1990’ların başında, klasik müzik birikimini Azeri ezgileri ve cazla harmanladığı albümleriyle gündeme gelmişti. Müziği kadar fiziğinin de avantajını kullanan Aziza Mustafa Zadeh solo kayıtlarla şöhreti yakaladı. Sonra Al Di Meola, John Patitucci, Stanley Clarke gibi ustalarla ilgi çeken albümler kaydetti. İlk kez 1995’te kulak paralayan bir telefon hattından, Azerbaycan’daki evine ulaşıp hayat öyküsünü dinlemiştik. Ardından defalarca Türkiye’ye geldi. Aralık 2002’de solo albümü Shamans yayımlanıp, konser vermeye geleceğini öğrenince turnedeki piyanisti Zürih’te yakalamıştık. Üçüncü röportajımızda, doğa üstü sezgilerini, beklediği beyaz atlı prensi anlatmıştı.
1995’teki röportajımızda “İnsan deniz kıyısındaki taşa benzer. Zaman dalgalar gibi çarptıkça, her yıl yeni form kazanır. Zamanla mükemmelleşir. Hayat çok kısa, bir an önce olgunlaşmak istiyorum” demiştiniz. Aradan yedi yıl geçti. Kişilik, piyanoyla ilişkiniz, doğaçlama ve bestecilik açısından neler değişti?
– Ağaçlar bile yıldan yıla değişir, dalları çoğalır, yaprakları artar, kökleri derine gider. Şüphesiz ben de değişiyorum. Hala hayatın çok kısa olduğu kanısındayım. Şimdi çok daha güçlü olduğumu hissediyorum. İnsanları seviyorum, iletişimim eskisi kadar iyi. Sanatçı açık olmalı, ben de açığım. Piyanoyla ilişkim açısından bir şey söylemek zor. Aramızda hep derin bir sevgi bağı oldu. Ruhumdaki tüm kıpırtıları hisseden centilmen dostumdur o; insan gibidir. Egzersize çok zaman ayırmam. Önemli olan esin kanallarının açık olması. Sanat bir yana esin hayat için gerekli. Son beş yılda en önemli olay konserlerde yeni dinleyici kitleleriyle tanışmaktı. Emprovizasyonu hayatın parçası olarak görüyorum. Hayat caz, caz hayat demek. Bestecilik açısından değişen fazla bir şey yok. Yine çoğunlukla rüyalarımda beste yapıyorum. İnsanlar, güneşin pırıltısı ya da fırtınadan da esinlendiğim oluyor. Esin tıpkı yağmur ya da fırtına gibi bir anda çıkıp gelir. Bestelerle ilgili çok fazla analiz yapmak istemiyorum. Her şey doğal bir süreç içinde akıp gidiyor. Aksi takdirde ortaya hesap, kitap çıkabilir. Bu sanatın düşmanıdır.
Ben dostlarımı yemem!
30 yaş hayatınıza önemli bir değişiklik getirdi mi?
– Aslında kendimi 20’lerde hissediyorum. (gülüyor) Yaşadığımız her gün başlıbaşına bir mutluluk nedeni. Ve her yeni gün hayat tecrübemize katkı. Biraz daha bilgi sahibi oluyor, bu bilgiyle daha öğrenecek çok şeyimiz olduğunu görüyoruz.
Bazıları yaş dönümlerinde önemli kararlar alır. Mesela sigarayı bırakır, vejetaryan olur, tövbe eder ve bir daha münasebetsiz aşklar yaşamayacağım, diyebilir ya da her şeyi silip yeniden başlar hayata…
– Ben zaten vejetaryendim. Et yemek, dostlarımı yemek gibi bir şey benim için. Dostlarımı yemem. (Gülüyor) Sanıyorum hayata bakışım, ilkelerim pek değişmedi. İnanç, bağlılık, saygı… Bu kavramlar eskiden olduğu gibi hayatımı biçimlendiriyor. Çevremdekilerin hayatı da beni ilgilendiriyor. Mesela çok sigara içen bazı arkadaşlarımı ikna yoluyla bu alışkanlıklarından vazgeçirmeyi başardım. Birilerinin hayatına olumlu katkıda bulunmak çok sevindirici.
1996-97’de yılda 100’ün üzerinde konser veriyordunuz. Hala bu tempoda mı çalışıyorsunuz?
– İnanın bu soruya cevap veremeyeceğim, konserlerimi hiç saymam. Menajerim ayarlar, gider çalarım. Ama sanıyorum geçmiş yıllara oranla biraz daha az. Her konser müthiş enerji gerektiriyor. Bu nedenle sayısını azalttım. Biliyor musunuz bazen az çalışmak ve hayatın tadını çıkarmak çok güzel bir şey…
1998’deki Jazziza’dan sonra albümünüz yayımlanmadı. Oysa o tarihe kadar iki yılda bir CD kaydetmiştiniz. Neden dört yıl ara verdiniz, bu sürede neler yaptınız?
– Hayat çok hızlı geçiyor. Doğrusu hiç farkında değilim. Küçük bir ara vermek iyi geldi. Hayatın tadını çıkardım. Epeyce yeni beste yaptım. Bu arada resme ağırlık verdim. Doğaya çıkıp fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, hayvanlar…
Doğaötesi güçlerine güveniyor
Sony size büyük yatırım yapmıştı. Ayrılıp Decca’ya geçmenizin özel bir nedeni var mı?
– Hayat değişiyor. Çocuklar büyüyor, evlerinden ayrılıyor ve kendi yollarını çiziyorlar.(Gülüyor) Eski firmamla hala iyi bir ilişkim var. Değişiklik bazen güzel şey. Decca, klasik müziğe ağırlık veren bir şirket… Sonucu birlikte göreceğiz.
Shamans, Decca’dan çıkan ilk albümünüz sanıyorum. Kaç albümlük anlaşma yaptınız?
– (Gülüyor) Evet bu ilk CD. Bu konuyu geçelim isterseniz…
Pekiyi, konuyu değiştirelim. İki ayrı dinin yaşandığı bir evde büyüdünüz. Şamanizmle ilgilenmeniz seçim yapmak yerine kendi dinsel tercihinizi oluşturma çabası mı? Yoksa doğaya tutku derecesindeki bağlılığınızın sonucu mu?
– Evet. Bana sorarsanız tüm dinler aynı. Çünkü sevgiyi ifade ediyorlar. Doğaya, toprağa sevgiyi. Her din aynı sevgiyi farklı yorumlamış, farklı isimler vermiş. Sonuçta bir yüce varlığa, tanrıya inanılıyor. 12 peygamber var, gezegenlerin sayısı 12, müzikteki yarım tonlar 12 adet…
Hiç Şaman’la karşılaştınız mı, ritüellerine katıldınız mı?
– Uzun yıllar önce bir Şaman’la tanışmıştım. Hayat denilen yolculukta hep problemlerle karşılaşacağımı ama sonuçta her şeyin iyiye varacağını söylemişti. İki hafta sonra Thelonious Monk yarışmasına kabul edildim. Yollar kapalıydı, vize alamamıştık. Müthiş maceralı bir yolculuktan sonra son dakikada ABD’ye ulaştım, yarışmayı kazandım ve hayatım değişti.
Bunu size Şaman’ın söylemesine gerek yok aslında. Rüyalarınızda gelecekle ilgili birçok şeyi gördüğünüz rivayet ediliyor.
– Babamın ve annemin ailesinde geleceği görebilen, gizemli yeteneklere sahip kişiler var; ben de onlara benzemişim. Gürcü olan büyük teyzemin doğal ilaçlar yaptığı, doğumda ters gelen çocuğu duayla düzelttiği anlatılır. Mesela, babamın son konser turnesine çıkacağı gün kötü bir şeyler olacağını sezmiştim. Gitmemesi için yalvardım. Hatta o gün banyodaki büyük ayna düşüp kırılmıştı. Turne sırasında da telefonla konuştuğumuzda konserleri bırakıp dönmesini istedim. Kalp krizi geçirip öldükten sonra, 40’ı çıkana kadar her akşam rüyama girdi. Okula gelip beni alıyordu. Babamı kaybetmek hayatımın en büyük şokuydu. Bu sayede bir çocuğa fazla gelecek kadar çok şey yaşadım, öğrendim. Amcamla ilgili benzer bir anım var…
Ne oldu?
– İçimden geldi, adını Seven Truth albümüne yazdım. Meğer o günlerde ölmüş. Kısa süre önce yaşadığı kentten kalkıp, Bakü’ye beni görmeye gelmişti. Öldükten sonra düşündüm. Son karşılaşmamızda, gözlerinde tuhaf bir ifade vardı. Aynı ifadeyi ölümünden kısa süre önce babamın gözlerinde de görmüştüm. Artık, aramızdan ayrılmak üzere olanların gözlerindeki o ifadeyi ayırt edebiliyorum. Geçenlerde Ana Kraliçe Kraliçe Elizabeth ile rüyama girdi. Çok severdim onu. Beni öptü, bir patikadan harika bir bahçeye doğru yürüyüp gitti. İki gün sonra öldüğünü öğrendim.
Fazlasıyla ürkütücü bir sezgi, sizi korkutmuyor mu?
– Hayır, korkutucu değil. Kimseye zararı yok, pozitif yönleri de var. Büyük teyzem gibi insanlara yardım etmek de mümkün.
Şamanizm geleneklerini incelediniz mi?
– Her gün bu gelenekleri öğrenmeye çalışıyorum. Günün herhangi bir saatinde, içimden geldiğinde meditasyon yapıyorum. Şaman değilim. (Gülüyor) Etrafımdaki her şeyi önemsiyorum, anlamaya çalışıyorum. İç dünyamı keşfetme çabasındayım, çevremdekilere bu konuda yol göstermeye, yardım etmeye çalışıyorum.
İlk albümleriniz soloydu. Sonra Al Di Meola, John Patitucci, Dave Weckl gibi ustalarla çaldınız, düo bir albüm kaydettiniz. Bu kadar yıl sonra neden soloya geri döndünüz, özgürlüğünüzü mü özlüyorsunuz?
– Bilmiyorum. (Gülüyor) Allah bilir… Tuhaf ama, dinleyicilerim solo albümleri daha çok sevdiklerini söylüyor. Belki müziğimdeki özgürlük duygusunu seviyorlar, kristal kadar berrak duyabilmek hoşlarına gidiyor. Benim için solo ya da grup farketmez.
Son CD’ye adını veren Shamans adlı parçada neredeyse vecd halinde, sadece Ağustosböcekleri ve perküsyonla scat yapıyorsunuz. Doğadan herhangi bir ses seçmek yerine Ağustosböceklerini seçmenizin özel bir nedeni var mı; kayıt emprovizasyonla mı çıktı?
– Melodi belli, gerisi emprovize. Her konserde farklı bir şekle bürünüyor. Kayıt da emprovizasyondan oluşuyor. Ağustosböceklerinin sesine bayılıyorum. Abbey Road Stüdyosu’nda kayda girmeden gerçek Ağustos böceği sesi bulmak için çok uğraştım, sonunda bulduk.
Aşık Veysel beni anlamıştır
Azerbaycan’dan mı getirttiniz?.. Şaka bir yana, konserlerde efekt kullanmadan aynı etkiyi elde edebiliyor musunuz? Bu parçanın öyküsünü anlatabilir misiniz?
– Hayır, Azerbaycan’dan değiller. (Gülüyor) Konserlerde sorun çıkmıyor, efekt olmadan da aynı etkiyi yakalayabiliyorum. Bu parçanın ne zaman ortaya çıktığını söyleyemeyeceğim. Yaklaşık iki yıl önce bir konserde hiç beklenmedik anda melodi ortaya çıktı. Sahneden inince annem “Çok güzel bir şeydi bu, nereden çıktı; sanki başka bir dünyaya gitmiştin” dedi. Sonraki konserlerde adım adım gelişti. Üçüncü konserde Shamans adını koydum. Dinleyiciler bu parçaya hep diğerlerinden farklı tepki gösterdi.
Yeni CD’de Türkiye’ye geçmişteki beş albümünüzdekinden çok daha fazla gönderme yapmışsınız. İlk albümünüzde olsa şaşırmazdım, fakat dünyanın dört bir yanında tanındıktan ve ufkunuz çok genişledikten sonra müziğinizde Türk kültürüne bu kadar yer ayırmanız dikkat çekici.
– Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği’ni çok seviyorum. Bu kadar sevip albümümde yer vermemek olmazdı. Aslında dünyanın tüm halk müziklerini seviyorum. Çünkü saf ve doğallar. İspanyol ve Hint müziğini de çok seviyorum. Bir ömür bu kadar zenginliği keşfetmek için yeterli değil…
Albümünüz Zeki Müren’in ruhunu şad edecektir mutlaka. Bir parçayı ona ithaf etmişsiniz. Öte yandan, korkarım Aşık Veysel’in de kemikleri sızlayacak. “Uzun İnce Bir Yoldayım”ın bestecisi yerine “geleneksel” yazılmış çünkü…
– İnanılmaz bir şey… Albümü kaydetmeden birkaç ay önce bu türküyü keşfettim. Çok hoşuma gitti. Plak firmasından Aşık Veysel’in adının doğru yazılışını bulmalarını rica ettim. Ben yayıncı değilim, sadece müzikçiyim. Internette ezginin geleneksel olduğunu görmüş, albüme öyle yazmışlar. Ama Aşık Veysel’in ruhunun şad olacağına eminim, benim ne yapmak istediğimi anlamış olmalı.
Prens önce dağı aşmalı
Aşık Veysel’in diğer ezgilerini biliyor musunuz?
– Hayır. Ama belki ezgilerini duymuşumdur, ona ait olduğunu bilmiyorumdur. Azerbaycan’da böyle birçok türkü söylenir, bestecileri bilinmez.
Türkiye’ye geldiğinizde size Aşık Veysel’in sesinden bir CD armağan edelim, karışıklık çözülsün.
– (Keserek) Lütfen, lütfen… Çok sevinirim.
Zeki Müren’e ilginiz nereden kaynaklanıyor?
– Babam çok severdi. Zeki Müren Türkiye’nin ruhudur, derdi. Birçok şarkısını biliyorum. TV’de izledim. Hatta Altın Mikrofon yarışmasındaki o talihsiz olayı da TV’den gördüm. Büyük bir şarkıcıydı.
Albümde iki klasik besteciye göndermeler yapmışsınız. Chopin’in Portresi’nden başlayalım. Tek bağlantı albüm notlarında belirttiğiniz babanız gibi 39 yaşında ölmesi mi, yoksa Chopin müziğinin Mustafa Zadeh ailesine duyarlılık açısından bir yakınlığı var mı?
– Chopin babam ve benim için önemli bir besteciydi. Hep söylerim babam hayatımda önemli bir insan. Çok önemli bir müzikçiydi. Bilmiyorum size anlatmış mıydım daha önce? New York’ta Dizzy Gillespie’yle tanışmıştım. Azerbaycanlı olduğumu öğrenince “Yani Vagif’ın ülkesinden” dedi. Çok şaşırdım ve nereden tanıdığını sordum. “Nasıl bilmem ki, o dahi bir müzikçi. Gelecek yüzyılın müzikçisi” dedi. Billy O’Connor’ın programında dinlemiş ve aklında tutmuş.
Bach müziğiyle herhalde konservatuvarda tanıştınız. Azerbaycan International’a Bach’ın eserlerine çalışırken bir ortak noktanızı keşfettiğinizi söylemişsiniz: Yalnızlık.
– Babam Bach’ın gerçek bir cazcı olduğunu söylerdi. Onun gibi klasiğin dışına uzanan besteci bulmak çok zor. Bach ve Mozart birer emprovizasyon dahisiydi. Bach’ın eserlerinde birçok müzikçide görebileceğiniz yalnızlık duygusu var. Çünkü müzikçiler dünyayı birçok insandan çok daha derinlemesine kavrar. Bu algılama biçiminin çok az insanda bulunması yalnızlık nedenidir. Ben de bazen bu hissi yaşıyorum.
“Melankolik Prenses” adlı bestenin notlarında “beyaz atlı prensi” bekleyen birinden söz ediliyor. Sözü edilen kişi ortak tanıdığımız birileri olmalı…
– (Kahkahalar) Belki, belki…
Bari şu atın üzerindeki şahsın portresini de çizelim; farkında değilse ortaya çıksın…
– Oh, bu soruyu Allah’a sorun lütfen. İnsanın düşündükleri her zaman gerçekleşmiyor hayatta. Farklı bir insan olmalı, benim beklediğim kişilik olmalı… Böyle de mutlu olduğumu söylemem gerekiyor: Konserler, beni seven binlerce dinleyici, ortak duyguları paylaşan binlerce insan… Zamanı gelince prens de gelecek; her şey zamanını bekler… Gelince Allah onu bana gösterecek…
Laf aramızda, hayatınızın merkezinde yüce bir dağ gibi babanızın kişiliği dururken, beyaz atlı prensin bu engeli aşıp size ulaşabileceğini düşünüyor musunuz? Prens dayansa, atı dayanmaz o dağı aşmaya…
– (Gülüyor) Evet, hiç kolay değil… Bunu biliyorum. Zor bir konu. Şu ana kadar karşıma çıkanlar arasında yanımda sağlam duracak, varlığıyla beni destekleyecek biri olmadı. Beni destekleyecek birine ihtiyacım var. Evet dünya değişiyor, ama ben hala kendimi gerçek bir hanımefendi olarak görüyorum. Gerçek hanımefendilerin, onları destekleyecek gerçek beylere ihtiyacı vardır…
Size geçenlerde okuduğum bir uzman görüşünü aktarıp bu konuyu kapayacağım. “Aşkınızı koltuk değneği yapmayın, kaybedersiniz” diyordu. Hem belki sizi bu kadar üretken yapan yalnızlık ve hüzündür. Aşkla birlikte esin perisi uçuverir.
– Uzmanın söylediği doğru, en iyisi hiçbir şey beklememek. Hayatımda annem, müzik, dinleyicilerim var. Doğru kişiyi bulduğumda sorun çıkmayacağına eminim. Yanlış kişiye rastlamak da bir tecrübe. İnsan hayatta her şeyden bir şeyler öğreniyor. Böyle durumlarda uygarca ayrılmayı, kendi yolunda yürümeyi başarmak gerekiyor.
1998’de İstanbul’da bir grup Türk müzikçiyle buluşmuş, ortak çalışma yapmak için bazı isimler saptamıştınız. Ne oldu, ortaya hiçbir şey çıkmadı?
– Sony ile hazırlanan bir projeydi bu. Ayrılınca öyle kaldı. Günün birinde bu projeyi yeniden ele alır mıyım bilmiyorum. Allah bilir…
İstanbul’da vereceğiniz konserinin repertuarından bahsedebilir miyiz son olarak?
– Bu sorunun cevabını konserde vereceğim. (Gülüyor)
Söylediğinizi aynen yazacağım…
– (Kahkahalar) Yazın, çaldıklarımı konserde duyacaksınız…
Dinleyicilerinize konserden önce bir mesajınız var mı?
– Hep söylediğim şeyi tekrarlayacağım: Birbirinizi sevin. Hayatın gerçek anlamı bu, sevgi…
MUGAM ÜLKESİNİN HÜZÜNLÜ BÜLBÜLÜ Aziza 32 yaşında. Azerbaycan’ın Bill Evans’ı olarak bilinen Vagıf Mustafa Zadeh’in kızı. Annesi ise konservatuvar eğitimli bir şancı. 3 yaşında babasıyla piyano çalışmaya başladı. 5 yaşında Bulbul Müzik Okulu’na kabul edildi. Başını, sonunu ezberlediği klasiklerin ortasını doğaçlama çalarak caza adım attı. 8 yaşında babasıyla Tiflis Caz Festivali’nde konser verdi. Uzeyir Hacıbey Konservatuvarı’nda okurken konser turnelerine başladı. 1988’de ABD’de, Thelonious Monk yarışmasında caz standartlarının yanısıra “Bayati Şiraz”ı çalması hayatını değiştirdi, ilk üçe girdi. 1990’da annesiyle Almanya’ya yerleşti. 1991’de Columbia’nın yayımladığı ilk solo albümden sonra Sony’ye transfer oldu. Birbiri ardına CD’leri yayımlanmaya başladı. Dans of Fire albümünde Al Di Meola, Bill Evans, Stanley Clarke, Omer Hakim gibi ustalarla çaldı. Müzik kadar resim, fotoğraf ve mistisizmle de ilgili. Konserlerde en korktuğu şey “kötü göz değmesi.” Bu nedenle annesini yanından ayırmıyor, nazar boncuksuz sokağa çıkmıyor.
(Serhan Yedig / Aralık 2002 / İş Müzik)