Vladimir Aşkenazi / Diktatör şefler tarihe karıştı

0

Altı Grammy’li piyanist, yarım asırlık orkestra şefi  uzun yıllardır yazlarını Ege’de, salonuna dev kuyruklu piyano yerleştirdiği yatında, Türkiye ile Yunanistan arasında mekik dokuyarak geçiriyordu. İki toplumu yakından tanıma, sorunlarını dinleme fırsatı bulmuştu. Türk Yunan Gençlik Orkestrası’nın onursal başkanlığı ve şefliği önerilince kabul etti. İngiliz Kraliyet Filarmoni, Berlin Filarmoni gibi orkestraları yöneten, 2009 başında üç yıllığına Sydney Senfoni’nin şefliğini devralmaya hazırlanan Aşkenazi “Ağzınızla kuş tutsanız da orkestralar şeften çabuk sıkılır. Özellikle Amerikan orkestraları. Zaten onlar Tanrı’dan bile sıkılır” diyor. 2008 Temmuzu’nda, 71 yaşındaki Aşkenazi’yle  Ankara’da Türk Yunan Gençlik Orkestrası’yla yaptığı provadan sonra konuştuk.

İlk gün orkestrayla yaptığınız altı saatlik provada çok anlayışlı, iyimser, esprili, neredeyse bir kutu sakinleştirici içmiş gibiydiniz. Genç müzikçilerin hatalarını sabırla, defalarca anlatıp, hiç sert tepki göstermediniz. Genel yaklaşımınız mı, yoksa gençlik orkestralarıyla çalışırken mi böyle iyimsersiniz?
– Neden şaşırdınız, bu her zamanki halim.
Diktatör orkestra şefleri hakkında o kadar çok öykü var ki müzik tarihinde… Biliyorsunuz Georg Solti’nin lakabı “Haykıran Kurukafa”ydı…
– Sanırım çarpıtılmış bir bilgi bu. Solti orkestralara kötü davranmazdı. Bununla birlikte dominant bir kişiliği vardı. Genellikle bağırarak konuşurdu ve sesi çok inceydi. Çok belirgin bir Macar aksanı vardı. Bu yüzden haykırdığı sanılırdı. Gerçekte çok hoş bir insandı, orkestralar onu severdi. Bununla birlikte geçmişte çok sert şefler vardı. Örneğin Fritz Rainer orkestralara karşı çok eleştirel ve otoriterdi. George Szell inanılmayacak kadar kötü davranırdı orkestralara. Şeflerin iktidarı, orkestraların çalışma koşullarıyla ilgili düzenlemeler ve sendikaların devreye girmesiyle ortadan kalktı. Şimdi bir şef orkestraya böyle davransa hemen işten atılır. Ben pek sert bir şef değilim. İnsanlarla ilişkilerim genellikle böyledir. Eğer bir sorun varsa, başkasını suçlamadan önce kendimi suçlarım. Orkestrada bir terslik varsa, belki de bu benim hatamdır; belki müzikçilere yeterince yardım etmemişimdir. Bugüne kadar bir orkestra üyesine sert davrandığımı hiç hatırlamıyorum. Yapamam ki… Enstrüman çalmanın ne kadar zor bir iş olduğunu biliyorum. Ben de hayatım boyunca piyano çaldım. Müthiş bir konsantrasyon, ustalık, profesyonellik gerektiriyor. Bir terslik olduğunda o müzikçi için üzülürüm, orkestrayı durdurup, hata yapanı rahatlatmaya çalışırım. Eğer bir müzikçi partisyona çalışmamışsa, bak sevgili dostum eseri daha iyi öğrenmelisin, yarın çalışıp gel, derim. Kötü davranmam. Belki bir yakını hastadır, evde problemleri vardır. Anlayışla karşılarım. Sadece kendime kötü davranırım…
Geçen yıl hayatınızda yeni bir döneme girdiniz, 70’li yaşlarda gerçekleştirmek istediğiniz en önemli hayaliniz nedir?
– Korkarım ki sizi hayal kırıklığına uğratacağım. Hayatım boyunca müzikte, müzisyenlikte gerçekleştirmek istediğim hayalim olmadı hiç. Çünkü sadece müziği sevdim, o kadar. Hayatımda ilk kez klasik müzik dinlediğimde, büyülenmiştim, hayattaki en mutlu kişi olduğumu düşünmüştüm. Belki Beethoven’in 5’nci senfonisi, Çaykovski’nin Romeo Juliet’i, Rachmaninof ya da Sibelius’tu hatırlamıyorum… Konservatuvarda, sınıf arkadaşlarımdan çok daha hızlı öğreniyor, gelişiyordum… Hayret ettim, mutlu oldum… Piyanistliği meslek olarak seçmeyi, ünlü olmayı hiç düşünmüyordum. İlk yarışmaları kazandığımda yine hayret ettim ve  mutlu oldum…
Hayatta hiç hırslı olmadınız, öyle mi?
– Tek hırsım müzikti… Çünkü çok seviyordum. Çok şanslı ve ayrıcalıklı olduğumu düşünüyordum. Tüm harçlığımı senfonik orkestraların konserlerine harcardım. Richter’i, Gilels’i dinlerdim. Hayatta en mutlu insan olduğumu düşünürdüm. Piyanist olarak başarıya kavuştuğumda çok şaşırdım. Başarı sadece mutluluk getirmiyordu, aynı zamanda lanet gibiydi. Tanrım, şimdi ne yapacağım, dedim. Çünkü verilen öneme layık olmak, daha çok çalışmak gerekiyordu. Çünkü dinleyici hep daha iyi olmanı bekler…
70’li yaşlarda önceliklerinizde bir değişiklik olmayacak mı? Şeflik temponuzu biraz daha düşürüp, düzenlemelere ağırlık vermek, beste yapmayı denemek ya da piyanoda yeni repertuvarlara yönelmek gibi…
– Bestecilik yeteneklerin en büyüğü, bu açıdan pek şanslı değilim.
Mussorski uyarlamanız ilgiyle karşılanmıştı oysa, bu bir başlangıç olabilirdi…
– Eğer orkestrayı iyi tanıyorsanız, düzenlemeyi de yaparsanız. Bu büyük bir başarı değil. “Bir Sergiden Tabloları” Rus renkleriyle yeniden orkestraya uyarladım. Felaket derecede zor, karmaşık bir iş olduğu söylenemez bunun. Ravel bir dehaydı. Ancak eseri Fransız renkleriyle orkestraya uyarlamıştı. Biz Ruslar, Ravel’in dehasına saygı duymakla birlikte bu sonuçtan hiçbir zaman hoşlanmadık. Neden böyle bir şey yaptı ki, diye sorduk… Çok ince bir Fransız eseriydi, ama Rus ruhu ortadan kaybolmuştu. Bu nedenle Rusya’da çok az icra edilen bir eserdir. Özgün ruhuna bağlı kalarak eseri yeniden orkestraya uyarladım. Hepsi bu. Başka bir eserin düzenlemesini yapmayı düşünmüyorum. Herhangi bir planım da yok gelecek için. Zaten hayatta hiç plan yapmadım. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım sadece. Kuşkusuz konserlerimi planlıyorum. Her öneriyi kabul etmiyorum, aşırı çalışmaktan uzak duruyorum, yeni eserleri iyice öğrenmek için zaman planlaması yapıyorum. Hepsi bu.
Horowitz ve diğer büyük piyanistler gibi siz de uzun aralarla belirli eserleri yeniden kaydettiniz. Beethoven’in piyano konçertolarını ikişer kez, Rachmaninof’un 3’üncü konçertosunu dört kez… Yeniden kaydetmek istediğiniz eser kaldı mı?
– Sanıyorum yeterince tekrar yaptım. Başka tekrar yapmayı düşünmüyorum. Geçenlerde Sibelius’un solo piyano eserlerinden oluşan bir CD kaydettim. Aslında altı CD dolduracak kadar eseri var.  Son dönem eserlerini seçtim. Japon firması Octavia’dan yayımlandı.
Bunun dışında solo piyano eserleriyle ilgili üzerinde çalıştığınız başka bir albüm var mı?
– Oğlumla Ravel ve Debussy’nin iki piyano için eserlerini kaydettik. Birkaç ay sonra Decca yayımlayacak. Gelecek yıl Bach’ın partitalarını kaydetmek istiyorum. Üçü repertuvarımdaydı, diğer üçüne çalışmam gerekiyor.
Gayet iddialı bir proje bu.
– Evet, gayet iddialı bir proje…
Beş çocuğunuzun da müzikçi olduğunu duymuştum. Klarnetçi ve piyanist oğullarınızın dışındakilerden pek söz edilmiyor, onlar ne çalıyor?
– Sadece ikisi müzikçi…

Önemli olan baget sallamak
değil, müziği yüreğinde hissetmek

Eğer yanlış bilmiyorsam, gelecek yıl şeflikte 40’ıncı yılınızı kutlayacaksınız…
– Öyle mi? Bilmiyorum…
Biyografiniz öyle söylüyor… 1969’da İzlanda Senfoni’yi yöneterek başlamışsınız. Eğer bir mucize olsa, karşınıza o günkü 32 yaşındaki Vladimir Ashkenazi çıksa, şeflikteki bunca yılın tecrübesiyle ne öğüt verirdiniz?
– (Uzun süre düşünüyor)  Orkestraya yüzünü dön, orkestrayı nasıl kontrol ettiğini gör, öncelikle müziği düşün, müzikal açıdan yapmak istediklerin, şeflik denilen gizemli işin tekniğini geliştirmeni sağlayacak bilgiler senin içinde…
Şeflikte keşfetmek için çok çaba sarf ettiğiniz, zaman kaybettiğiniz ayrıntılar olmadı mı hiç?
– Olmuştur herhalde. Şeflik dersi almadım hiç. Bir şeften teknik yardım da almadım. Gereken tekniği kendim geliştirdim. Belki iyi bir şefin kılavuzluğunda orkestrayı kontrol etme tekniğini daha önce keşfedebilirdim. Belki de hiçbir işe yaramazdı. Çünkü, aslında gereken orkestranın önünde durabilecek güven. Çok iyi ustalardan ders alan şeflere derslerin yararını görüp görmediklerini sorduğumda, ne kadar ders alırsan al, orkestra önüne çıktığında kendi yolunu bulman gerekir, demişlerdi. Şeflik öğretmesi çok zor bir iş. Birçok şeflik yarışmalarının jürilerinde yer alıyorum. Zorunlu bir eser için adaylar orkestra önüne çıkıyor. 10 kez orkestra önünde aynı yapıyor, her birinde farklı sesler çıkıyor. Çünkü önemli olan hareketler değil, kalbinde hissedip hissetmemen.
Şef Wolfgang Czaipek, ülkesi Avusturya’nın orkestralarından bahsederken “Burada şeflik 100 aslanla kafese girmeye benzer, canlı çıkmak marifettir” demişti. En çok genç şefler kurban oluyor galiba…
– Czaipek uydurmuş… İyi müzik yapmak istiyorum. Çoğunlukla başarıyorum. Hepsi bu. Bunun için yaşıyorum. Orkestralar iyi çalarak beni mutlu ediyor. İşte bu kadar… Ama eğer orkestraların bir insan grubu olduğunu unutursanız işler değişir. 100 kişilik bir orkestrada, bir kişiyle iletişim kurmanın psikolojisi başlı başına ilginç bir konudur. Çoğunluklukla iyi müzikçilerdir. Her birinin bir kişiliği, farklı bir yaklaşımı, esere bakışı vardır. Bu grubu yönetmek için bulunan kişi, yani maestro, tüm bu müzikçileri mutlu etmek zorundadır. Orkestralar şefsiz çalamaz. Bununla birlikte orkestra üyeleri “altı üstü değnek sallıyor, ben de sallarım, zor olan enstrüman çalmak” diye düşünür. Bir ya da iki yılda sıkılıverirler şeften. Bir orkestrayı 10 yıl sorunsuz yönetmek neredeyse imkansızdır. Özellikle Amerikan orkestraları, yılın 14-15 haftasında karşılarında duran şeften hemen sıkılır. Zaten onlar Tanrı’dan bile sıkılır… İnsan doğası bu. Bunu gayet iyi biliyorum. Ben de dahi değilim, mükemmel değilim, benden de sıkılacaklar. O güne kadar iyi müzik yapıp mutlu oluyorum.

Kraliyet Filarmoni yöneticileri
kurallara uymadı, istifa ettim

Bu durumda Kraliyet Filarmoni’nin size yaptığı pek sürpriz olmadı… Kızıp istifa etmiştiniz yanlış hatırlamıyorsam.
– Harika bir orkestradır Kraliyet Filarmoni. Şöyle gelişti olay: Konuk şef olarak çalışmaya başlamıştım. Birinci şef Ricardo Mutti’ydi. Ayrılması gündeme geldiğinde, görevi devralırken bir koşul koymuştum. Eğer günün birinde yeni bir müzik yönetmeni alınacaksa önce bana danışmaları gerekiyordu. Sonra duydum ki bana hiç haber vermeden biriyle görüşmeye başlamışlar ve görüştükleri kişi bu göreve uygun bir isim değil. Kurala uymadıkları için istifa ettim. Beni hayal kırıklığına uğratan orkestra değil, yöneticilerdi. Sonra çok rica ettiler ayrılmamam için. Yıllar sonra geri döndüğümde onlar çoktan işten ayrılmıştı.
Avrupa Birliği Gençlik Orkestrası’nın uzun yıllardır sanat yöneticiliğini ve şefliğini yapıyorsunuz. Gençlerle çalışmak sizin gibi saniyesi kıymetli kişiler için ciddi bir zaman kaybı olabilir. Neden gençlik orkestralarıyla çalışıyorsunuz? AB felsefesinin aşkına mı, gençlerden enerji almak için mi?
– Bu iş bana önerildiğinde, iyi fikir olduğunu düşündüm. Çünkü Avrupa felsefesine inanıyorum, Avrupa’nın farklı kimlikleri koruyarak bir araya gelmesi fikrini destekliyorum, çünkü herşeye  rağmen Avrupa ülkeleri arasında ortak yönler bulunduğunu düşünüyorum. Genç orkestra üyeleri bana son derece iyi davranıyor, harikalar. Yılda en az bir tur yapıyoruz. Nisan ve ağustosta konserlere çıkıyoruz. Bazen diğer projelerle meşgul olduğumda biraz azalıyor konserlerimiz. Gençlik orkestrasıyla çalışmak benim için zaman kaybı değil. Çünkü orkestra daha önce yardımcılarım tarafından hazırlanıyor. Ben devraldığımda eseri gayet iyi biliyorlar, son şekli veriyorum yoruma. Bu nedenle zaman kaybetmiyorum. Bu yıl Japonya, Kore ve Çin’e gideceğiz. Orkestra tarihi boyunca Japonya’da sadece bir kez, Leonard Bernstein yönetiminde Hiroşima’da konser vermiş. Bu yıllar sonra ikinci konserimiz olacak.
Bu orkestranın Türkiye’ye yolu düşecek mi?
– 2008 Ağustosu’nda çıkacağımız turnede Türkiye’ye de uğramak isteriz.
Türk Yunan Gençlik Orkestrası’nın temeli geçen yıl Gülsin Onay’la Bilkent’te verdiğiniz konser sırasında atılmıştı. Daha önce Türk sanatçılarla ortak çalışma yapmış mıydınız, Onay’la nasıl kesişti yollarınız?
– Türk sanatçılarla çalışmadım ama İdil Biret’in Sovyetler zamanında Moskova’da verdiği konseri dinlemiştim. Fazıl Say’ın albümlerini dinledim, çok başarılı buldum. Harika. Gülsin Onay’la Avrupa’daki konserlerimde sık sık karşılaşıyorduk. Berlin, Paris’te birçok konserimden sonra kuliste görüştük. Bana albümlerini gönderdi, çok beğendim. Birlikte konser verebilmek için pek fırsat yoktu. Derken fırsat kendiliğinden çıktı. Geçen yıl Rahmaninov’un 3. Piyano  Konçertosu’nu çok güzel çaldı. Bugüne kadar pek çok piyaniste şeflik yaptım: Pollini, Radu Lupu, Martha Argerich, Murray Perahia, Daniel Barrenboim, hatta bir kez Sviatoslav Richter… Onay, harika bir piyanist, şöhreti hak ediyor. Piyanistliğinin yanı sıra kişiliği de çok hoş.
Repertuvar nasıl belirlendi?
– Organizatörler gençleri zorlayacak eserlerden kaçınıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bana ilk önerdikleri sıradan bir repertuvardı. Gençlere tecrübe kazandıracak, müzikal birikimine de bir katkıda bulunmasını istedim. Kolay eserler yerine, biraz daha zor eserler seçtim. Tabii onları çok zorlamayacak eserler bunlar. İgor Stravinski‘nin Ateş Kuşu, hayal gücünü kışkırtan, mitolojik bir öykü. İçinde zor bölümler var, ancak bütünü çok çok zor bir eser değil. Cesar Franc’ın Psyche Süiti, iki ülkenin ortak kültür değerinden, Ege Bölgesi’nin mitolojik öykülerinden besleniyor. İki solistimiz Grieg’in piyano konçertosunu seçti. Vassilis Tabropoulos eseri Ankara ve İstanbul’da, Gülsin Onay ise Atina ve Patras’ta seslendirecek. Ayrıca Türkiye’den Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçe’sini Yunanistan’da, Nikos Skalkotas’ın Yunan Danslarından Seçmeler’i Türkiye’de seslendireceğiz.
Bu projeyi sürdürmek istiyor musunuz?
– Eğer dinleyici ilgi gösterirse, yeterli yankıyı uyandırırsa severek sürdürüm. İki ulusu orkestrada bir araya getirmek tüm sorunları çözmez belki. Ancak politikacıların dikkatini çekecektir. Eğer gençler bir araya gelebiliyorsa, biz de deneyebiliriz, diyebilirler. Hayal kurmuyorum, ama denemekten yanayım.
(Serhan Yedig / 26 Temmuz 2008 / Hürriyet)

Linkler

Vladimir Aşkenazi’nin biyografisi

Vladimir Aşkenazi’nin kişisel web sayfası

Vladimir Aşkenazi’nin Facebook hesabı

Share.

Leave A Reply

13 + 13 =

error: Content is protected !!