Roberto Alagna / Aida’yı teklif ederken Metropolitan şüphedeydi, şimdi tüm dünyadan teklif yağıyor

0

Sicilya asıllı, Paris doğumlu tenor Roberto Alagna, Pavorotti’nin veliahtlarından. 1990’larda diva Angela Gheorghiu’yla aşkı, 2000’lerde şefleri dize getiren talepleriyle konuşuldu. Hatta eşi Gheorghiu’yla opera dünyasının “Bonnie/Clyde”ı ilan edildiler. 50 yaşını kutlayan tenor 2013-2014 sezonunda New York, Londra ve Paris’te aynı anda büyük prodüksiyonlarda söylüyor. Londra ve Paris’te rol alacağı Carmen ve Werther operalarını Borusan Filarmoni eşliğinde seslendirmek üzere 2013 Kasımı’nda İstanbul’a geldi. Yeni aşkı Polonyalı soprano Aleksandra Kurzak’tan doğacak bebeği için gün sayan Alagna, konser öncesi New York’taki evinden sorularımızı yanıtladı.

 

İkizler burcuyla ilgili epeyce efsane anlatılır. Fevri davrandıkları, maymun iştahlı oldukları, çok çabuk karar değiştirdikleri söylenir. Bir yıl arayla, aynı gün doğmuşuz. Ben burçlara pek inanmam ama, yazılanlar doğruysa, İkizler olmaktan memnun değilim. Siz memnun musunuz?
– Memnunum… Biliyorsunuz, 7 Haziran’lı dostlarımız arasında müthiş isimler var: Dean Martin, Tom Jones… Harika şarkıcılar… Hatta Johny Deep bizden bir gün önce doğmuş…
Öyleyse, daha fazla geç kalmadan, ben de sahnede şansımı deneyebilirim…
– (Gülüyor) Tabii… Deneyebilirsiniz, deneyebilirsiniz…

Fazla mutluluktan korkmaya başladım

50’nci yaşınız için neler planlamıştınız, hazirandan bu yana ne kadarını gerçekleştirebildiniz?
– 50’nci yaşımı unutulmaz kılmak için herhangi bir plan yapmamıştım. Benim için en önemlisi sevdiğim kişilerle ilişkilerim. En büyük armağan bu… 40’ıncı yaş benim için çok zorlu bir süreçti. Neden bilmiyorum, fakat hafif bir bunalım atlattım. 30’lu yaşlar boyunca kendimi hep çok genç, dinamik hissettim. Fakat bir gün ansızın 40 yaş geldi. Kabul etmesi zor oldu… Fakat şimdi 50’nci yaşımı epeyce rahat karşılıyorum. 40’lı yaşlarda atlattığım ağır sağlık sorunları geride kaldı. Formdayım, sağlıklıyım, çok sevinçliyim çünkü 50 yaşında ikinci kez baba olacağım… Geri dönüp baktığımda her şeye karşın kendimi çok şanslı hissediyorum. Evet, pek çok acı anı kaldı geride. İlk eşim beyin tümörü nedeniyle genç yaşta hayatını kaybetti. Çok zor günlerdi. Ama bugün mutluyum. Hatta öylesine ki, bu kadar çok mutluluktan korkar oldum. Başıma bir şey gelecek diye. Bu nedenle mutluluk skalasını yüzde 70’te tutmaya yüzde 100’den uzak durmaya çalışıyorum…
Geride kalan 50 yıla baktığınızda, müzik ve özel hayatınızda size gurur veren üç başarı neydi?
– Çocuklarımla gurur duyuyorum. Müzikte ise… Öylesine mahcup bir gençtim ki, hayattan hiçbir beklentim, arzum yoktu. Tek hayalim bir koroya girmekti. Tüm bu başarılar ben hamle yapmadan, bana geldi. Birer armağan gibi. Meslek geçmişimle, bugünümle gurur duyuyorum. Hâlâ Metropolitan’da sahneye çıkabiliyorum. Müzikseverleri mutlu edebiliyorum. Arkadaşlarımın imrendiği uluslararası bir hayran kitlem var. Başta Facebook olmak üzere sosyal mecrada beni çok destekliyorlar. Aile gibiyiz. Çok şefkatliler. Hayatıma mutluluk taşımak için çaba gösteriyorlar. Sevgilim, genç soprano Aleksandra Kurzak’la, şubatta doğacak bebeğimizle gurur duyuyorum. Ailemle gurur duyuyorum. Yetim kalan kızımı büyüttüler, onların sayesinde müzik kariyerimi sürdürebildim.
50’li yaşlar için ne gibi hayalleriniz, planlarınız var?
– Hayatımı hiç planlamadım. Hep anı yaşadım. Her sabah ailece, sağlıkla uyandığımızda şükrettim. Farkında değiliz ama bu başlıbaşına bir mucize. Daha sonra günün bana sunduklarını aldım. Pek çok sanatçı meslek hayatını adım adım planlar. Kritik noktadaki kişilerle görüşmeler yapar, taleplerini iletir. Ben hiç plan yapmadım, asla talepte bulunmak için birinin kapısına gitmedim. Çünkü biraz mahcup bir kişiliğim var. Tüm kazanımlarım bana sunulanlar arasından seçtiklerim. Tekliflere evet ya da hayır dedim sadece… Tek istisna Cyrano de Bergerac Operası… Çünkü kimse bu eseri sahnelemek istemiyordu. Ben devreye girdim ve sahnelendi.

Hayat hayallerimin ötesini sundu bana

Hiç çılgın hayaliniz yok mu; uzayda konser veren ilk tenor olmak gibi…
– (Gülüyor) Kuşkusuz hayallerim var… Fakat hayatın bana sundukları, hayallerimin ötesinde, çok daha renkli, çok daha heyecanlı… En önemlisi sesim… Annem “gerçekten opera solisti olmak ister misin” diye sorduğunda “korist olmak istiyorum” demiştim. Tek hayalim bu kadar sadeydi. Mario Lanza’yı sinemada izlediğimde, hayalim bir gün onun gibi Metropolitan’da sahneye çıkmaktı. Şu anda Metropolitan’da söylüyorum. La Scala’dan Covent Garden’a tüm önemli sahnelere çıkıyorum. Efsanevi müzikçileri dinler, birgün onlarla karşılaşmayı hayal ederdim. Pavarotti, Domingo, Caballe ve pek çok efsaneyle tanıştım. Güzel bir kızım olmasını isterdim. 21 yaşında, çok güzel, zeki bir kızım var. Ornella beni bir kez bile hayal kırıklığına uğratmadı. Şimdi New York’ta birlikteyiz, Aleksandra’ya mutlu bir aileyiz. İşte tüm bunlar hayalden de öte… Servet, lüks otomobil, şato, muzaffer tenor gibi hayallerim olmadı.
Yani size şöhret yolunu açan Pavarotti’nin tahtında gözünüz olmadı hiç…
– Sesim, sahnem, sevdiklerim… Bunlar bana yeter. Evde şarkı söyleyebilmek bile benim için mutluluk verici. Tıpkı Cyrano de Bergerac’ın repliği gibi: “Beni kimse satın alamaz. Ücretimi ben öderim, kendim için oynarım.” Şarkı söylemek benim için bir meslek değil, bir yaşam biçimi… Yarışmacı zihniyetten hoşlanmam. Özellikle şarkıcılar arasında. Benim için şarkıcı kilisedeki rahip gibidir. Sahne, opera bir tapınaktır… Şarkı söylemek ruhani bir iştir… Önemli olan dinleyicinin kalbine dokunabilmek, duygularını harekete geçirebilmek, yeteneği sonuna kadar kullanabilmek… Bazı tenorlar rol beğenmez. “Bu rol benim için çok ağır, sesimi zorlamak istemiyorum. Uzun yıllar sahnede kalmak istiyorum” diyebilir. Bence sanatçının görevi korkmadan yürümektir. İşte gerçek yarışma buradadır. Kendinle yarışırsın. Teklif geldiğinde kabul edersin, sonra bu rolü en iyi şekilde söylemek için neler yapmak gerektiğini düşünürsün. Diğer önemli konu yanlış yapma korkusudur. Rahatını bozup riske girmezsen, yanlış yapmazsan gelişemezsin. İşte benim sanat, hayat yaklaşımım bu yönde…

Riske girdim, geçen sezon 13 rolde çıktım

Bu sezonun riskleri neler?

– Geçen sezonda 13 rol seslendirdim. Dört yeni operada rol aldım. Aralarında hiç kimsenin bilmediği, cesaret isteyen eserler vardı. Bu sezonda ise Otello’yu söyleyeceğim. Bir tür meydan okuma olacak, çünkü herkes altından kalkamayacağım kadar ağır bir rol olduğunu söylüyor. Geçen yıl aynı yorum Aida’ya başlarken yapılmıştı. Hatta belki Metropolitan bile bu rolü teklif ederken, sonuçtan emin değildi. Bu yıl, istisnasız her gün dünyanın dört bir yanından Aida teklifleri yağıyor. “Hayır” demekten yoruldum. Menajerim “Aida için kaşeni iki katına çıkarabilirsin Roberto, izdiham var” diyor. Şu anda benzer bir durumu Othello yaşıyorum… 30 yıldır “Aşk İksiri”ni söylüyorum. İki yıl sonra yine söyleyeceğim. Geçen yıl “İnci Avcıları”nı söyledim. Yani, ağır ve hafif eserleri dengeliyorum. Önemli olan imkansızı başaracak, en zorlu karakterleri deneyecek cesarete sahip olmak… “Erişilmez yıldız” statüsüne ulaşmak tabii ki güzel olurdu. Ama bu değerlendirmenin mesleğim değil, şarkı söyleme tutkumla ilgili yapılmasını arzu ederim.
2013’ün unutulmaz olaylarından biri de herhalde 14 Temmuz’da, Eyfel Kulesi’nin altında ikinci kez, yüzbinlerce kişiye Fransız ulusal marşı “La Marseillaise”i söylemenizdi. Paris’te doğduğunuz halde sizi İtalyan tenor olarak anons ettiler. Siz de okul yıllarında kimlik bunalımı yaşadığınızı, evde Fransız, okulda İtalyan gibi algılandığınızı söylüyorsunuz. Bu konser sırasında ne hissettiniz?
– 2005’te ilk kez aynı yerde, aynı günde sahneye çıkıp ulusal marşı okumak benim için çok çok özel bir olaydı. Çünkü hayatımda ilk kez “Evet, ben Fransız’ım” dedim. Göçmen çocuğu hiçbir yeri kendi yurdu olarak benimseyemez. Doğduğu ülkede de, ailesinin göçtüğü ülkede de. Fransa’da ismimi hep İtalyanca telaffuz ederlerdi, İtalyan olduğumu vurgulamak için. İtalya’da ise tam tersini yaşardım. Gençlikte durumu kabul etmek çok zordu. Ailemin tüm üyeleri Sicilya’da doğmuş, ben ise gurbette ilk doğan kişiydim. Zor bir durumdu. Marşı söylerken kendimi Fransa’daki tüm göçmen çocuklarının temsilcisi gibi hissettim. Tıpkı Dünya Kupası’nı kazanan takımındaki göçmen çocukları gibi. Zidanne nasıl Fransa için mücadele ettiyse, ben de Fransa için marş söyledim. Kendimi göçmen uyum politikalarının simgesi gibi hissettim. O an “Evet, bu bir Fransız” dediler izleyenler. Damarlarımda hâlâ Sicilyalı kanı dolaşsa da İtalya’yı çok sevsem de Fransız kimliğimin Fransa’da tanınması benim için çok önemliydi. O an ilk kez Fransız olduğumu hissettim. Aradan yıllar geçti. Bugün konuya daha soğukkanlı yaklaşıyorum. İtalyan kökenli Fransızım. Geçmiştekinden çok daha zengin bir kimliğe sahibim. Geçmişte yurdum yoktu, şimdi iki yurdum var…

Sesi korumanın ilk koşulu mutluluk

Sesinizi koruma konusunda, konservatuvar eğitimi almamanızın dezavantajını yaşadınız mı, başınıza ciddi kazalar geldi mi?
– Ses kişiye verilmiş bir armağandır. Tapulu mülkünüz değildir, her an elinizden uçabilir. Sevgiliniz, çocuğunuz gibi saygıyla, sevkatle korumalısınız onu. Centilmen gibi davranmalısınız ona. Önce sesinizi ısıtmalı, onu şevklendirmeli, güzel şarkılara davet etmelisiniz. Sesinizi sevmelisiniz. Aksi halde gidiverir. Sesinizi korumak için önce mutlu bir insan olmalısınız. Sonra onu korumalısınız. Asla yüksek sesle konuşmam, uzaktaki birine seslenmem, bağırmam, hatta yüksek sesle kahkaha atmam. Sahneye çıkacaksam, öncesinde evimde oturup dinlenirim. Çok az konuşurum. Barlarda, kulüplerde gece boyunca zaman geçirmem. Bununla birlikte sesi formda tutabilmek için kullanmak gerekir. Sahneye çıkmayacak bile olsam her gün egzersiz yaparım. Konservatuvara gitmemek, kendini yetiştirmiş olmak, çalışmadan başarılı olmak anlamına gelmemeli. Tam tersine, onlardan çok çalışmanız gerekir. Konservatuvardaki arkadaşım, haftada üç saat ses tekniği dersi aldıklarını söylüyordu. Ben günde 8 saat çalışıyordum. Her gece saat 24.00’ten 06.00’ya kadar kabarede şarkı söylüyordum. Üç saat uyuyup, şan çalışıyordum. Kendi başına öğrenmek zor bir süreç, yalnız olduğun için her soruna kendi başına çözüm bulmak gerekiyor. Şimdi düşünüyorum da, bir başka açıdan avantaj bu durum. Okulda bilgisayar gibi programlanmaktansa, içindeki doğal yeteneği, programı ortaya çıkarıyorsun. Soluk alma, vurgu, ifade gibi konularda yalınlığa ulaşıyorsun. Yorum bundan sonra geliyor. Kültür, ulusal miras, kişisel beğeni doğrultusunda yorum biçimleniyor. Bir şancının öğrenme süreci yaşaması gereken tek konu yorum bence. Bu konuda bile kişisel nitelikleriniz, ruhunuz yoksa eğitim yüzde 100 başarılı sonuç vermez. Swing duygusu yoksa kimse size bunu kazandıramaz…
Hatalı kullanım nedeniyle sesinizi kaybetme tehlikesi yaşadınız mı; 2005-2006 sezonundaki sorun bundan mı kaynaklanıyordu?
– En büyük hata yorgunken sesinizi zorlamak. Dinlenmek önemli. Ağır eser söylemek hata değil. Sadece ağır eserler söylemek hata. Ağır eserler gelişim için önemlidir. “40 yaşına geldim, sadece ağır eserleri söylerim, lirik eserleri bir kenara koyuyorum” dediğiniz anda hata yaparsınız. Her ikisini de söylemek, her sezonda yeni eserler eklemek gerekir. İşin sırrı bu. Geçmişin Gigli, Caruso, Berganza gibi isimleri her tür eseri söylüyordu. Ağır eserleri söyleyip diğerlerini bir kenara bırakmadılar. Gigli, 24 yaşında “La Gioconda” ile başlamıştı. 30 yaşında tüm önemli eserler repertuarındaydı. Çünkü önemli olan sesin yumuşaklığını, esnekliğini koruyabilmektir. Ses telleri kastır. Jimnastikçi gibi bunları en iyi şekilde kullanmayı bilmeniz gerekir. Sağlığınıza dikkat etmezseniz, sesinizi iyi kullanamazsınız. Sinirlerinizin sağlam olması, zihinsel açıdan iyi durumda olmalısınız…

Kabarede söylediğim şarkılar albüm oldu

Son albümlerinizden “Passion” popüler şarkılardan oluşuyor. “Robertissimo” da klasiğin yanı sıra popüler şarkılar yer alıyor. Bu plak firmanızın dayatması mı, sizin fikriniz mi?
– Tabii, tabii… Pavarotti, Caruso, Domingo, Careras popüler şarkılar söylediler. Hatta işin başına gidersek, 19’uncu Manuel Garcia pop müzik bestecisiydi. Eğer böyle tanrı armağanı bir sesin varsa, mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaşmalı, temas etmelisin. Eğer sadece bir kategoriyi hedef alırsan, sadece onlar için şarkı söylersen bu ırk ayrımcılığı gibi bir tavırdır. Oysa mümkün olduğunca geniş kitleye ulaşmak, onların hayatına dokunmak gerekir. Herkesin dinleme hakkı var. Operaya gitmeyenlerden, klasik müzikten hoşlanmayanlardan saklamış olursun sesini. Ayrıca ben popüler müzikten de hoşlanıyorum. Ve şarkılarımı herkese söylemek istiyorum.
Passion’un repertuvarını nasıl oluşturdunuz?
– Paris’te ilk gençlik yıllarımda sahneye çıktığım kabarenin müşterileri Güney Amerika göçmenleriydi. Orkestranın, solistlerin neredeyse tümü Latin Amerika’lıydı. Bu albümdeki şarkıları söylerdim her akşam. Kübalı bir hocam vardı, kabareye başlamadan önce tüm önemli şarkıları ondan öğrenmiştim. İspanyolca’da hiç zorlanmıyordum. Latin müziğini hâlâ çok severim. Duygusaldır, beni etkiler. “Besame mucho”, “Kissas” benim için klasik müzik gibidir. Bugünlerde “Küçük İtalya” adlı bir eserde sahneye çıkacağım. Amerika, Belçika gibi ülkelerdeki İtalyan göçmenlere ithaf edilmiş. Ben de onlardan biriyim zaten… Frank Sinatra, Dean Martin, Louis Prima gibi şarkıcıların meşhur ettiği şarkıları seslendiriyorum. Bu iş benim genlerime, kanıma işlemiş, şarkı söylemeyi seviyorum. Müziği evrensel bir bütün olarak algılıyorum. Ayrım yapmıyorum, ayrıca bu konuda pek fazla düşünmüyorum, sadece şarkı söylüyorum.
Türkiye’ye daha önce gelmiş miydiniz?
– Beş yıl önce transit yolcu olarak geçtim. 5-6 zamanım vardı. Şehri hızlı şekilde gezdim. Şimdi daha uzun zamanım olacak. Çok heyecanlıyım…
Türk müzikçilerle karşılaştınız mı hiç?
– Opera sahnelerinde karşılaşmadım. Fakat geçen yıl Fransa’da, Lyon’daki konserim sırasında, konservatuvar eğitimli, görme özürlü, genç bir müzikçi kulise geldi. Sohbet ettik. Bana sevdiği bir şarkıyı söylemesini istedim. Daha sonra onu sahneye çıkardım. Birlikte söyledik. Çok duygusal bir andı, unutamıyorum. Bana şans getirmesi için bir bilezik hediye etmişti, hâlâ bu bileziği takıyorum…

Hayat öğretmenim opera karakterleri

Programınızdan görebildiğim kadarıyla bu yıl aralık ayında Metropolitan ve Londra Operası’nda aynı dönemde sahneye çıkacaksınız, daha sonra Londra ve Paris’te. Aynı gün olmasa bile birden aynı dönemde, okyanusun iki yakasında birden fazla eserde rol almak sorun çıkarmıyor mu?
– Hep böyle… (Gülüyor) Metropolitan’da ilk kez sahneye çıkışım da böyleydi. Avrupa’da bir opera sahnelenirken, ansızın arayıp Romeo Jülyet’te rol teklif ettiler. Temsil canlı yayımlanacaktı. Bir gün önce New York’a vardım. Anna Netrebko’yla sahneye çıktık. Temsil naklen yayımlandı… Avrupa’da konserler verirken bir gün hiç beklemediğim anda Placido Domingo aradı. “Hemen Los Angeles’e gel; Werther ve Othello’da dört temsilde sahneye çıkacaksın” dedi. Uçağa atladığım gibi yola çıktım. Othello’nun son perdesini uçakta ezberledim. Benim hayatım hep böyle geçiyor. Artık günümüzde çok hızlı seyahat etmek mümkün. Fakat bu ses ve vücut için çok tehlikeli. İşte bunun için kondüsyonun her zaman iyi, sinirlerin güçlü olması gerekir.
Bu sezonda Londra’da Carmen, Paris’te Werther’de rol alacaksınız. İstanbul konseri ise iki operanın karışımı. “Ben hayatı opera kahramanlarından öğrendim” diyorsunuz bir röportajda. Carmen’de canlandırdığınız Don Jose ve Werther size neler öğretti…
– Doğru… Operalarda rol aldıkça kendimi tanıyorum… Romeo, Memorino ve bana çok şey öğreten Cyrano de Bergarac… Çünkü bu son derece insani karakterler bunlar. İnsanoğlunu tüm boyutlarıyla bu karakterlerde görebiliyoruz. Benim için sahneye çıkmak, başka bir hayata adım atmaktır. Asla aktörlük yapmak için çıkmam sahneye. Ben orada, o rollerde yaşarım. Ve bu benim hayatımın bir parçası. Eğer derinlemesine bir gözlem yeteneğiniz varsa, bu deneyim insana çok şey öğretiyor. Hayatına olumlu katkısı bulunuyor. Othello kıskançlık, Werther karşılıksız sevgi, Carmen onur üzerine düşünmenizi sağlıyor, onlardan çok şey öğreniyorsunuz. Örneğin kocaman burunlu Cyrano de Bergarac şöyle der: “Öyle çirkinim ki, her konuda takdir edilecek niteliklere sahip bir insan olmak zorundayım…” Çok etkileyici bir replik… Hepimizin büyük ya da küçük kompleksleri var. Bunlarla başa çıkmakta kimi zaman zorlanıyoruz. Cyrano mücadele etmeyi öğretiyor bize. Werther ise tam tersi bir karakter. İntihar ediyor. Gayet aptalca bir kaçış… Tüm bunlardan çıkan ders şu: Daha iyi olmak için kendimizle de mücadele etmek zorundayız. Ayrıca düşmanını sevebilmek, aşk için çaba göstermek üzerinde düşünmeye değer tutumlar…
Operanın renkli dünyasından sıyrılıp, konser salonlarında bu eserleri seslendirmek yorumunuza neler katıyor ya da neleri azaltıyor?
– Birbiri ardına, birbirinden bağımsız aryalar dinlemek dinleyeci için sıkıcı olabilir. Fakat Carmen ve Werther gibi iki büyük eserin önemli aryalarını bir konserin iki yarısında dinlemek sanıyorum çok cazip. Daha önce bir kez bir sopranoyla orkestra eşliğinde tüm Romeo Jülyet’i bu iki rol üzerinden okumuştuk. İzleyici açısından ilginç bir deneyimdi.
(Serhan Yedig / 27 Kasım 2013/ Hürriyet’te özetlenerek yayımlanmıştır)

 

GÜNDÜZ MUHASEBECİ
GECE KABARE ŞARKICISIYDI
Sicilya kökenli bir ailenin çocuğu olarak Paris’in dış semtlerinden birinde doğdu. Dedesinin babası tenor, annesi sopranoydu, her ikisi de New York’ta şöhrete kavuşmuştu. Çocuk yaşta Paris kabarelerinde şarkıcılığa başladı. Bir yandan muhasebecilik yapıyor, diğer yandan özel şan dersleri alıyor, geceleri şarkı söylüyordu. Pavarotti Yarışması’nı kazanması hayatını değiştirdi. 1988’de gezici Glyndebourne Operası’nda La Traviata’yla başlayan opera kariyeri, 1990’da meşhur La Scala, 1992’de Metropolitan ve Covent Garden sahnesine uzandı. Eşinin trajik ölümüyle opera dünyasında oluşan şefkat rüzgarı, Angela Gheorghiu’ya aşık olmasıyla doruğa çıktı. Çift magazin basının ilgi odağı oldu. Hemen ardından şeflerle yaşadığı çatışmalar, Alain Lombard’ı Paris Operası’ndan istifa ettirmesiyle dikkat çekti. 2007’de La Scala’da yuhlanması ve sahneye terk etmesi, Roberto Alagna’yı yine dünya basınının gündemine soktu. Bu yenilgiyi de zafere dönüştürmeyi başardı. 2009’da eşinden ayrılmaya karar veren Alagna, New York’Ta Polonyalı soprano Aleksandra Kurzak’la yaşamaya başladı. Metropolitan Operası’nın demirbaş solistleri arasına katıldı. Bu yıl temmuz ayında Kurzak’ın bebek beklediği haberi yayılınca Gheorghiu boşanma kararını açıkladı. Eşini şiddet uygulamakla suçladı. Fakat bu haberi veren İngiliz gazeteleri, Gheorghiu’nun yeni sahnelenen eseri öncesinde reklam yapmayı denediğini belirtti. 1996’dan bu yana 13 albümü yayımlandı. Son albüm Robertismo, 7 Ekim’de ABD’de piyasaya çıktı.

Linkler

Biyografisi
Facebook hesabı

 

Share.

Leave A Reply

eight − 1 =

error: Content is protected !!