Besteci, orkestra şefi, eğitimci Sabahattin Kalender yetim yurdunda büyüdü, rastlantılar sonucu tanıştığı müzik, dünyasını renklendirdi… Konservatuara girmesinin öyküsü ise sanki bir masaldı. Yıllarını opera ve müziğe verdi; yaratıcılığının yanı sıra yöneticilik de yaptı, eğitimci olarak yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Eserlerinde yerel motifler, renkler öne çıktı. Operalarından ancak ikisini sahnede görebildi: Nasrettin Hoca, 1962’de Ankara, 2002’de İzmir Operası’nca sahnelendi. 2019’da 100’üncü doğum yıldönümü kutlanan besteci, ölümünden dört yıl önce hayatını ve eserlerini anlatmıştı.
Nasrettin Hoca, Karagöz, Deli Dumrul, Cem Sultan. Operalarınızın konusunu tarihimiz ve kültürümüzden seçiyorsunuz. Yerli konular seçmenizin özel bir nedeni var mı?
-Opera deyince İtalya’ya gittiğinizde İtalyan operaları, Almanya’da Alman operaları, Rusya’da Rusların kendi operaları esastır. Önceliği kendi uluslarının eserlerine verirler. Kendi dilleri, kendi hikâyeleri, kendi olayları. Neden Türkiye’nin Türk masallarından, müziklerinden, danslarından oluşan bir opera repertuvarı olmasın? Başka ülkelere, biz Türk operası olarak Türkiye’nin renklerini müziklerini sunalım. Ben İtalya’da, Almanya’da onların operasını söyler ve çalarsam, onların bizden daha üstün olduğunu kabul etmiş olurum, ki böyle bir şey yok. Bizim balımız bizim çiçeklerimizden olur. “Biz sizi taklit ediyoruz, sizin eserlerinizi söylüyoruz” mu diyelim. Bu da bizim eserimiz demeliyiz. Nasıl ki edebiyatta, resimde ya da başka sanat dalında oluyor. Operayı ne kadar bizden yaparsak topluma o kadar sevdiririz. Yalnız bizim eserlerimizi değil, yabancıların eserlerini de. Severek isteyerek, benimseyerek sahnelersek, o kadar sevdiririz. Yalnız yaratıcılık olarak değil, icra olarak da söylüyorum.
60 yıllık opera şefliği tecrübesiyle söylüyorum: Türkçe operaya uygun bir dildir
Ama yıllardır Türkçe’nin operaya uygun bir dil olmadığı ileri sürülür…
-Yok böyle bir şey. Operaya, şarkılara uygunluk açısından İtalyanca birincidir, Türkçe ikinci dildir. Bunu benim eserlerim böyledir diye söylemiyorum, 60 senelik opera orkestrası şefliği tecrübemle söylüyorum. Bazı tercüme edilmiş operalarda bile müzik ile Türkçe uyumu mükemmeldir.
Deli Dumrul’un yaratılış öyküsünü sormak istiyorum: Bu fikir nasıl doğdu, yazım süreci nasıl gelişti?
-Muhsin Ertuğrul beni çok beğenir ve takdir ederdi. Devlet tarafından yapılan yarışmayı kazanıp, 1948’de Paris’te yüksek ihtisas yapmaya gittim ve orada altı yıl kaldım. Daha önceki yıllarda 1940’ların başında Carl Ebert bana bazı oyunlar için müzikler ısmarlamış, gerek o gerekse Muhsin Bey bunları çok beğenmişti. O yıllarda Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan Muhsin Ertuğrul “bana ‘Hamlet’ için sahne müziği bestele” diye Paris’e bir mektup yazdı. Hemen bir besle yaptım, birlikte çalıştığım hocam Arthur Honegger’e gösterdim. Diğer öğrenciler de var; onlara da yazdıklarımı göstererek, “Beyler bizim müzikle yapacağımız yenilik budur. Biz kendimize göre, bizim dizilerimize göre yenilik arıyoruz ama Sabahattin Bey’in müziğinde yeni buluşlar uluslar arasıdır” dedi. Muhsin Bey, müziğimi yönettiği ‘Hamlet’te kullandı. Daha sonra Genel müdürlükken ayrıldı. Ben Türkiye’ye döndükten sonra Muhsin Ertuğrul yeniden Devlet Tiyatrolarına Genel Müdürü oldu. O yıllarda opera, Devlet Tiyatroları’na bağlı. Bana, “Gel, Opera Orkestrasının şefi ol” dedi, ben de kabul ettim. İşte bu günlerde oturup konuşurken bana “Sabahattin senin şu kadar senelik tercuben var, senden bir şey rica edeceğim, bir opera yaz, sana 100 bin lira vereceğim” dedi. O zaman benim orkestra şefi maaşım bin liraydı. “Hangi eseri seçiyorsun” diye sorduğunda, ben “Türk eseri olsun da ne olursa olsun” diye cevap verdim. “Deli Dumrul’u yazar mısın” diye teklif ettiğinde, önce biraz durakladım, daha önce hiç opera bestelememişim. “Yazarım ama ben besteciyim, onun metnini, librettosunu yazamam” dedim. Biraz düşündü, “Suat Taşer’i kabul eder misin?” diye sordu. Taşer yazılarını, şiirlerini okuduğum, çok sevdiğim ve saydığım bir kişiydi, hemen kabul ettim. Suat Taşer 15 gün sonra eseri teslim etti.
Deli Dumrul’u Muhsin Ertuğrul istemişti, emekli olunca opera sahnelenmeden rafa kaldırıldı
Bunlar hangi yıl oluyor. Siz metni aynen kullandınız mı?
-Yıl 1957. Metin tiyatro içindi, müziğe uygun bazı değişiklikler yaptım. Bütün bu işler bir yıl kadar sürdü. 1958 senesinde eserin son sahnelerini yazarken Muhsin Bey, 65 yaş sınırı nedeniyle emekli oldu. Eser de öylece kaldı. Hiç sahnelenmedi. Yayınlanan bütün biyografilerime baktığınızda bu eserimden söz edilir, ama hiç sahnelenmemişim. Bugüne kadar da “Bunu sahnelemek istiyoruz çağırın Sabahattin Kalender’i” diyen olmadı. Ben kimseye gidip, “Benim operamı oynar mısınız,” diye rica etmem. Bir gün Mehmet Ergüven, İzmir Operası’ndan aradı ve ‘Nasrettin Hoca’yı sahnelemek istediğini söyledi. Orada, başarıyla sahneye koydu. İstanbul için de ‘Deli Dumrul’u istedi. Ben de önceki başarıdan cesaret alarak kabul ettim. Böylece bestelenmesinden yaklaşık yarım asır sonra ilk kez sahnelenmiş olacak ‘Deli Dumrul’.
‘Deli Dumrul’ masalında sizin yorumunuz nedir. Bu karakteri nasıl tanımlarsınız?
-‘Deli Dumrul’ insanoğlunun ‘insan’ yanını gösteren bir masal. Yüzlerce yıl eskimemiş olmasının sebebi de bu. İnsana ait istismar edilmemiş, saf ve güzel olan her şeyi bulabiliyorsunuz. Din var, inançlar var ama bunlar düşmanlıklara alet edilmiyor, aşk var ama insanca, pespaye değil. Sevgi var ama en karşılıksızı…
Türk hikâyelerinin yanı sıra Türk müziği motiflerini de kullanıyor musunuz?
-Hem de nasıl. Ancak ’Deli Dumrul’da o kadar yok, bir iki dans var, o kadar. Diğer operalarımda var. Özellikle Nasrettin Hoca’da halk türküsü motiflerini çok kullandım.
Operetle opera sevdirilmez
‘Opera’ nedir, sizce?
-Opera her şeydir, anlayana, dinleyene. Bir kere bütün sanatları bünyesinde topluyor. Bir operayı seyrettiğiniz zaman müziği, tiyatroyu, edebiyatı birlikte görüyorsunuz. Biz tanıtımını, sevdirmeyi beceremiyoruz. Eğitim hayatının başından itibaren tanıtmak gerekiyor. Atatürk’ü örnek alalım. Ne yaptı? İran Şahı geldiğinde onu operaya götürdü. Uluslararası bir sanat ile ağırladı onu. Türk sanatçılarına Türk eseri sahneletti. Atatürk 1934’te İran Şahı’nı çağırdığında “konusu İran-Türk kardeşliğinin büyük bir tarihsel geçmişe dayandığını ifade edecek bir opera yazalım” dedi. Adnan Saygun ‘Özsoy’u, Necil Kazım Akses de ‘Bayönder’ operasını besteledi. Ulvi Cemal Erkin’e de ‘Demirciler’ diye bir opera ısmarlanmıştı, o yetiştiremedi. Bunlar öyle yıllar sürmedi, çok kısa sürede başarıldı. Ben 14, 15 yaşındayım, öğrenciyim, hepsinin notalarını yazdım, öyle para filan da yok. Eserler hazırlandı ama temsil edileceği zaman, o zamanki adıyla Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası yani bugünkü Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası’nın kendi konserleri olduğu için operaların provaları yapılamıyor, sahnelendiğinde de çalamayacak. Atatürk “ne yapabiliriz” dediğinde, çözüm olarak “İstanbul’dan yaylı sazları, Cumhurbaşkanlığı Bandosu’ndan da nefeslileri ve vurgulu sazları alırız böylece bir orkestra kurarız” dediler. Bunların da çoğu Musiki Muallim Mektebi öğrencileriydi. Atatürk bunları öğrenince, “Oradan buradan adam toplamakla olmaz, bir konservatuvar açın, opera sanatçısı, tiyatro sanatçısı, koro ve orkestra sanatçısı yetiştirsin,” dedi. Almanya’dan Paul Hindemith çağrıldı, konservatuar kurduruldu. Hocaları yurt dışından getirildi. Sanıyorum 38 kişi gelmişti. O zamanın Musiki Muallim Mektebi öğrencilerini imtihan eltiler ve yüzde 80’ini eleyerek konservatuarın ilk öğrencilerini seçtiler. Bu hikâyeyi çoğumuz biliyoruz, ama niye anlattım? Bir; Atatürk bu memleketi nereye getirdiğini opera ile ispatlıyor İran Şahı’na. İkincisi; o yokluk yıllarında yurt dışından en iyi kalitede sanatçılar getirilerek sanat alanında yatırım yapılıyor. Bugünle karşılaştırdığınızda nereden nereye gerilediğimizi görüyorsunuz. Bir de şunu eklemek isterim: 1951’de ilk operaları sahnelediğimizde Cari Ebert, perde aralarında fuayeye büyük masalar kurularak, seyirciye ikramlar yapılmasını istemişti, seyirciyi çekmek için. Bir de tavsiyesi vardı; katiyen operet oynatmayın, opereti görüp eğlenenler bir daha operaya gelmezler, diye. Gerçekten operanın kutsallığı apayrıdır. Operet gülmeye eğlenmeye yarayan bir türdür. Çok operet idare ettim, bu benim görevimdi ama operanın yeri ayrı.
Siz yurt dışında da bulundunuz. Biz niçin dışarı açılamıyoruz?
-Öncelikle bürokrasi ve birbirimizi çekemezlik. Daha sonra da kendimizi yeterince tanılamamamız. Hep geçmişimizle övünüyoruz. Önceki Atatürk örneği gibi, “Biz de sizin gibi hatta sizden daha iyi şunları yapıyoruz” diyemiyoruz. Yoksa bizim bestecilerimiz hiç de Batı’dan kötü değil, hele son yıllarda çok da başarılılar. İcracılar da öyle. Ödüller, plaklar da bunun ispatı. Atatürk ve Muhsin Ertuğrul gibi yöneticiler olmalı ki, bu sanata gereken ilgi gösterilsin.
Son soru: Opera ölüyor, diyorlar. Sizce de öyle mi?
-Asla. Dünya durdukça sanat da var olacaktır. Elbette yıllar geçtikçe biçim değiştirecek, yenilenecek, farklılaşacak. Ama hep var olacak. Çünkü insanı insan yapan sanattır. İnsan kendini sanat ile bulur ve tanır.
(Hami Çağdaş / 1 Mayıs 2003 / Gösteri)
Stalin’e Ankara’da konser vermek üzere hazırlandık
Sabahattin Kalender söyleşimiz sırasında zengin dağarcığındaki çok sayıda anısından birkaçını da anlattı. Biri, özellikle o günlerdeki sanat eğitimine bakışı, yönetim anlayışını sergilemesi açısından oldukça ilginçti…
“Atatürk müziği ve Musiki Muallim Mektebi’ni çok severdi. Daha Ankara Devlet Konservatuvarı kurulmamış. Köşkteki çevresi aynı zamanda bize derse gelirdi. Afet İnan tarih, Sabit Şevki Bey, Haşan Rıza Bey medeni bilgiler dersi verirdi. Haftada birkaç kez ya kendisi gelir ya da biz Köşk’e gider koro eserleri söylerdik. 1933’te 10. yıl için Stalin ve Rusya’nın üst düzey yöneticilerinin geleceği, Atatürk’ün programda onlara göre eserler istediği söylendi. Aramızda bir Fatma Hanım vardı, Bulgaristan göçmeni olduğu için çok güzel Rusça bilirdi, o bize yardımcı oldu. Elçilikten, Rus türkülerinin, marşlarının notalarını da aldık. Çalışıp, hepsini öğrendik. Stalin gelmedi ama üst düzey Rus yöneticiler geldi. 40 kişi sahneye dizildik. En yaşlımız 19-20, en gencimiz de 14-15 yaşlarında. Konser sonrası herkes bizi ayakta alkışladı. Atatürk bir konuşma yaptı ve ‘işte, Türk Cumhuriyetini emanet edeceğim gençlik böyledir’ dedi ve ‘Bu çocuklar görevlerini çok güzel yaptılar, Ankara Palas’ta sabaha kadar benim davetlim olarak yesinler, içsinler dans etsinler’ dedi. O zaman Hikmet Bey diye bir bakan vardı, ‘Paşam’ dedi, ‘Kanunları Büyük Millet Meclisi yapar, zat-ı âliniz okur, beğenirseniz, imza edersiniz, biz ancak onları yürürlüğe koyabiliriz. Biz icra vekilleriyiz kanunları çiğneyemeyiz, kanun ‘öğrenci baloya gidemez, öğrenci içki içemez’ der. Evet, onlar görevlerini çok iyi yaptılar, doğrudur, takdire değer, ancak yarın dersleri var, bu yüzden ben onları okullarına göndereceğim uyuyacaklar. Emrinizle,’ dedi. Orada başbakan İnönü de var. Ne Atatürk ne de İnönü müdahale etti, biz de yataklarımıza döndük. O zamanın bürokratları böyle adamlardı. Kural kuraldı, eğitim de eğitim.
Soyadını yetim yurdu müdürü verdi
15 Nisan 1919’da İstanbul’da doğdu. Ailesi Yugoslavya’dan gelmişti. Üç yaşında kimsesiz kaldı ve ailenin aşçısı Hayriye Hanım tarafından Yeniköy’deki Kalender Yetimler Yurdu’na yerleştirildi. Soyadı Kanunu çıkınca da yurt yöneticileri soyadını Kalender olarak yazdırdı. 14 yaşında Kayseri’ye nakledildi. Orada Talas Amerikan Koleji’nde izlediği müzik dersleriyle müzikle tanıştı. Arkadaşlarıyla okuldan kaçıp Ankara’ya gitti ve orada onu sokakta bulan bir bekçinin yardımıyla bir döşemecinin yanında çalışmaya başladı. Onarım için gittikleri Musiki Muallim Mektebi’nde piyanoyu çalmaya başlayınca öğretmenler tarafından keşfedildi ve sınava alındı. Okulda Dimitri Şostakoviç ve Paul Hindemith’in dikkatini çekti ve bu hocaları onun ilk kompozisyonları ile özel olarak ilgilendi. Devlet Konservatuarı’nın bestecilik, piyano ve orkestra yönetimi bölümlerinde okudu. Mezun olunca hemen kontrpuan ve çalgı bilgisi öğretmenliğine atandı. 1948 yılında devlet bursunu kazanarak Fransa’ya gitti ve dört yıl Arthur Honegger, Darius Milhaud gibi besteciler ve C. Much, J. Fournet gibi orkestra şefleriyle çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra Devlet Konservatuarı’na orkestra şefi atandı. Daha sonra Devlet Opera Orkestrası şefi (1955) ve Genel Müzik Direktörü oldu (1962). Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın radyo ve halk konserlerini yönetti. Yurt dışında çeşitli orkestralarda konuk şeflik yaptı. 1974 yılında emekli oldu ve ailesiyle Hollanda’ya yerleşti.
BAŞLICA ESERLERİ
Opera: Deli Dumrul (1958), Nasrettin Hoca (1959), Karagöz (1976), Cem Sultan (1999) Oratoryo: Ateş ve İnanç (Metin: Osman Güngör Feyzioğlu, 1982)
Orkestra eserleri: Intermezzo (1944), Konser Üvertürü (1944), Boncuklar (1966), Cıncıklar (1966), Köy Oyaları (1970), Kurtuluş Savaşı (1984), Saygın Hollandalı (Hollanda kraliçesinin tahta geçişinin yıldönümü nedeniyle ısmarlandı 1990)
Oda müziği ve oda orkestrası: Yaylı Çalgılar Dördülü (1943), 2. Yaylı Çalgılar Dördülü (1944), Oyun Havaları (piyano ve çello, 1984), Kentet (piyano, flüt, yaylı çalgılar, 1984), Kuartet (yaylı çalgılar), Trio (yaylı çalgılar, 1986)
Solo çalgı: Piyano Süiti (1947), Türk Rapsodisi (keman, 1949)
Koro: Çok sesli koro için altı parça (TRT’nin siparişi, 1973), Atatürk’ün doğumunun 100. yılı için marş (1980), Başöğretmen Marşı, Yunus Emre Albümü (çocuklar için), Cumhuriyetin 60. yılı İçin Marş (1980)
Linkler
Sabahattin Kalender ve Deli Dumrul Operası’nda Türk Halk Kültürü (Ahmet utku’nun doktora tezi / PDF)