Tamburi Cemil’in öğrencisi, besteci ve tanburi Selahattin Pınar’ın hocası Refik Fersan,1951 yılında Cemal Reşit’in geleneksel Türk müziği ile ilgili açıklamalarına tepki göstermişti. Klasik Batı müziğinin önde gelen yorumcularının geleneksel müziğimize ilgi ve saygıyla yaklaştığını belirtip Rey’i kınamıştı. Bu röportajda ayrıca eşi, kemençeci Fahire Fersan, ünlü çellist Gaspar Cassado’dan birlikte çalışma teklifi aldığını, Bach’ın eserlerini klasik kemençe ile seslendirmesinin istendiğini açıklamıştı…
Refik Fersan, Türk musikisine peşrev, semai, şarkı, beste ve âyini şerif nevinden bine yakın eser kazandıran kudretli bir Türk bestekârıdır. Aynı zamanda o, memleketimizin üstad bir tamburisidir. Başta Salahaddin Pınar olmak üzere, tambur sazında en ileri mevkilere ulaşan birçok sanatkârlar bu üstaddan feyiz almışlar ve onun talebeliğini yapmışlardır. Gösterişten ve her türlü alâyişten (gösterişten) hiç hoşlanmıyan bu sanatkâr, bugün, hayatın akışını dudaklarından hemen hiç eksilmiyen zarif bir tebessümle seyrediyor.
Kendisini birkaç gün önce Şişli’deki mütevazi evinde ziyaret ettiğim zaman beni âsil ruhlu bir sanatkâra yaraşır nezaketle karşıladı, ve ilk sözü şu oldu:
– Ben de, kıymetli mecmuanızın okuyucuları arasındayım. Lâkin birkaç hafta önce Bizim Yıldızlar’da okuduğum bir yazı beni çok müteessir etti.
Hangi yazıdır bu efendim?
– Cemal Reşit ile yapılan röportaj… Cemal Reşit orada Türk musikisini küçümseyerek tavsif ediyor (nitelendiriyor). Böyle bir düşüncenin Cemal Reşit’ten südur edeceğini (çıkacağını) hiç ümit etmiyordum. Kendisine karşı hürmet ve sevgim aynen mevcut olmakla beraber düşüncelerini hiç de doğru bulmadığımı beyan etmek zaruretini hissediyorum.
Sorarım size, Itrîlerin, Dedelerin, Zekâi efendilerin, Hacı Arif ve Şevki beylerin ruha hitap eden lirik, şuh ve ölmez eserlerini bir çırpıda nasıl atar ve hakir görebiliriz? O eserlerdeki ilâhi nağmeleri herhangi bir kinse anlamıyabilir. Fakat bunu kötülemek ve fena tavsif etmek doğru mudur? Her milletin kendine has bir lisanı (dili) olduğu gibi, beynelmilel (uluslararası) musikinin yanında da, yine her millete mahsus hâleti ruhiyeyi (ruhsal durumunu) aksettiren (yansıtan) millî bir musiki mevcuttur. Nasıl ki, Türkçe’yi atıp yerine Fransızca’yı koyamazsak, aynı şekilde musikisimizi de bertaraf edemeyiz. Böyle bir şeyi yapmağa kalkışırsak bu misli (eşi, benzeri) görülmemiş bir mânasızlıktan (anlamsızlıktan) başka bir şey olamaz. Türk musikisini köylüden tutun da şehirliye kadar -cahil olsun, münevver (aydın) olsun- bütün millet sevmekte iken biz nasıl olur da bu musikiyi hakir görüp, ortadan kaldırılmasını isteyebiliriz? Bütün milletin zevkini değiştirmeğe cüret etmek, herhalde makul bir hareket olmasa gerek. Modern mimarinin cari (geçerli) olduğu bu devirde, klâsik mimarimizin en muhteşem âbidelerinden (yapıtlarından) biri olan Süleymaniye camiini bugün niçin temelinden yıkıp devirmiyoruz da, bilâkis onu hayranlıkla seyrederek; “İşte” diyoruz, “bu cami, Türk mimar Sinan’ın şaheseridir. Aradan asırlar geçtiği halde bu âbide bütün ihtişamı (görkemi) ile dimdik durmakta ve bütün dünyanın hayranlığını üzerine çekmektedir.” Abidelerimizle daima iftihar ederken, aynı devrin mahsulü (ürünü) olan musiki eserlerimizle niçin iftihar etmiyelim? Görülüyor ki, Türk musikisine yapılan hücumların hemen hepsi de her türlü ilmî esaslardan mahrum bulunmaktadır. Öyle zannediyorum ki, Türk musikisine yapılan hücumlar çok defa bu musikiden hiç anlamıyan kimselerden südur ediyor. Eğer onlar musikimizi bilmiyorlarsa, önce bu musikiyi iyice öğrenip, ondan sonra bu mevzuda konuşmağa başlasınlar. Ve yine eğer bu musikiyi beğenmiyorlarsa, bu musikinin yerine kaim olacak (geçecek) ve bütün halk kitlesinin sevebileceği bir musiki ortaya koysunlar da biz de kendilerini alkışlayalım ve takdir edelim. Şimdiye kadar bunu meydana getiremediklerine göre, mevcudu kötülemeğe de hakları yoktur zannediyorum. Belki ileride bizden de bir musiki dahisi çıkar ve Beethowen, Bach, Wagner gibi, bütün milletin ve bütün dünyanın sevebileceği eserler meydana getirir.
Piyasacılar klasik eserlere dokunmasın
Türk musikisine yapılan bu hücumların sebeplerini, piyasa musikisinin lâübali durumuna atfedemez miyiz?
-İşaret buyurduğunuz husus filhakika doğrudur; ve musikimize yapılan hücumların en esaslı bir âmilini teşkil etmektedir.
Piyasacılar nedense hiçbir usul ve nizama riayet etmek lüzumunu hissetmiyorlar. Onlar madem ki piyasa musikisi ile uğraşıyorlar, bâri dokunmasınlar klâsik eserlerimize… Bu eserlerin hüviyet ve karakterlerini halka yanlış aksettirip durmasınlar. Uğraşsınlar kendi piyasa musikileri ile ve beceremiyecekleri eserleri icraya teşebbüs ederek eserlerin ruhunu ve lâfzını tahrif etmesinler.
Sanatkâr bir an düşündükten sonra:
– Size, dedi, birkaç sene önce cereyan eden bir hâdiseyi de bu vesile ile anlatmak isterim:
Dünyanın en kudretli viyolonselistlerinden biri olan Gaspar Cassado Ankara’ya geldiği zaman bana da uğramıştı. Bir gece kendisine Klhâsik Türk musikisi eserlerinden müteşekkil hususî bir konser verdik. Klâsik eserlerimizi dinlerken Cassado’nun gözlerinin yaşlarla dolduğunu bizzat müşahade ettim. Bu büyük sanatkâr konseri müteakip (konserin ardından), Türk musikisine hayran olduğunu belirterek musikimizdeki melodilerin Garp (Batı) musikisindeki melodilerden de üstün olduğunu söyledi. Ecnebiler dahi Türk musikisine hayran olurlarken, kendi aramızda yaşıyan bazı insanların bu musikiyi hakir görmeleri cidden esef verici bir hâldir.
Bu sırada Refik Fersan’ın eşi bayan Fahire Fersan da yanımıza gelmişti. Kemençe sazında gerçek bir kıymet olarak kabul edilen bayan Fersan da Gaspar Cassado’ya ait olan hatırasını şöyle anlattı:
– Cassado, Türk sazlarından bilhassa kemençeye karşı çok yakın bir alâka göstermiştir. Büyük Alman bestekârlarından Johann Sebastian Bach’ın yaşadığı devirde de kemençeye benzer bir enstrümanın mevcut olduğuna işaret eden Cassado, Bach’ın eserlerinin bilhassa kemençe ile çok güzel çalınabileceğine kani olduğunu belirtmişti. Hattâ beni İtalya’ya dâvet ederek, beraber çalışmamızı ve birlikte konserler vermemizi teklif etti. Ne yazık ki maddi imkânsızlıklar yüzünden buteklife müsbet (olumlu) cevap veremedim. Netice itibariyle şunu söylemek istiyorum ki, Garplı musikisinaslar, Garp’ta olsun, Şark’ta olsun bütün milletlerin musikilerini ve musiki âletlerini tetkik ediyor ve bunlardan da çok istifade ediyorlar; halbuki bizim bazı müzisyenlerimiz ise, kendi musikimizi bile incelemek lüzumunu hessetmemişlerdir.
Tevazu sahibi sanatçıyı kimse tanımıyor
Üstad Refik Fersan, İstanbul Belediyesi konservatuvar idaresinden de şikâyetçidir:
– Konservatuvarda, diyor, esaslı bir surette ıslahat (düzeltme, düzenleme) yapmak lâzımdır. Her şeyden önce klâsik Türk musikisine ait eserlerin notaya alınması meselesi ele alınmalıdır. Zira bir müddet konservatuvarın bastırıp neşrettiği notaların yanlış tarzı, nota kavaidine (kaidelerine) uygun değildir. Bundan başka bu notaların esas orijinallerinin aynı olup olmadığı da şüphelidir. Bugün klâsik eserlerimiz için en güvenebileceğimiz menba (kaynak), Leon Hancıyan’ın koleksiyonudur.
Konservatuvarın asıl gayesine (amacına) uygun bir faaliyette bulunabilmesi için, evvelemirde (öncelikle) bir ilmi heyetin (bilim kurulunun) teşkil edilmesi (oluşturulması) lâzımdır. Memleketin en yüksek musikişinaslarından (müzikseverlerinden) mürekkep olması (oluşması) icap eden (gereken) bu ilmî heyetin yapacağı işler şunlardır:
1) Memleketimizde ve hariç (dış) memleketlerde musikimize ait yazılmış olan eserleri tetkik etmek (incelemek) ve bu eserleri birbirleri ile mukayese etmek suretiyle (karşılaştırarak) en doğru olanını tesbit etmek (belirlemek). Faraza (varsayalım ki) bir bestenin muhtelif (çeşitli) menbaları mevcut ise, bu menbalardan istifade suretiyle (yararlanarak) eserin orijinalini bulmak.
2) Her kim tarafından bestelenmiş olursa olsun, her musiki eseri bu ilmi heyet tarafından tetkik ve tastik edilmedikçe (incelenip onaylanmadıkça) halka arzedilmemelidir (sunulmamalıdır). Zira piyasa bestekârlarının yaptıkları öyle fena ve basit şarkılar var ki, insan bunları dinlemeğe dahi tahammül edemiyor (dayanamıyor). Eğer böyle basit nağmeler halka dinletmekte devam edilirse, musiki zevkimizin çok kısa bir zamanda dejenere olacağına (yozlaşacağına) hassasiyetle işaret etmek isterim. Kötü ve fena şeylere alışanların, iyinin yüceliğini ve güzelliğinianlamaları pek güçtür Bu sebepten her önüne gelenin, bestekârlık hüviyeti altında, âdî ve basit nağmeleri halka, birer musiki eseri diye sunmasının hemen önüne geçmek lâzımdır. Bu işi de yine ilmî heyet yapmalalıdır.
Sanatkâra tekrar soruyorum:
Acaba, büyük halk kitlesi sizi niçin tanımıyor; bunu hiç düşündünüz mü?
– Tevazuu (alçakgönüllülüğü) bir tarafa bırakarak konuşmak zarureti (gereği) hasıl olsa (oluşsa) şöyle diyeceğim: Bu memlekette kırk seneden beri Türk musikisi ile uğraşıyorum ve beni Yunanistan, İsviçre, Macaristan ve Arap memleketleri tanır, fakat kendi anavatanım olan Türkiye tanımaz. Eğer bugün memleketimizde bir kıymet kıtlığı varsa, bunun sebeplerini uzun uzun aramağa lüzum yoktur. Zira reklâm, her şeye hâkim (egemen) olmuş bir vaziyettedir. Hakkında, reklâm .yapılan kimse, bütün halk tarafından tanınırken, tevazu içinde sanatını icra eden bir sanatkârdan ise kimsenin haberi yoktur. Ben şahsen reklâmdan hiç hoşlanmam; bundan dolayı da beni kimse tanımaz. Bir alabalık günde on bin yumurta yumurtlar; fakat kimsenin haberi olmaz. Bir tavuk ise günde ancak bir yumurta yumurtlar; lâkin bütün mahalleyi ayağa kaldırır.
Refik Fersan bir müddet pencereden dışarıypı seyrettikten sonra:
-Emin olun, dedi; bu mevzuları konuşmak bile beni müteessir ediyor.
Genç yetenek Arif Sami Toker’i takdir ediyorum
Bugünkü genç istidatları (yetenekleri) nasıl buluyorsunuz?
– Gençlerin hemen hepsi musiki vadisinde bir şahsiyet sahibi olamıyorlar. Erkekler Münir Nureddin’i, kızlar ise Müzeyyen Senar’ı taklit etme hastalığınden kendilerini kurtaramıyorlar. Müzeyyen Senar Ankara’da iken gayet iyi idi. Oradan ayrılıp İstanbul’a geldikten sonra seneler geçtiktçe değişti ve hakikî sanat yolundan uzaklaştı. Buna rağmen hâlâ klâsik şarkılar okumakta ısrar etmesi bence hatadır. Klâsik uslûp başka meyhane uslûbu ise yine başkadır. Bunları birbirinden ayırmak ya klâsik uslûpta, yahut da meyhane uslûbunda karar kılmak lâzımdır. Bunların ikisi bir arada bulunamaz.
Bugün, Münir (Nureddin Selçuk) hariç, en iyi okuyucu hangisidir biliyor musunuz? (Arif) Sami Toker isimli 23, 24 yaşlarında bulunan bir genç. Bu çocuğun okuyuşlarında hikulâde güzel bir orijinallik var. Bundan başka musiki tekniğini de çoık iyi biliyor. Vaktiyle Veli Kanık beyin ricası üzerine oğlu Orhan Veli’nin (Kanık) bir şiirini bestelemiştim. Güfte, “Ferah bulmadı bir türlü biçare gönül” diye başlıyordu. Bu şarkının senelerce önce Ankara radyosunda bir defa okunmasına müsaade etmiştim (izin vermiştim). Şarkının notası benden başka kimsede yoktu. Aradan seneler geçti. Orhan Veli bundan bir müddet (süre) önce vefat edince, Veli Kanık bey, oğlunun güftesini yazdığı şarkıyı İstanbul radyosunda okutmam için rica etti. Darmadağınık bir halde bulunan koleksiyonumu epeyce karıştırdıktan sonra o şarkının notasını bulabildim. Notanın bir nüshasını (kopyasını) çıkartarak üzerinde çalışması için Sami Toker’e verdim. Ben bu gencin, eseri, hiç değilse on beş, yirmi gün etüt edeceğini (inceleyeceğini) zannediyordum (sanıyordum). Fakat Sami Toker, notayı eline alır almaz, sanki üzerinde on yıl meşketmiş (çalışmış) gibi mükemmelen okudu. İşte bu genç fevkalâde (olağanüstü) istidatlardan biridir. Ondan çok şeyler bekliyebiliriz.
Sanat hayatınızda başınızdan geçen enteresan (ilginç) bir hâdiseyi (olayı) anlatır mısınız?
– Size, dedi, Atatürk ile aramızda geçen bir muhavereyi (konuşmayı) nakledeyim (aktarayım): Bilirsiniz ki Atatürk musikiyi çok severdi. Senelerce önce maiyetinde bulunurken her akşam, Münir Nureddin ile beraber bizi de çağırır ve her gittiği yere bizleri de götürürdü. Bir gün beni yanına çağırarak “Musiki nedir?” diye bir sual (soru) sordu. Bu kadar şumullü (kapsamlı) bir suali cevaplandırmak hakikaten bir mesele idi. Fakat ben vakit geçirmeyerek şu cevabı verdim: “Bir eser okunurken veya çalınırken siz ne hissediyorsanız musiki odur.” Atatürk bu sözlerimi o kadar beğendi ki, heyecanla: “Bravo” dedi, “bu cevabı bana kimse veremedi. Gel evlâdım, seni alnından öpeyim.” Filhakika (gerçekten) öptü de. Doğrusu o ânı bir türlü unutamıyorum.
(Yazarı belirsiz / 13 Ocak 1951 / Bizim Yıldızlar / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Dizgi ve redaksiyon: Ferruh Yazıcı)