Adnan Saygun / Beni ne kadar ezseler de kompozisyondan vazgeçmedim

0

1976’da yönetmen Halit Refiğ, çok sevdiği, derin saygı duyduğu Adnan Saygun hakkında bir belgesel çekmek istemişti. Prodüksiyonu MSÜ Sinema TV Enstitüsü üstlenecekti. Proje hazırlığına başlamadan Halit Refiğ, müzikolog Gülper Refiğ ve Sinema TV Enstitüsü öğretim üyesi Ersu Pekin’le birlikte besteciyi evinde birkaç kez ziyaret etti. Uzun söyleşiler yaptı. Soruları ağırlıklı olarak kendisi sordu. Sohbet atmosferinde, belirli program izlenmeden yapılan bu konuşmaları Ersu Pekin teybe kaydetti. Daha sonra okulun arşivine teslim etti. 17 Mart 1976’daki söyleşinin önemli bölümünü ise deşifre edip, yazılı olarak sakladı. Film projesi gerçekleşmedi. İşte yeni ortaya çıkan bu metinden seçmeler…

 

Bu memlekette hâlâ nasıl kompozisyon
yaptığımıza, ölmediğimize hayret ediyorum

Fotoğraf: Ozan Sağdıç

1951’de, yurtdışında yayımlanan ilk eserim İnci’nin Kitabı adlı küçük piyano parçalarıydı. Amerikalı yayımcım Amerikan Müzik Öğretmenleri Birliği’ne göndermiş bu eseri. Birlik her yıl yayımlanan eserleri değerlendirip, içlerinden dokuzunu  okullara, öğretmenlere tavsiye etmeye layık bulmuş. Eserimin tavsiye edildiğini New York’tan gelen mektuptan öğrendim. Aradan bir süre geçtikten sonra bir üniversite öğretim üyesinin mektubu geldi. Talebelerinin eseri çok sevdiğini, beni tanımak istediklerini, fakat hakkımda yeterli bilgi bulamadıklarını yazıyordu. Ben de istediği bilgiyi gönderdim. Bir süre sonra bir mektup daha geldi aynı kişiden. Anlatımınızdan Hıristan olduğunuz izlenimizi edindik, gerçekten Hıristiyan mısınız, diye soruyor. Çünkü Müslüman’ın böyle bir şey yapamayacağına inanıyor. İşte bunlar işin acı tarafları. Türkiye’deki bütün kültür alanları için aynı şey söz konusu.

Diğer memleketler sanatlarını tanıtmak için çaba gösteriyor. Bizde devlet, özel sektör, vakıflar ilgisiz.

Vaktiyle Şostakoviç’i kimse bilmezdi. Fakat çok kısa zamanda büyük kompozitör olarak ortaya çıktı. Neden? Çünkü devlet destekledi. Dışarıda da Rus olduğu için desteklendi.

Bir gün dostum olan marif vekiliyle konuşuyorduk. Sanatı, sanatçıyı desteklemiyorsunuz, himaye etmiyorsunuz, dedim. Şu cevabı verdi: “Bana baksana Adnan, ben hoca isterim, hoca. Sen ister kompozisyon yap, ister yapma, beni alakadar etmez.” Bunu söyleyen hakikaten kültürlü bildiğimiz, gerçekten de öyle olan bir kültür vekiliydi.

Bu memlekette nasıl olup da kompozisyon yaptığımıza, nasıl olup da ölmediğimize hayret ediyorum. Tüm sanatçılarımız için geçerli bu. Kimse benden bir şey beklemiyor. Yetmişime geliyorum ve hala aynı enerjiyle yazmaya, bu memleketin, toprağın sanatını bulup çıkarmaya, dile getirmeye, bu memleketin barbar olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Bu benim için nefes almak gibi doğal bir uğraş. Başka türlü yaşayamayacağıma inanıyorum. Ne kadar ezseler de…

Nitekim bu memleket beni büyük sıkıntılara soktu, sefil bıraktı. Ona rağmen devam ediyorum. Hiçbir zaman yolumdan sapmadım. Şunu yapıp para kazanayım, demedim. Ekmek peyniri bulduysam, buldum. Onu da yemediğim zamanlar oldu, ne yapacağımı bilemediğim zamanlar oldu. Fakat bunlar yoluma devam etmemi sağladı, teşekkür ederim.

Genç yorumcuları biz bulduk, çıkardık
şimdi eserlerimizi çalmıyorlar

İdil Biret’i, Suna Kan’ı biz bulduk, çıkardık, yetiştirdik. Annelerini, babalarını da düşündük, paralarını verip yurtdışında aileleriyle yaşamalarını sağladık. Dönüp geldiklerinde hiçbir şey beklemeksizin bir yerden maaş bağlatıp, mümkün olduğu kadar iyi şartlarda yaşamalarını sağladık. Devlet yurtdışında konser vermelerini sağladı. Buna rağmen programlarına Türk eseri koymazlar. Nedeni yanlış bir bir düşünce: Yurtdışında virtüözitelerini kanıtlamak için Brahms, Beethoven konçertoları çalmaları gerektiğini, ancak bu sayede ulaştıkları yüksek seviyeyi ispatlayacaklarını düşünüyorlar. Dünya Sergisi’nde iki konser vermiştik. İdil o zaman 16-17 yaşındaydı. Orkestrayı ben idare ediyordum, konçertom ilk kez orada çalındı. Bizim gazeteler “Bu konçerto değil ki, piyano ve orkestra için yazılmış, vah, vah, yazık oldu İdil’e kendini gösteremedi, sen bunu çalmamalıydın” diye yazdı. İdil’e ve ailesine endişe geldi. İlk önemli adımını kötü attığını düşündüler. Oysa Belçika’nın en önemli müzik eleştirmenlerinden Stieman, eseri bir kenara bırakıp İdil hakkında çok güzel şeyler yazmıştı. Buna rağmen, bugün İdil dahil hiçbir solistimiz Türk eserlerini programa almaz.

Ama Suna Kan, çalar. Benim keman, piyano ve yalnız keman için yazılmış, yurtdışında çalınmış, buradaki müzisyenlerin alakadar olmadığı eserlerimi yurtdışına gittiğinde çalar. İdil benden eser istedi, ona ithaf etmemi arzu etti. Aksak Tartılar Üzerine Prelüdler’i yazdım, hatta ona ithaf ettim. Birkaç kez çaldı sadece. Fransız, Alman, Çekoslovak solistler repertuvarlarında mutlaka kendi bestecilerine yer verir. Hatta devletleri bu koşulla maddi destek verir. Bizde İdil ikinci plağını yapıyor, Dışişleri plak alma güvencesiyle destek veriyor, plakta Rahmaninof çalıyor…

Dede Efendi değişimin
gerekliliğini hissetmişti

Dede Efendi değişimin gerekliliğini hissetmiş bir müzikçidir. Klasik Türk Müziği ve Halk Müziği’nde vals gibi, üç ölçülük şeyler yoktur. Çünkü Türk ruhunda böyle bir şey yoktur. Fakat Dede Efendi bu gerekliliği sezmiştir, musikisine bu öğe girmiştir. Aslında Itri’nin o çok büyük eseri, rast makamındaki Na’at’a kadar gider bu ihtiyaç. Bu eser sanki Bach tarafından orgla çalınmak için yazılmıştır. Bach tarafından düşünülmüş gibidir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde daima kiliselerde karşılaştığı rehavi makamından bahseder. Rehavi makamı dediği majördür. Rast makamının bizde bulunması Türkiye’nin Avrupa’yla teması neticesindedir. Bunu kimse kabul etmeyebilir, ama benim görüşümdür. Bu temaslarda bazı unsurları biz onlara vermişiz, bazı şeyler de bizim musikimize gelmiştir.

Türk Müziği ve Halk Müziği’ne
eserlerimde nasıl yaklaştım?

Ben ilk kez Divertimento’da halk müziği ögelerini kullandım. 10-12 dakikalık bir eserdir, hem sonat anlayışı hem senfoninin birinci bölümü anlayışı içinde, hem de varyasyon düşüncesiyle yazılmış yeni bir arayış gibidir. O zamanlar neden eserlerimin Batılı bestecilerin kullandığı tonlarda olmadığını düşünüyordum. Halk müziğine karşı içimde bir sevgi, alaka vardı. Daha şuurlu bir yolda bu konuda çalıştım. Türk Beşleri olarak anılan diğer arkadaşlar da bu noktaya yöneldi. Bizim ortak noktamız buydu. Ben halk müziğini incelemeye başladım. Köylülerin arasındaydım. Şuna inanıyordum: Türkü derlemekle veya türküleri kompozisyon içine koymakla hiçbir şey çıkmaz. Bu bir mahalli renkten, bir yamadan ibaret kalır. Ben eğer kendimi tahlil etmek, kendimi anlamak istiyorsam, atalarımdan kalan birikimi, bu cemiyeti içimde hissetmesem, bu cemiyetin içinde olamazsam, bu cemiyetin insanı olarak bir ürün ortaya koyamam. Ravel gibi çeyrek ölçülük bir temayı alıp etrafına eser örmeyi de istemiyordum. Bu bilinç oluştuktan sonra Anadolu’yu dolaşmaya başladım. Sadece hakiki halk müziğini incelemedim. Köyü, Anadolu’yu içime sindirdim. Bir yandan da geleneksel Türk müziğiyle alakadar oldum. Çocukluğumda mandolinle başlamıştım müziğe. Sonra kız kardeşim ut dersleri almaya başladı. Onun udunu çaldığım görülünce ben de ut derslerine başladım. O zamanlar iyi ut çalardım. Böylece makamları, usulleri öğrendim. Ben tekke devrini de yaşadım, ilahileri de biliyordum. Bu musikinin de içine girmiştim. Bu müziği günümüze taşımaya çalıştım. Bunu yaparken makamların kendi kurallarını gözetmek yerine, eserlerimde renk olarak kullandım.

Türk Beşleri zorlama bir kavramdı

Türk Beşleri deyimini yakın dostumuz Halil Bedii Yönetken icat etmişti. Siz de Rus Beşleri gibi Türk Beşleri’siniz derdi. Bunu tekrarladıkça terim yaygınlaştı. Gerçekte biz Rus Beşleri’ne benzemiyorduk. Farkımız şuradaydı: Onların memleketlerindeki musiki Batı’dakine pek benzemiyordu ve onlarda Batı Müziği’ne giriş gibi bir hava vardı. Ayrıca Mussorski, Korsakov’a göre bambaşka düşünen bir besteciydi. Borodin de farklı bir besteciydi. Fakat bir reaksiyon olarak ortaya çıkmışlar, kendi benliklerinin şuuruna varmak için halk müziğine veya kilise müziğine eğilme gereği duymuşlardı. Bizde böyle birleştirici bir unsur yoktu. Bizim en yaşlımız Cemal Reşit Rey’di. Farklı bir tavrı, yaklaşımı vardı. Batı’da yetişmişti, hocası İspanyol’du. Bu nedenle İspanyol halk müziğine eğilimliydi. Burada halk türkülerinin Almanca’sını öğrenmeyi tercih etmişti. Hatta türküleri de Halil’den dinlemişti. Türkiye’ye döndüğünde diploması geçerli kabul edilmedi.

Yunus Emre, en çok etkilendiğim Türk

Beni en çok etkileyen Türk, Yunus Emre’ydi. İlahilerini ilk kez çocukluğumda sokağımızdan ilahiler okuyarak geçen, para toplayan dervişlerden duymuştum. Eski taş baskı Yunus Divanı buldu. Durmadan onu okudum. Hatta kendime göre, duyduğum ilahilere benzer şekilde okurdum. Yunus’la birlikte o dönemde Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit’in eserlerini de okurdum. Romanlara meraklıydım. Fransızcam yettikçe Anatole France, Victor Hugo, Emile Zola okurdum. Pascal’dan Marcel Proust’tan etkilenmiştim. Bununla birlikte o devirde dinle alakam vardı. Dini eserler de okurdum. Kur’an öğrenmeye çalıştım. İncil’i okudum, onun da üzerimde tesiri olmuştur. O yıllarda İzmir’de orkestra yoktu. Enstrümanların görünümünü, ses kapasitesini ansiklopediden biliyordum. Flüt, klarnet gibi enstrümanları da bandoda görüyordum.

Manevi hocam Schubert

Elime geçen ilk plak Schubert’in Bitmemiş Senfonisi’ydi. Defalarca, günlerce çaldım. Sonra ben de bir senfoni yazmak istedim. Enstrüman yapısı o günkü bilgim kapsamındaydı. Schubert değil, Beethoven’in 5’inci Senfoni’sini çağrıştıran bir şeyler vardır bu bestede. Sonra Schubert’in liedlerini almış ve dinlemiştim. Yunus Emre ve pek çok eserimde manevi hocam oldu Schubert. Çünkü o her lied’de bir problemi ele almış, eserde onun istediği atmosferi oluşturmuş. Örnek olarak Ölüm ve Gençkız’ı düşünebilirsiniz. Fransa’ya gittiğimde piyanoyu bırakıp orga geçtim. Kompozisyon yaptım. Devamlı olarak resim sergilerine gittim. Mümkün olduğu kadar çok okudum. Örneğin Andre Gide’in üzerimde büyük etkisi olmuştu. Paris’teki yıllarımda en yakın dostum Burhan Toprak, Kemal Yetkin’di.

Nazım ve Sabahattin Ali yakın dostumdu

Düşüncelerimiz farklı olsa da Sabahattin Ali yakın dostumdu. Yazılarını, dostluğunu, her şeyini severdim. Nazım’ın eserlerini de çok severdim. Şiir üslubu, cesareti, edebiyata yeni bir hava getirmiş olmasını takdir ederdim. Sonra dost olduk. En sonunda Moskova’da karşılaşmıştık. Birkaç ay sonra da öldü. Yahya Kemal de iyi bir şairdir fakat bana hitap etmezdi. Ahmet Hamdi de aynı şekilde; fakat iyi dostumdu. Kemal Tahir’in bazı eserlerini okudum. Yaşar Kemal’i gençliğinden, daha İstanbul’a ilk geldiği yıllardan beri tanırım. Fakat sonra ilgi alanım farklılaştı. Mesela Muharrem Ayini üzerine çok çalıştım. Hatta bir kitap yazmak için hazırlandım. 40 sayfalık bilimsel bir tebliğ hazırlayıp, yurtdışındaki bir toplantıda sundum. İdris üzerine çalıştım. Musevilik sonrası dinlerin bağlarını araştırdım.

(Redaksiyon: Serhan Yedig / Ekim 2011 / Andante)

Share.

Leave A Reply

twenty + 15 =

error: Content is protected !!