Aaron Copland / Çoğu dinleyici müziğin birinci katmanında takılıp kalır

0

20’nci yüzyılın önde gelen Amerikalı bestecilerinden Aaron Copland, daha sonra kitaba dönüştüreceği dinleme üzerine incelemesinde müziğin üç ayrı katmanda dinlenmesi gerektiğini söylüyor.İlhan Usmanbaş’ın Türkçesiyle…

 

Bana öyle geliyor ki müziği anlamayı gereğinden zormuş gibi görüyoruz. Alçakgönüllülükle “seviyorum müziği ama hiç anlamıyorum” diyen kişilerle karşılaşırız çoğun. Romancı, tiyatro yazarı arkadaşlarımsa “romandan, tiyatrodan bir şey anlamıyorum” diyene hiç rastlamadıklarını söylerler.
Bunca alçakgönüllü kişi aslında roman ya da tiyatro konusunda da öyle olsalardı keşke. Haydi, biraz daha kibarca olsun: Müzik konusunda böylesine alçakgönüllü olmasalardı, diyelim, daha iyi olurdu. Müziğe gösterdiğiniz tepkiler bakımından herhangi bir aşağılık duygusu içindeyseniz salık veririm size, atın bu düşünceleri kafanızdan. Çoğun haksızlık ediyorsunuzdur kendinize.

Ses körü değilseniz sorun yok

Hiç değilse, müzikten anlamanın müziğe yatkın olmanın ne olduğunu anlayın da ondan sonra böyle düşünün. Müziğe yatkınlık üzerinde olmadık şeyler ileri sürülür. Bir kişinin müziğe yetenekli olduğu sözde şöyle tanımlanır: “Gidiyor bir şarkılı filme, eve döndüğünde bütün şarkıları piyanoda çıkarıyor…” Evet, bu kişilerin müziğe yatkın oldukları söylenebilirse de bizim aradığımız müzik duyarlılığı bu değil. İyi taklit yapan bir mukallit iyi bir aktör demek değildir. İyi bir müzik belleği de iyi bir müzik duyarlılığının belirtisi olamaz. Müziğe yatkınlık konusunda ileri sürülen başka bir şey de sesleri duyma yeteneği konusudur. La çalındığında bunu tanımak bir bakıma yardımcı bir yetenek olabilir ama müziğe yatkın bir kişi olduğunuzun kanıtı olmaz. Salt bir belirti olmaktan öteye anlam taşımaz.
Ancak akıllıca dinlemeye hazırlanan bir dinleyiciden istenilen en az yatkınlık şu olabilir: Dinlediği ezgiyi tanıyabilmelidir. Ses körlüğü diye bir şey varsa o da bir ezgiyi hiç tanıyamamaktır. Böyle bir kimse karşısında sevgiyle eğilebilirim ama yardımım dokunamaz ona. Bir ezgiyi tanıyabileceğinize inanıyorsanız (o ezgiyi tekrarlayabileceğinize demiyorum, çalındıktan birkaç dakika sonra, arada başka ezgiler çalındıktan sonra, tanıyabileceğinize diyorum) müziği anlamak işten bile değildir sizin için.

Ön koşul ezgiyi algılamak

Bir parçayı, aralarında hiçbir bağ olmayan ayrı ayrı anlar olarak dinlemek yeterli değildir. Dinlemekte olduğunuz her şeyi hemen biraz önce duyduklarınıza, dahası biraz sonra duyacaklarınıza bağlayabilmelisiniz. Başka bir deyimle müzik süre içinde var olan bir sanattır. Bu noktadan alındığında romana benzetebiliriz onu; yalnız romanda olayları akılda tutmak daha kolaydır, çünkü kişilerin başından geçen gerçek şeylerdir bunlar; tazelemek gerektiğinde de başa dönülüp yeniden okunabilir. Müziksel olaylar daha soyutturlar; bu yüzden akılda tutup birleştirmek romandaki gibi kolay olmaz. Bir ezgiyi tanıyabilmek işte bunun için gerekli sayılır. Çünkü müzikte öykünün yerini tutan şey ezgidir; ezgi parçanın konusudur genel olarak. İlk kez duyduğunuzda bir ezgiyi tanıyamıyorsanız, parçanın sonuna dek ezgiyi, bütün değişiklikleri içinde izleyemeyeceksiniz demektir. Eğer böyleyse, müzik dinlemenin ne anlamı olur sizin için, bilmek isterdim. Belki, müzik dinlediğinizin farkında olabilirsiniz ancak o kadar. Ama bir ezgiyi tanıyabilirseniz, parçanın neresinde olduğunuzu bilebilirsiniz, nereye gidildiğini de pekâla kestirebilirsiniz. İşte bu söylediklerim müziği anlamanın baş koşullarından biridir.

Öykü uydurandan uzak durun

Bir görüşe göre de dinleyicinin biraz bir şey çalmış olması gereklidir, denir. Bu görüşü tutanlara göre piyanoda tek parmakla bir şarkı çalabilmek sekiz, on kitap okumaktan daha yararlıdır; bu yolla müziğin sırlarına daha kolaylıkla varılabilir. Evet, biraz piyano tıngırdatmanın, dahası oldukça iyi çalmanın hiçbir zararı olmaz doğal ki. Ama müzik anlayışınızı geliştireceğine pek öyle güvenim yok doğrusu. Koca koca eserleri deviren, ama yine de müzikten pek bir şey anlamayan nice piyano çalanları düşünüyor da insan… İşi kolaylaştırmak isteyen, müziği kolayca yutturabilmek için bazı öykülere başvuran, ünlü eserlerin ezgilerine saçma sapan takıştırmalar uyduranlara gelince… Bunların buldukları çözüm yolu konuşulmaya bile değmez bence…
Her besteci bilir ki müziği anlamanın öyle kestirme yolları yoktur. Yapılacak en namuslu iş, müziğin kendisi nedir, bunu anlatmak, nasıllarını, niçinlerini güzelce açıklamaktır. Gerisi dinleyiciye kalır artık.

Katmanlara dikkat edin

Herkes kendi yeteneklerine göre dinler. Ama konuyu doğru dürüst inceleyebilmek için dinleme eylemini parçalara bölmemiz gerekiyor. Böylece dinleme denen şey aydınlığa çıkarılmış olacak. Üç ayrı katmanda dinleme vardır. Terimlerin yetersizliğini de gözönüne alarak, bu katmanları şöyle adlandıralım: 1) duyusal, 2) anlatımsal, 3) salt müzikal katman. Bu ayırma biraz kuramsal olmakla birlikte bize yararı dokunacaktır.
Dinlemenin en çabasız yolu kendini seslere kaptırmaktır. Duyusal katman budur. Hiçbir şey düşünmeden, dinlediklerimizi hiçbir şeye bağlamadan dinlemektir. Usumuzun katılmadığı, seslerin çekiciliğine kendimizi bıraktığımız katmandır.
Şu sırada odanızdasınız diyelim; bir de piyanonuz var. Birden, tuşlardan birine basılıyor ve bir ses tınlıyor ortalıkta. Bu tek ses odanızın havasını birdenbire değiştirecek bir güç taşır; çünkü ses denen şey öylesine güçlü ve gizli bir etkendir. Bunu tanımamazlık edemeyiz.
İşin garip tarafı, kendilerini müziksever diye bilenlerden çoğu dinlemenin hep bu katında dolaşır durur. Konserlere giderler, kendilerini ses akımına kaptırmak için. Müziği bir kaçış yolu, bir unutma diye alırlar. Günlük hayatın gerçeklerinden uzakta, düşte kurdukları bir dünyaya dalarlar. Bu arada dinledikleri müziğinde düşünürler mi? Hayır. Müzik alır götürür onları, ona kulak bile vermeden, kopup giderler başka bir dünyaya.
Evet müziğin salt ses yönü, zorlu, ilkel bir güçtür ama bütün benliğimizi avucunun içine almasına meydan vermemeliyiz. Duyusal katman çok önemlidir; ne var ki bütün iş onunla bitmiyor.

Kulağı en çok okşayan
en büyük besteci değildir

Bu duyusal katman üzerinde daha çok durmaya gerek var mı bilmem? Her insan üzerinde seslerin belirli bir etkisi vardır. Ama, bir de bestecilerin kendilerine özgü ses renklerine daha bir açık olmak var. Çünkü, hiçbiri ses öğesini aynı renkte kullanmaz. Bu demek değildir ki kulağımızı daha çok okşayan besteci daha büyük bestecidir. Öyle olsaydı, Ravel Beethoven’den daha önemli bir yaratıcı diye bilinirdi. Hayır. Sorun şu ki bestecinin musikisinden çıkan renk, bestecinin deyişinden ayrı bir şey değildir; dinlerken bu noktayı hesaba katmamız gerek. Daha şimdiden görüyoruz ki ilk kattaki dinlemede bile bilinçli olmanın başka bir değeri var.
Müzik dinlemenin ikinci katmanını “anlatımsal” diye adlandırdım. Çok çatışmalı bir konudur bu. Besteciler müziğin anlatımsal tarafı üzerinde tartışmaya girmekten kaçınır. Stravinski bir zamanlar şöyle dememiş miydi: “Müzik kendine göre bir canı olan, kendi varlığından öte hiçbir anlam taşımayan bir ‘nen’dir bir ‘şey’dir” diye? Stravinski’nin bu uzlaşma tanımaz tutumu,bir sürü kimsenin bazı eserlere olmayacak anlamlar vermek istemelerinden gelmiş olmalı. Bir eserin ne demek istediğini tam olarak kestirebilmek, üstelik bunu herkese kabul ettirebilmek öylesine olmayacak bir şeydir. Gene de müziğin “anlamlı” bir yönü olduğunu bütün bütüne tanımamak başka bir yanlışa düşmek olur.

Açıklama çabası müziği zedeler

Bir eserin anlattığı bir şey vardır, benim inancım bu. Kimi eserde daha çok kimi eserde daha azdır ama her eserin notaları ardında gizli bir anlam vardır, bu anlam, o eserin demek istediği şeydir.
Şu sorularla bir çözüme varabiliriz:
– Müziğin bir anlamı var mıdır?
– Ben diyorum ki “Evet.”
– Peki, bu anlam nedir, açıklayabilir misiniz?
– İşte buna “Hayır, açıklayamam.” diyorum.
İşin bütün güçlüğü burada.
İçlerine kurt düşmemiş müzikseverler bu sorulardan ikincisine verdiğim cevaptan hoşlanmayacaktır. Bu gibi kimseler müziğin ille de bir anlamı olmasını ister; bu anlam ne kerte kesin, elle tutulur gibiyse müzik de öylesine değerlenir gözlerinde. Dinledikleri şey ne denli fırtınayı, treni, cenaze törenini ve bunlar gibi gündelik bazı olayları akıllarına getiriyorsa o müzik o derece anlam taşıyor demektir. Müziğin böyle bir anlam taşıdığı düşüncesine karşı savaş açılmalı bence. Oysa, açıklama yapanlar bu yanlış anlayışı diriltmeye, beslemeye bile çalışır boyuna. Sıkılgan bir hanım gelmişti bir gün bana; müziği belirli birtakım şeylere bir türlü bağlayamadığı için anlayışında büyük bir eksiklik duyduğundan yakınmıştı. Bu da tam tersi bir davranış.
Sorun yine ortada kaldı. İyi bir müziksever dinlediği eserlere ne çeşit anlamlar vermeli? Herhalde geniş, genel kavramlar ötesinde bir takım anlamlar değil. Müzik kimi zaman durgunluk, kimi zaman taşkınlık anlamı taşır; tatlı ya da öfkeli, üzüntülü ya da sevinçli olabilir. Bütün bu duygulan üstelik sayısız renkleriyle, en ince değişiklikleriyle verir; kavram olarak tam karşılığını bile bulamayacağımız anlamlar taşıyabilir. Bu yüzden müzikçiler müziğin notaların ötesinde bir anlamı olmadığını ileri sürer. Daha da ileri gidip salt müzikal anlamın dışında hiçbir anlamı bulunmadığını savunur. Aslında, demek istedikleri şey, müziğin taşıdığı anlamı verebilecek kavramların olmadığı, olsa da bunu aramanın gerekmediğidir.

Eseri beğendikçe tanımlamak zorlaşır

Sanatçılar böyle düşüne dursun, müzikseverler tepkilerini canlandıracak kesin kavramlar peşinde koşar. Bu yüzden Çaykovski’yi daha kolay “anladıklarını” sanırlar. Çünkü Çaykovski’nin bir eserine, Beethoven’inkinden daha kolayca herhangi bir anlam yapıştırabilir. Üstelik, Çaykovski’nin herhangi bir eserini her dinleyişinizde hep aynı şeyleri söylediğini görürsünüz de Beethoven’in eserlerinde aynı şeyi gö-remezsiniz. Bunun nedenini meslekten bir müzikçi Beethoven’in daha büyük besteci oluşunda görecektir. Her seferinde aynı şeyi diyen bir müzik zamanla tatsızlaşır; her dinleyişte ufak ayrıntılarla anlam değiştiren bir müzik ise daha kalıcı, yaşayan bir müziktir.
Bach’ın “Eşit Düzenli Klavye”nin 48 fügünün temalarını ard arda dinleyin. Göreceksiniz ki her tema başka bir duyuşun yankısıdır. Bir şey daha göreceksiniz: bir tema size ne oranda güzel geliyorsa bu güzelliği anlatacak, tanımlayacak kelime bulmakta o oranda güçlük çekeceksiniz. “Neşeli bir tema” ya da “hüzünlü bir tema” diyeceksiniz, o kadar. Başka bir deyimle, temanızı belirli bir duygu çerçevesine belki sokabileceksiniz, ama biraz daha yakından inceleyin bakalım; hüzünlü havasının bütün niteliğini tanımlamaya çalışın: kötümser bir hüzünlülük mü, boyun eğmiş bir hüzünlülük mü, gözüyaşlı bir hüzünlülük mü, gülümseyen bir hüzünlülük mü temanın verdiği?
Diyelim ki temanızın niteliğini 5-10 kelimeyle, yetmedi, 5-10 sayfayla anlatmak mutluluğuna erdiniz. İyi ama herkes sizin gördüklerinize “evet” diyecek mi? Üstelik, demeleri de gerekli değil; çünkü herkesin kendine göre bir yorumu olacaktır. Tanımlamaya çalıştığınız şey bir tema değil de büyük bir eserse, her dinleyişinizde aynı şeyleri bulacağınızı da ummayın.
Ayrıca, ne temalar ne de büyük eserler tek duyguyu yansıtır. Beethoven’in 9. Senfoni’sinin birinci temasını alın, örneğin. Değişik öğelerden yapılma bir temadır bu. Öyleyse tek anlam içine sokulamaz. Ama bütün ayrıntıları yanında her dinleyende bir güçlülük etkisi bırakır; forte çalındığı için değil; içinde gizlidir bu güçlülük etkisi. Ama bu güçlülük etkisini alıp da “hayatımızı yoğuran alınyazısı” gibi bir lâf ettiniz mi işler sarpa sarar. Böyle bir yoruma içerleyen meslekten müzikçi notaların ötesinde hiçbir şey görmediğini söyler; zavallı müziksever ise kendini müziğin anlamına yaklaştırdığını sandığı bir açıklamadan medet umar.
Müziğin bir anlatımsal tarafı olduğunu ama bunun sözlerle açıklanamayacağını
öne sürerken ne demek istediğimi belirttiğimi sanıyorum.

Pek çok dinleyici üçüncü
katmanın farkına bile varamamıştır

Gelelim üçüncü katmana. Burada yalnız müziğin kendisi vardır. Salt seslerin rengiyle bu renkten çıkan bir çeşit anlamın dışında, müzik yalnız notalar ve notaların ele alınışı yönünden de yaşar. Pek çok dinleyici bu üçüncü katmanın bilincine pek varamamıştır. İşte, bu metnin amacı müziğin bu katını daha bilinçli duruma getirmek olacak.
Şu da var ki bazı meslekten müzikseverler yalnız notaları bilir. Çoğu arpejler ve gamlar içinde öylesine bunalmışlardır ki çaldıkları müziğin daha derinlerdeki anlamını kaçırırlar. Ama böyle bir tehlike, istediği kadar nota yönünden gömüye çalışsın, bir müziksever için konu edilemez.
Sokaktaki adam bütün çabasına karşın eninde sonunda yalnız ezginin farkına varacaktır birazcık. Duyduğu ezgi kendini çekiyor mu, çekmiyor mu, salt bununla ilgilenir o. Parçanın ritmi aklı çelen bir ritimse ikinci olarak o gelir. Çok, çok özel bir dikkat gösterilmedikçe ne armoni ne ses rengi ve ortamının bilincine varacaktır. Bunlar farkına varılmayan öğelerdir. Parçanın bir biçemi olabileceği düşüncesi ise hiç aklına gelmemiştir çoğun.
Müziğin salt müzikal katının daha çok farkına varmak hepimiz için önemli bir şey. Ne de olsa kullanılan gereç seslerdir. İyi bir dinleyici bu gerecin daha çok bilincine varmalı, ele almışını daha yakından izleyebilmeli. Her şeyden de çok, bestecinin düşünce yolunu gözden kaçırmamak için müzikal biçimlerin ilkelerini tanımalı. İşte bütün bunları bir arada dinlemek salt müzik katında dinlemek olur.
Şurasını bir kez daha söyleyeyim, konumuzda bir çeşit açıklığa varabilmek için dinleme eylemini böyle katmanlara ayırdık. Yoksa, hiçbir zaman ne yalnız bir katmanda ne iki katmanda dinleriz; bunlan birleştiririz. Hem de aşın bir kafa patlatmayla değil içgüdümüzle yaparız bunu.
Bir benzetme bu içgüdüsel birleştirme eylemini daha da açıklayacaktır sanırım. Tiyatroya gittiğimizi düşünelim. Oyuncuları, dekoru, giysileri, sesleri, gelip gitmeleri görüyoruz, duyuyoruz. “Ne hoş bir yer şu tiyatro” diyoruz. İşte bu tepki, birinci, duyusal katmandaki tepkidir.
Anlatımsal katmandaki tepki, sahnede olan bitenlerin farkına varmakla olacaktır. Acıyacaksınız, coşacaksınız, neşeleneceksiniz. İşte, sahnede konuşulanların ötesindeki bu genel duygu, sahnede olan bitenlerden doğma “şey”, müzikteki anlatımsal niteliğin benzeridir.
Konu ve gelişmesi salt müzikal katmandır. Oyun yazan, tıpkı bestecinin bir temayı geliştirdiği gibi, bir “kişiyi” ele alır ve onu geliştirir. Her iki türde kullanılan gereçlerin ele alınışını bilerek izlediğiniz oranda iyi bir dinleyici olacaksınız demektir.
Tiyatro seyircisi bu üç katmanın ayrı ayrı bilincine varmış değildir; hepsinin toptan farkındadır. Müzik dinlemek de öyle. Nasıl birleştirdiğimizi düşünmeden bütün katmanlarda birden dinleriz.
En iyi dinleyici bir bakıma, eserin hem içindedir hem dışında. Hem tadını çıkarır hem yargılar; şöyle gelişeceğini düşünürken böyle yol aldığını görür. Tıpkı eserini bestelediği sırada bestecinin yaptığı gibi.. Çünkü, yazabilmesi için, besteci hem içinde hem dışında olmalıdır eserinin; hem onun sürüklediği yola gitmeli hem de serinkanlılıkla, dizginleri elde tutmalıdır. Yaratırken olduğu gibi dinlerken de hem öznel hem nesnel olmasını bilmek gerek.
Demek, dinleyicinin erişmek isteyeceği nokta daha “yapıcı” bir dinleme olacaktır. İster Mozart dinleyin ister Duke Ellington, daha uyanık bir dinleyici olmak zorundasınız. Dinleyen birisi değil yalnız, ne dinlediğini bilerek dinleyen birisi.
(Aaron Copland / Modern Music dergisinden aktaran Opus, tercüme: İlhan Usmanbaş / Eylül-Ekim 1963)

Linkler

Biyografisi

Copland House

 

Share.

Leave A Reply

15 + 3 =

error: Content is protected !!