eserlerde kendi yaklaşımımı sunmak için icrada özel bir yöntem oluşturduğumu söyleyebilirim. Bugünkü üslubum pek çok ekolün, üslubun karışımı. Hocam Sachko Gavrilov, Berlin’de büyük kemancı Joachim’in öğrencilerinden ders almış, Alman – Avusturya – Macar ekolünün etkisiyle yetişmişti. Üçüncü öğretmenim Herman Krebbers ise Oskar Back’ın öğrencisi olmuştu. Back ise Hubay’ın öğrencisiydi. Yani biraz Avusturya – Macaristan, biraz Belçika-Fransız ekolü ile başlayıp diğer ekollerden de etkilendim.
Günümüzde ekol diye bir şey kalmadı sanki. Ne dersiniz?
– Piyasada pek çok ünlü, genç kemancı var. Dinlediğinizde birbirinden ayırt edemiyorsunuz. Oysa geçmişin büyük ustalarını dinlerken 20 saniye içinde, en geç 1 dakikada kim olduğunu çıkarabilirdiniz. Bu Heifetz, diğeri Milstein derdiniz. Artık böylesine güçlü karaktere sahip yorumculara rastlayamıyoruz. Sanırım bunun nedeni, günümüzdeki yorumcuların farklı üsluplarda usta olma, bu beceriyi yerinde kullanma gerekliliği. Mozart’ı Wieniawski gibi, Brahms’ın bestesini Bartok’unki gibi çalamazsınız. Modern yorumcu bukalemun gibi olmak zorunda. İşte zor olan da bu. Kendimi bu açıdan şanslı sayıyorum. Müthiş bir kemanım var, olağanüstü sese sahip, dinleyici bu sayede beni ayırt edebilir. Ama genel olarak söylemek gerekirse besteciye göre üslubumu ayarlıyorum. Prokofiyef’i, Mozart’ı farklı yaklaşımla çalışıyorum.

Kemanını çalarken Kreisler’in çevremde gezindiğini hissederim

Söz kemanınızdan açılmışken, tüm konserlerde, kayıtlarda Fritz Kreisler’den yadigar 1711 yapımı Stradivarius’la mı çalıyorsunuz?
– Evet, tam 12 yıldır… İlk duyduğumda sesine aşık olmuştum. Fakat çok güçlü bir kişiliği var. Yorumcunun ona tabi olmasını, kendini ona göre ayarlamasını gerektiriyor. Alışmam, iyi çalmak için ne yapmam gerektiğini öğrenmem çok zaman aldı. Yıllardır repertuvarımda olan, ezberimdeki pek çok konçerto için yeniden partisyon alıp üzerinde çalışmam gerekti. Bu keman, tekniğimi tamamen değiştirmeme neden oldu.
Kreisler’in “Lady Inchiquin” lakaplı bu kemanla yaptığı tarihi kayıt var mı, bu eserleri çalarken onun ruhunun çevrenizde dolaştığını hissediyor musunuz?
– Kreisler’in 7 kemanı vardı. Çoğunlukla Guarneri del Gesu yapımı kemanla çalardı. Bu enstrümanı 1910-20 arasında kullanmış. Günümüze ulaşan tarihi konçerto kayıtlarının çoğu 1930’lar sonrası. 1920’lerin öncesinde kısa eserler kaydedilmiş, fakat kayıtlar o kadar bozuk ki, birbirinden çok belirgin ton farkı olan Strad ve del Gesu kemanları ayırt etmek neredeyse mümkün değil. Sahnede çalarken zaman zaman Kreisler’in çevremde gezindiğini hissettiğim olmuştur…
Bir sanatçı, bir aydın olarak hangi kaynaklardan besleniyorsunuz, müziğin yanı sıra ne gibi hobileriniz var?
– En büyük zevklerimden biri bahçeyle uğraşmak. Ailem benim için çok önemli. Evdeyken zamanımın önemli bölümünü onlara ayırırım. İki oğlum da müziği seçti. 11 yaşındaki Arthur piyano, ağabeyi Serge keman çalıyor. Evdeyken yeni repertuvar çalışırım ve müzik dinlerim. 16 yaşından bu yana kemancılarla haşır neşir olduğum için artık çoğunlukla büyük şeflerin icralarını ve piyanistleri dinliyorum. Piyanistlerden çok şey öğrendiğimi, büyük ilham aldığımı söyleyebilirim. Ailemle seyahat etmeyi severim. Örneğin İstanbul’a beşinci kez geleceğim, fakat henüz eşimi getiremedim. Bence dünyanın en özel şehirlerinden biri. Şanslıyım, her seferinde en az 2 gün kalıyorum, bir yerleri görüyorum. Fakat hayalim eşimle birlikte gelmek, tüm önemli yerlerini birlikte gezmek. Turneye çıktığımda çok okurum. Örneğin Alberto Moravia’nın neredeyse tüm eserlerini son bir yılda turneler sırasında okudum. Ders vermiyorum, orkestra yönetmiyorum. Çünkü yılda 80-90 civarında konser veriyorum. Bunların hazırlıkları uzun zaman alıyor. Kalan zamanımda yeni eserler öğrenmeye çalışıyorum. Yaylı çalgılar üçlümle yılda birkaç kez konser veriyoruz.
Beste, düzenleme ya da emprovizasyon ilginizi çekiyor mu?
– Bestecilik konusunda yetenekli hissetmedim hiç kendimi. Bu nedenle denemedim. Doğaçlama farklı bir konu. Çok isterdim doğaçlama yapmak, fakat öğretecek, bu dünyaya adım atmamı sağlayacak biriyle karşılaşmadım. Yani çok renksiz bir klasik yorumcu olduğum söylenebilir… (Gülüyor)

Müzik, petrol ya da silah değildir, onlar gibi pazarlanamaz

Almanya-Fransa ile İngiltere-ABD müzik piyasasının birbirinden çok farklı olduğu, hatta Avrupa’da star olan klasik müzik yorumcularının İngiltere’de hiç tanınmayabileceği söylenir. Siz nasıl oldu da 19 yaşında kaydettiğiniz ilk albümünüzden itibaren İngiliz firması EMI’nin solistleri arasına girdiniz? Bugüne kadar yayımlanan 25 CD’nizden sadece ikisi Alman firmalarından…
– Beni ilk keşfeden EMI’nin Almanya şubesiydi. Mozart’ın konçertoları, sonatları, Paganini Kapris’leri EMI-Electrola’dan yayımlandı. 1986’da EMI’nin Londra merkezi benimle ikinci plak anlaşmasını imzaladı. Lorin Maazel yönetimindeki Berlin Filarmoni’yle Çaykovski’yi, Philarmonia’yla Sibelius’u, İngiliz Oda Orkestrası’yla Bach’ın konçertolarını kaydettim. Sanıyorum o yıllarda Deutsche Grammophon’un Anne Sophie Mutter hamlesine karşı EMI beni yıldız kemancı konumunda kullanmıştı. Aynı dönemde Alman EMI’yle de kayıtlar yaptım.
2010 ve 2013’teki iki albümünüzü BIS adlı bir İsveç firmasından yayımlandı. Eminim ki Deutsche Grammophon gibi büyük firmaların gözü üstünüzde, neden küçük firmaları seçiyorsunuz, tek sebebi repertuvar özgürlüğü mü?
– 1997’de EMI’den ayrılmamın sebebi, muhataplarımın müzik yerine pazarlama eğitimli, satış odaklı kişiler olmasıydı. Deutsche Grammophon da benzer kişiler nedeniyle, kendi alanlarında iyi olan Koreli, Çinli sanatçılara yöneldi. Çünkü Çin’de 10 milyon CD satacaklarını biliyorlar. Bu tür politikalar beni büyük firmalardan uzaklaştırdı. Kuşkusuz bu günümüzün gerçekliği. Çok şanslıyım ki işe başladığımda, farklı bir çağ, farklı ilişkiler söz konusuydu. Önceliği büyük para kazanmak yerine müzikal niteliğe verenler firmaları yönetiyordu. İlelebet böyle süreceğini sanmam. Çünkü müzik petrol ya da silah değil… Onlar gibi pazarlanamaz. Küçük firmaları ise hâlâ müziği bilen kişiler yönetiyor.
Her fırsatta Beethoven’in konçertolarını sizin için “Everest” olduğunu söylüyorsunuz. Zirveye 1988’de tırmandığınız, konçertoları kaydettiğiniz düşünülürse geriye pek bir şey kalmamış olmalı. Yine de sormak istiyorum, seslendirmek için belirli bir olgunluğa erişmeyi beklediğiniz eser var mı?
– Benim için gerçek “Everest” Bach’ın tüm solo partitaları. Bunları henüz kaydetmedim. Bunu gelecekte kaydetmek istiyorum. Ne zaman bilmem, fakat gelecekte kendimi hazır hissettiğimde… Beethoven’in konçertolarını kaydettiğimde çok gençtim. O günden bugüne en az 200 kez çaldım. Radyo kaydı yapıldı. Fakat bu eserleri de yeniden kaydetmek istiyorum. Çünkü yaklaşımımda çok şey değişti.
Gelecek yıl 50 yaşına giriyorsunuz, özel bir planınız var mı?
– Genç sanatçı herşeyi denemek istiyor, bu arada tam olarak istemese de kendisinden talep edilenleri yapmak zorunda kalıyor. Bundan sonra sadece yüzde 100 istediklerimi yapmayı arzu ediyorum. İki ayrı alanda sadece gerekli olduğunu düşündüğüm projelere odaklanacağım. Solist olarak her yıl bir ya da iki besteci seçeceğim, çalmak istediğim sonatlara, konçertolara hazırlanıp bunları icra edeceğim. Mümkünse bu repertuvarı yıl sonunda kaydedeceğim. Ayrıca üçlümle repertuvar belirleyip konserler vereceğim. Bunların dışındaki tüm zamanımı da aileme ve kendime ayırıyorum.

Vieuxtemps, Wieniawski ve Çaykovski’nin konçertolarını bundan sonra çalmayacağım

Bundan sonra çalmayı hiç düşünmediğiniz besteci ya da eser var mı?
– Virtüözite eserlerini repertuvarıma almıyorum artık. Hayatımın geri kalan bölümünde Vieuxtemps ve Wieniawski’nin keman konçertolarını çalmayacağıma eminim. Wieniawski’nin konçertolarını 18 yaşımda seslendirmiştim, artık çok gerilerde kaldı. Hatta Çaykovski’nin keman konçertosunu da bu listeye ekleyebiliriz. İki kez kaydettim, defalarca seslendirdim. Artık gerek yok. Onun yerine Benjamin Brittain’in keman konçertosu gibi az seslendirilen bir eseri ele almayı, yeni bakış açıları sunmayı tercih ederim. Romantik dönemin virtüözite eserleri artık benim için geride kaldı. Sarasate çok güzel eserler yazmış, fakat onun yerine Schumann’ın sonatlarını ya da gittikçe önemine ikna olduğum 20’nci yüzyıl bestecilerinin eserlerine yönelmeyi tercih ederim.
BBC Music Dergisi geçen kasımda dünyanın önde gelen 100 kemancısına, 20’nci yüzyılın en önemli kemancıları sormuştu. 20 kişilik listede sizin de adınız var. Bu tür iddialı listelere girmek size şevk veriyor mu, yoksa strese mi sokuyor?
– Müzik alanında yapılacak en saçma sapan iş bu tür listeler hazırlamaktır. Bach, Beethoven, Brahms’ı kimin daha iyi çaldığına kim, nasıl karar verecek? Hayatımda duyduğum en saçma girişim! Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir liste hazırlandığını duymamıştım. Tipik İngiliz / Amerikan yaklaşımı. Müzikte böyle sınıflamalar yapmayı, listeler hazırlamayı çok severler. Bana çok uzak bir bakış.
İşte bu nedenle İngiltere’de şöhrete kavuşmanızın şaşırtıcı olduğunu belirtip, nasıl gerçekleştiğini sormuştum.
– Beni neden sevdiklerini, seçtiklerini bilmiyorum. EMI Elektrola beni keşfetti, birkaç yıl sonra EMI merkezi beni fark etti ve albümlerimi yayımlamaya başladılar. Londra’da konserler vermeye, Proms’a katılmaya başladım. Böylece tanınırlığım arttı… Doğru konuşmak gerekirse İngiltere’nin en sevdiğim ülke olduğunu söyleyemeyeceğim. Evet İngiliz plak firmasından albümlerim yayımlandı, yılda birkaç kez Londra’da konser veriyorum, zaman zaman Edinburgh Festivali’ne katılıyorum, hepsi bu. Bunların dışında o adaya gitmem için özel bir neden yok… Benim dünyam değil. ABD’de sadece özenle seçtiğim birkaç şehirde konser veriyorum. Çoğunlukla Hollanda, İskandinavya, Belçika’dayım. İtalya, İspanya, Avusturya ve kuşkusuz Almanya’da konser vermeyi seviyorum. Doğu Avrupa izleyicisinin eğitim düzeyi, kültürü inanılmayacak düzeyde yüksek. Örneğin Los Angeles’te konser verip hemen ardından Prag’a gittiğinizde, konserden sonra “Ben ABD’de ne arıyordum, neden gittim ki” diye soruyorsunuz kendinize. Prag izleyicisi kültür düzeyi, klasik müziğe duyduğu saygıyla sizi büyülerken, Amerikalı izleyici konserde çekinmeden hamburger yiyor…
Çağdaş bestecilerle iletişiminiz ne düzeyde, eser siparişi veriyor musunuz?
– Birçok besteciyle iletişimim var. Çağdaş müzikle iletişimde olmak, genç bestecilerin tanınmasını sağlamak benim için önemli. Kimi zaman ben eser siparişi veriyorum, kimi zaman eserler bana getiriliyor. Bu konuda üç büyük proje hazırladıktan sonra şimdi Fin besteci Magnus Lindberg’in yazacağı keman konçertosunu bekliyorum. Gelecek yılın sonunda prömiyerini yapacağız. Yıllar önce Berlin Filarmoni’nin viyolacısı olarak tanıdığım Brett Dean’ın “Kayıp Sanatlardan Mektup Yazma” adlı eserini kaydettim, eylülde BIS’ten yayımlandı. Önemli Alman bestecilerden Matthias Pintscher’in bestelerini seslendirdim.

Fazıl Say, evrensel düzeyde önemli bir müzisyen

Türk bestecilerle, müzikçilerle tanışıklığınız var mı, ortak çalışma yaptınız mı?
– Ne yazık ki herhangi bir iletişimim olmadı şimdiye kadar. Rastlantı sonucu Fazıl Say’ı tanıdım. Müzisyenliğine büyük saygı duyuyorum. Evrensel düzeyde başarılı, çok çok önemli bir sanatçı.
Yaylı çalgılar üçlülerinde, dörtlülerinde çalmanın çok özel bir zarafet, hassasiyet gerektirdiği, bu deneyimden sonra orkestra önünde çalmanın kimi zaman zorlayıcı olduğu söylenir. Siz herhangi bir sorun yaşıyor musunuz, oda müziği virtüözitenize neler katıyor?
– Orkestra ile yaylı çalgılar üçlüsünde neredeyse aynı üslupla çalıyorum. Üçlüde çalmak bana birçok konuda öylesine ilham veriyor ki… Artık orkestra önünde de, yaylı çalgılar üçlüsündeki gibi çalıyorum. Brahms’ın konçertosunu çalıyorsanız solocu olarak kuşkusuz büyük, geniş bir ses üretmeniz gerekir. Bununla birlikte Çaykovski, Wieniawski dahil romantik virtüözite konçertolarını bile oda müziği üslubuyla ele almak mümkün. Orkestranın önünde solocu virtüöz gibi durmak, arkanızdaki obuacıya, klarnetçiye odaklanmak yerine kendinizi büyük bir oda müziği topluluğunun üyesi gibi konumlayıp bu yaklaşımla çalmak bence en önemli konu. Tek başıma çalmadığım sürece bu yaklaşımı korumaktan yanayım.
Oğullarınız ve eşinizle oda müziği yapıyor musunuz?
– Kemancı oğlum Serge’yle birlikte pek çok konser verdik, Bach’ın ikili konçertosunu seslendirdik. 11 yaşındaki piyano eğitimi gören oğlum Arthur’la da evde birlikte çalıyoruz. Eğer müzikçi arkadaşlarınız varsa, bir araya gelip sevdiğiniz eserleri çalmak hayattaki en büyük zevklerden biri. Tıpkı büyük bir sofranın etrafında toplanıp güzel bir yemeği tatmak, güzel bir şarap açmak gibi… Belki gelecekte de aile üçlüsü kurabiliriz.

Mozart’ı Oyştrah gibi çalardım, şimdi klasik yaklaşımdan yanayım

İstanbul’da seslendireceğiniz Mozart konçertolarını 1984’te kaydetmiştiniz. O tarihten bu yana EMI üç kez yeniden yayımladı. Siz seslendirmeyi sürdürdünüz mü, eserlere yaklaşımınız ne gibi bir dönüşüm geçirdi?
– İlk kaydımı 30 yıl önce İstanbul’da birlikte konser vereceğimiz Württemberg Oda Orkestrası’yla yapmıştık. O tarihten bu yana 3-5 yıl arayla yeniden ele alıyorum, seslendiriyorum. Birçok kez yaklaşımımı yeniden gözden geçirdim. Her seferinde yeni ayrıntılar keşfettim. Ve zaman içinde yaklaşımımda önemli bir değişim oldu. Eskiden Mozart konçertolarını David Oyştrah’ın etkisiyle, çok daha zengin tonlarla, romantik üslupla yorumluyordum. Adım adım klasik üsluba yöneldim. Tempo açısından olmasa da ifade açısından bakış farkı oluştu. Mozart dönemindeki artikülasyon, bestecinin kullandığı yay tekniklerini öne çıkarıyorum artık. Mozart yay tekniklerini çok iyi biliyordu, zaten bu üretilen sesin yarısı demektir.
Bu konser bir Mozart turunun parçası mı?
– Üç konserlik turnenin son durağı İstanbul. Ardından birkaç hafta içinde Avusturya, Almanya, İtalya’da farklı orkestralarla beş konserde bu eserleri seslendireceğim. Mart başında Bavyera Radyo Senfoni Orkestrası’yla kaydedeceğim. İşte bu nedenle 30 yıl sonra yeniden köklü bir şekilde tüm Mozart keman konçertolarını ele alıyorum. Bu konçertoları çalmak bir ödül gibidir, her seferinde solisti tazeler, asla bıkmazsınız. Hayatım boyunca her birini en az 100 kez çalmışımdır. Fakat öylesine saf, zindeleştirici bir müzik ki, sanki vücudunuz bu müziğin dalgalarıyla sağlık buluyor.
(Serhan Yedig / Şubat 2014 / Müzik Söyleşileri)

Linkler

Frank Peter Zimmermann’ın biyografisi

Frank Peter Zimmermann’ın Facebook sayfası

Share.

Leave A Reply

13 − 3 =

error: Content is protected !!