Fikret Kızılok / Şarkıcı köşe yazarından ileridir, yaşadığını an be an aktarabilir

0

İyi sanatçı zaman zaman toplumla, zaman zaman topluma karşı olabilmelidir, diyordu 2001 Eylülü’nde aramızdan ayrılan Fikret Kızılok. Aslında bir diş doktoruydu, 1960’ların sonunda birden bire şöhrete kavuşmuş, ardı ardına dokuz altın plak aldıktan sonra kendini ve müziğini sorgulamaya başlamıştı. Uzun süre müziğe ara verdi. 1980’lerde eleştirel, alaycı bir üslupla döndü. Yine çok etkileyici sevda şarkıları yazdı. Bu arada İstanbul Suadiye’deki muayenehanesinin zemin katını Çekirdek Sanatevi’ne dönüştürdü, deneysel müziğe kapılarını açtı. 1986 Eylülü’nde Stüdyo İmge dergisinin veda sayısı için Mario Levi ve Orhan Kahyaoğlu’yla yaptığı uzun söyleşide Kızılok müziğe bakışını ayrıntıyla anlatıyor, güncel müziğe eleştiler yöneltiyor, müzikçilere öneriler sunuyor. “Sanatta yeni bir senteze varılacaksa, bu mutlaka Anadolu kaynaklı olacaktır” diyor.

M.LEVl: Bülent Ortaçgil sizi çok kolay beste yapan bir kişi olarak anlatıyor. Ancak buna karşın uzunca bir süre deyim yerindeyse ortalıkla görünmemeyi yeğlediniz. Bu bir tavır alma mıydı? Zorunlulukların sonucu muydu, yoksa bilinçli bir seçim miydi?
– Sorunuz çok derin. Bir ömrün ifadesi. Açıklamaya çalışayım. Ben müziğe yalnızca müzik olarak bakmıyorum. Bir mesajdır diye de bakmıyorum. Müziğin bir psikanalizi yapılması gerektiğine inanıyorum. Meşhur olmak, tanınmış olmak bir müzisyeni durduruyor. Çünkü meşhur olmak, o günkü toplum normlarına hizmet ediyor olmak demek. Bunu anlayan kişi orada durur. Yolunu değiştirir. Bu yol değişiminin ardından birçok kişi onun yok olduğuna karar verir. Oysa yok olmaz. O kendi içinde varlığını sürdürür. Plak da öyledir. Ben tanındığım vakit 23-24 yaşlarındaydım. Belki bilinçli sayılabilecek bir düzeyim vardı o jenerasyona göre; Ama yaptığım işin bilincinde miydim, değil miydim, şimdi onu cevaplayamıyorum. Çünkü duygusal bazı kalkış noktaları vardı. Galatasaray Lisesi’nde okuduk. Demokrat, köklü bir liseydi. Biz romantik, ütopik bir solcu olarak yetiştik. Sonra hayatın gerçekleriyle karşılaştık. Toplumların öyle kolay kolay değişmeyeceğini anladık. Benim tanınmama neden olan da bu görüşlerdi. O zaman bazı insanların bu fikre hizmet ettiğini bilmeyerek bu işi yaptıklarını sezdim. Mesela gittim Aşık Veysel’le tanıştım. Âşık Veysel o zamanın Türkiye’sinde “sağda” kabul edilen, “toprağa bağlı” kabul edilen bir kişiydi. Oysa “yeter gayri yumma gözün kör gibi” şiirinde tanrıya bir serzenişte bulunuyordu. Biraz daha deşince, bunun aslında topluma yönelik bir kırgınlık olduğunu sezdim. Daha çok arkadaş olunca, onun, sol değil belki ama, tam bir gerçekçi olduğunu gördüm. Onları o dönemdeki kapasiteme ve müzik bilgime göre, tavrıma göre değerlendirmeye çalıştım. Ve toplum beklenmedik bir anda bunu aldı. Ama müzikal olarak değil bir slogan gibi aldı Sloganın öne geçtiği her olaydaki gibi bu olay da kendi kendini bitirdi. Ama bu arada ilk kez saz kullanılmaya başlandı. O güne dek elde taşınması aydınlar arasında ayıp addedilen saz gündeme geldi ve bugün eğer sazla bazı şeyler iletilebiliyorsa aydınlar arasında (Ruhi Su’dan söz etmiyorum. O ayrı bir ekol.) o dönemin ürünü. Ben ardı ardına dokuz plak yapıp da dokuzunun birden altın plak aldığını görünce, aynada kendi kendime yalan söylediğimi fark ettim. Dedim ki, “toplum her verdiğini aynen alıyorsa ya sende bir duraklama var ya da toplumda bir eksiklik var.” Bunun bende olmadığını hissedip, topluma uymamağa karar verdim. Ve bambaşka bir dala geçtim. Bugün sizlerin de tanıdığı John Cage, İlhan Mimaroğlu, Luciano Berio gibi müzisyenlerin doğru yolda olduğunu hissedip o dönemde, bir plak ürettim. “Not Defterimden” adlı bu plak Varşova Müzik

Esin Afşar, Aşık Veysel Şatıroğlu ve Fikret Kızılok

Akademisi ödülünü kazandı. Bunun gururuyla Ankara’ya gidip, plağın yayınlanıp, yayınlanamayacağını öğrenmek istedim. “Kesinlikle yayınlanamaz, bu müzik mi, nedir” dediler. Orada bir kopuş başladı. Topluma yabancı kaldığımı hissettim. O yol devam etmedi değil; ama ben şarkıcıyım. Daha sonra onu hissetmeğe başladım. Şarkıcılığın tanımını kendime göre yapdım. Şarkıcının bir şeyi söylerken, gözünün içine bakıldığında nasıl bir insan olduğunun okunması gerektiğine inandım. Kişilik olarak şarkıcının belirmesine taraftarım. Sözgelimi Nazım Hikmet bir şiir yazmış, bir fikir üretmiş. Bunu besteleseniz ne olur, bestelemeseniz ne olur? Yüz kişi de besteler onu. Bu başkasının fikrine bir şeyler katabilmek olarak gözükmüyor.

Şiir bestelemeye karşıyım

M.LEVl: Sözünüzü keseceğim ama, bir şiirin bestelenmesi olayına da karşı olduğunuz anlamı mı çıkıyor buradan?
– Karşıyım. Şöyle ki, o zaman bir tek şair besteleyin. Bir ikinci şaire geçtiğiniz zaman iki kişilik bir insan oluyorsunuz. Eğer bir slogan hareketiyse bu, kolay çıkış yollarından biridir. Bugün yapılıyor.
M.LEVl: Başarılı örnekler de yok değil. Belki de ne ölçüde başarılı olduğu tartışılabilir. Batı dünyasında benim bildiğim mesela, bir Leo Ferre olayı var. Baudelaire’i bence çok iyi bir yorumla müzikledi. Gerçi şiirleri müzikleştirmediği çalışmaları daha başarılıdır ama, sizi düşündürmedi mi?
– Hayır, düşündürmez. Çünkü Baudelaire, Baudelaire’dir. Onu iyi anlıyor olmak, Beethoven’in Beşinci Senfoni’sini çok iyi yönetmek gibi bir olay. Çünkü Baudelaire ana fikirdir, bir dünya görüşü vardır. Bu asırlar sonra yine yaşanabilir ve şans eseri bu bir müzisyen olabilir. Ve Baudelaire gerçekten onun elinde çok güzel bir reprodüksiyon haline gelecektir. Ama Baudelaire her şeyiyle Baudelaire’dir. Neden böyle düşünüyorum? Konuşuyoruz; eğer sizin beyninizin içinde yeterli bilgi ve kültür olmasa, konuşma biçimimiz böyle mi olur? Üç yüz kelimelik dağarcığı olan bir yamyam da konuşuyor. Ama onun konuşmasını incelediğinizde, onun psikanalitik yapısını gayet iyi sezinlersiniz. Bunu şarkıcıda da görmek lazım. Şarkıcı bir fikri kendinde taşımıyorsa, kendi net dünya görüşü yoksa, yazmıyorsa, şarkıcı değildir. Bir şarkıcı sahneye çıkıp, icra edecektir, söyleyecektir ve düşünecektir, yazacaktır, besteleyecektir. Bu bir bütündür, bunu bozamazsınız. Çocuk bankasından çocuk geni alır gibi bir olay olamaz bu.
O.KÂHYAOĞLU: Sözünüzü az önce net bir dünya görüşü çerçevesinde değerlendirmenin gerekliliğine bağladınız. Net bir dünya görüşü deyince herhalde bir ide ya da bir merkez fikri kastetmiyorsunuz…
– Hayır, asla. Siyasal anlamda soruyorsanız…
O.KAHYAOĞLU: Hayır. Dünya görüşünü nasıl algılıyorsunuz? Dünya görüşü deyince çok zengin bir şey geliyor akla. Nasıl noktalardan gidiyorsunuz?
– Müziğin bir diyalektiği var. Bir çok düşünür, bir çok konuyu düşünmüş. Ama felsefecilerin müziği düşünmesi pek ender. Adorno onlardan biriydi. Ama gönül isterdi ki bu Hegel mantığıyla değil de daha açık, net incelensin. O zaman önümüze bir problem çıkıyor, insan müziği nasıl algılayıp, nasıl üretiyor gibi bir problem. Küçük yaşlarda algıladığınız birçok şeyi sonradan yoğunlamaya başlıyorsunuz. Bütün psikologlar bu noktada birleşiyor. Demek ki, bir müzisyenin üretimi, aldığı etkilere bir tepkidir. Düşünceler de öyledir. Dolayısıyla bir şarkıcının kendi etkisine uymayan bir şeyi üretmesini anlamıyor ve buna saygı duyamıyorum. Gerçekten çok iyi iletiyor olabilir bazı şeyleri; ama ben, onu istiyorum.

Şan, şöhret tehlikeli bir tuzaktır
reddetmek tuhaf karşılansa da en iyi yoldur

O.KÂHYAOĞLU: Aslında ideolojik boyut diye bir şey var yaşantı düzeyinde algıladığınız. Yani belli bir yetişme tarzı, bir anlayış, bir birikim ve geldiğiniz bir nokta söz konusu. Bu nokta da herhalde az önce söz ettiğiniz anlamda tek bir dünya görüşü olmuyor.Tek başına psikolojiyle açıklanabilir bir olay olarak mı görüyorsunuz bunu, yoksa az önce ideoloji dediğim, yaşantı biçimi, kültür, ortam ile de bağ var mı? Tek başına psikoloji bazı yeterli mi?
– Şunu söyleyeyim, bir insanın önce kendine saygısı olması gerekiyor. Eğer bu insan şarkıcıysa ve kendini yaşayamıyorsa, toplumun normlarına boyun eğip uzlaşma yolunda ilerliyorsa, bildiğimiz klâsik bir şarkıcı olarak ortaya çıkacaktır. Biraz daha araştırıcı olur da kendini daha iyi bulursa, önüne bir engel daha çıkıyor: şan, şöhret. Bu çok önemli bir tuzaktır. Bir şarkıcı güncel olarak bunu yaşamayı reddederse garip karşılanır belki, ama sağlıklı bir yoldur. Çünkü daima hürdür. Bağımsızdır. Her şey bir şarkıdır onun için artık. Gazeteler, ideolojiler, politikalar, hepsi değişirler. Kişi de değişir, onlar da onun için değişir. Benim için şarkıcı günlük fıkra yazarından çok daha ötede bir kişidir. Yaşadıklarını an be an seslendiren biridir. Yaşayacak, yazacak, ya da en ideali, yazarak yaşayacaktır. Ve bunları sürekli günlüğü gibi çıkaracaktır. Sonunda ortaya çıkan, bir kişiliktir. Bu insan bu duygular içinde bu renkte ve bu ideolojide bir insandır. Bu şarkıcıdır. O zaman sizin şarkılarınızı seven, sizi de sevecektir. Orada şüphe götürmez artık bu tatmin. Diyelim Mario bir söz yazdı, siz bestelediniz ve ben söyledim. Şimdi alkışlar kime? Yazana mı, duygulanıp besteleyene mi, bana mı? Batı’da da buna uyanan azdır. Sözgelimi Leonard Cohen var. Yaşar, yazar, besteler ve söyler.
M.LEVl: Bence bir de Jacques Brel var.
– Başta öyleydi ama sonra o da değişti. Şan, çok tehlikeli ve nevrotik bir olay. Oysa iyi bir şarkıcı, zaman zaman insanlarla birlikte, zaman zaman da onlara karşı olabilmeli. Bu bir bütünlüktür.
M.LEVl: Şimdi, bir de Çekirdek Sanat Evi var. Sanıyorum benzeri görüşlerin ışığı altında ortaya çıktı. Bugüne dek gelmiş olduğu düzeyi, bu işi başlatan kişi olarak kendi açınızdan başarılı buluyor musunuz? Yapmak istediklerinizi belli bir ölçüde de olsa gerçekleştirebilirdiniz mi?
– Başarı önemli değil. Doyum sağlıyorsanız, başarı vardır. Ama önemli olan, işin etki alanının ne olacağı. Çekirdek Sanat Evi (ÇSE) fikri, demin konuştuklarımızın üzerine kurulmuştur. Bugün sizin de bir çalışmanız varsa, burası kayıtsız şartsız emrinizdedir. Ben doğuma inanmışım bu işte. Bugüne dek Çekirdek’te başkalarının üretimini seslendiren biri olmadı. Hep üretenler, suyun kaynakları geldi. Onun için başarıya ulaşmasından çok, kendi içindeki başarısı önemliydi ve onu başardık. Bugün artık bu konuma uyan arkadaşlar doğrudan bizi buluyor, biz de onları buluyoruz. Ekonomik sorunlar başka bir boyut. İlk iki yıl benim doktorluk kazancımdan yedi. Şimdi yemiyor, hatta ÇSE kâra geçti. Daha çok kâra geçerse, daha çok şey yapabileceğiz. Örneğin Erkan Oğur olayında bunu başardık. Erkan çok zor anlaşılan, çok değerli bir müzisyendi, ilginç deneyler yaptık ve bugün Erkan Çekirdek’in gururlarından biridir.
O.KÂHYAOĞLU: En çok aklıma takılan noktalardan biri, uğraşın deneyci yanı. Bundan önceki “Müzikte Yabancılaşma” olayında çok ilginç deneylerle karşılaştım BirAmerikan blues’u, bir Avrupa kemanı gibi, Grapelli izinde çalışmalar. Kendine özgü bir arayış var gibi. Sanırım Çekirdek’in çıkış bazında da aynı mantık söz konusu.. Hep bu süreç mi olacak? Yani olumlu birçok çalışma olacak belki ama bir sonuca ulaşmadan hep yeni insanlar aramak mı olacak bu? Yoksa kültür üzerine birtakım yazınsal araştırmalara da giriliyor mu müzikle birlikte? Sözgelimi bir Adorno’dan sözedildi. Onu tanıttınız ve çok karmaşık bir insan olduğunu vurguladınız. Ancak her şeye karşın Adorno çok sınırlı ele alındı. Bunun bir de yazıya dökülmesi, daha ayrıntılı çalışmalar yapılması gerekmiyor mu?
– O sizin göreviniz. Zaten burada beraberliğimizin anlamı çıkıyor ortaya. Biz burada sesten başka bir şey üretemeyiz, haddimizi bilmemiz gerekir. Bunları yazıya dökmek bir genel tavır almadır ya da alınan tavırları bir pota içinde sunmaktır ki, o bizi aşar. Biz burada müzisyenlerle değil, müzikçilerle birlikteyiz. Gecenin saat 03.00 ünde bile biz burada çalışma yapmak isteyen arkadaşlarla buluşuyoruz. Çekirdek’in ayda yaklaşık 3 bin kasetlik bir çıkışı var. Yüksek gibi görünüyorsa da kâr limitleri düşük. Parayı şu nedenle gündeme getirdim; biz de aynı yaşama telaşı içindeyiz. Ama bu nedenle ödün verecek değiliz. Sorunuzu belki tam yanıtlayamadım. Ama devamlı arayış içinde olacağımızı söyleyebilirim, başka çare yok bu işte. Bir de, hepimiz Anadolu çocuğuyuz. Burada yaptığımız araştırmalarda bunu ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. Doğu ya da Batı müziğinin felsefi anlamda değil, müzikte de çözüme ulaşmasını istiyoruz artık. Bunu tek tek kişiler yapamaz. Oturur Adnan Saygun gibi kişiler kafalarında planlar ve yapar. Ama bu topluma uymaz. Oysa toplumun verdiği biçimlenmeyle gelen kişilerle deney yaptığınızda olay çok daha başka yere geliyor. Kaynağında, çıkışında yakalıyorsunuz. Laboratuvar oluşumuzun nedeni bu; zorunluyuz buna. Yoksa klasik bir plakevi olur, kısa sürede satış yapacak plakları çıkarıp zengin oluruz. Bunu biliyorum.

Eğer iki şarkıcı Nazım için kavga
ediyorsa ikisini de çöpe atın!

M.LEVİ: Benim size sormak istediğim bir diğer soru da sanırım konuştuğumuz şeylere oturacak. Türkiye’de de diğer ülkelerde olduğu gibi hem müzikte, hem de diğer sanatlarda mesaj vermeğe yönelik yapıtlar üretildi, yaygınlaştı doğal olarak. Bu noktada sanatçının kazancıyla yapıtın taşıdığı mesaj arasındaki ilişkiyi nasıl kurarsanız? Karşı çıkılan sistemin olanaklarını kullanmak sözgelimi..
O.KÂHYAOĞLU: Eklemek gerek; bir sisteme karşı çıkarken onun kuralları ile oynamak zorunluluğu da söz konusudur. Yani, “sanatçı kazanmayacak” diyemeyiz. Ama bunun bir sınırı olmalı mı?
– Evet, bu bir telâş. Çünkü radikal bir sol süreçten geldik. Ben de bir solcuyum, ama nasıl? Tüm gerçekleri bir odaya koyun, ben o odada rahatça uyurum. Solun egemen olması değil, kurumsallaşması ve bir dünya görüşü olarak sağlıklılığının kabul edilmesi önemlidir. Solun gelişmekte olduğu her ülkede slogan müziği yapanlar kitleleri arkalarına alırlar. Düşünürleri, şairleri olduğuna göre şarkıcıları da olacaktır. Ama topluma önce şarkıcının ne olduğunu anlatmak gerek. Eğer bir Nazım Hikmet iki şarkıcı arasında paylaşılamıyorsa, ve kavga çıkıyorsa, ikisini de çöpe atın. Çünkü Nazım bugün bizim daha ileri düşünebilmemiz için gerekli deneyi yapmıştır. Nazım’ın yaptığını yine yapmağa gerek yok. Bunu kabul etmeyen kişi, ekonomik açıdan güzel işler yapabilir Türkiye’de. Biz buna karşıyız. “Bir mesaj gidiyor mu her şeye karşın” diyorlar. Evet, gidiyor. Ama ne oluyor sonunda? Kısacası, Türkiye’de koşullar elverir de sol kurumsallaşırsa, solun şarkıcıları, sanatçıları da çıkacak, liberalizmin içinde, kapitalizmin çarklarına kapılmadan kendi elde ettiği kazancı, kendi sistemi içinde tüketecektir. Ad vermek istemiyorum; ama ünlü bir sol şarkıcı büyük gazetelerin sahibi bir holdingin yönetimindeki müzik kuruluşuyla, şu şarkıları söyleyip söylememek konusunda anlaşma imzalamışsa, kendini mahkum etmiş demektir.
O.KÂHYAOĞLU: Nâzım’ı bestelemenin pek de bir işlevi olmadığını söylediniz. Yani bu belli bir üretimi yinelemek, kendini bulamamak anlamına mı geliyor?
– Tabii. Ben Jean Jacques Rousseau gibi biri olabilirim ama bu neyi değiştirir? O, kendi döneminin gerçekçisi. Marksizm konusunda da böyle. Çok şeyler değişti geçen süre içinde. Ben şimdi Nazım gibi klasik marksist bir şairi bestelersem, ben de klasik marksist gibi olurum. Nazım bestelediğim zaman klasik bir marksisttim Ama doktor olmam nedeniyle belki bazı şeyleri erken anladım. Klasik marksizmin dünyaya hizmet etmeyip zorluk çıkaracağı kanısına vardım. Sol emperyalizm kokusu aldım.
O.KÂHYAOĞLU: Peki bu noktada yeni bir boyut nasıl olabilir. Yani hem müzik hem politika boyutunda klasik marksizm dışındaki seçenekleri nasıl algılıyorsunuz? Neler olabilir?
– İnsanın yapısında sahip olmak vardır. Fromm “insan ya olur ya da sahip olur” diyor. Sahip olma içgüdüsünü ortadan kaldırmadığımız sürece-ki bu bugün için mümkün değil gibi gözüküyor- klasik marksizmin uygulanacağı kanısında değilim. Sahip olma değişik boyutlarda algılanabilir. İnsan dünyaya da sahip olabilir, kendine de. Ama sahip olacaktır. Artık şöyle düşünüyorum: insan eğer yalnızca kendine sahip olabilirse galiba mülkiyet hakkının en güzeline ulaşacaktır. Bunun için de eğitim gerekir.

Rahatlıkla söyleyebilirim ki
satılmadım, bu bana güç veriyor

M.LEVİ: Türkiye’de ne yazık ki hiçbir alanda tam bir kurumsallaşma geçerli değil. Şarkıcılar için de bu böyle. Ben size şunu sormak istiyorum: çok eskiden beri bu işi sürdürüyorsunuz. Neredeydiniz, nerelere vardınız?
– Bunun yanıtını ben de arıyorum. Kısaca belirtmenin olanağı yok. insanız, sürekli değişiyoruz. Şunu rahatça söyleyebilirim ki, satılmadım. Ve bu güç verdi, güzel bir duygu. Ve bunu yaşadıktan sonra artık satılma ihtimali de yok. Bir seçim, belki de bir karakter, bir yapı sorunudur, bilemiyorum.
O.KÂHYAOĞLU: Müzik dinleyicisini nasıl değerlendiriyorsunuz diye sormak istiyorum. Çünkü STÜDYO İMGE’nin çıkış noktası, hep bu “dinleyici olmak” konumunda yoğunlaşıyor. Hepimiz müzik dinliyoruz. Ancak klasik dinleyici olmamak için gereken ayrımı nasıl çizerseniz?
– Bizim jenerasyonumuz, siz de dahil, Türkiye’nin aşırı Batılılaşma dönemine rastladı. Batı aslında çok büyük bir uygarlık yarattı ama kendi kendini yaktı. Bugün Batılı insan demek, ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf insan demektir artık, maalesef. Doğulu insan ise, Batının yaşaması için kendi mistik toplumuna mahkum edilmiş durumdadır. Belki Batı tekrar Doğuyu keşfetti ama, ticari bir tavırla keşfetti. Kendi ağrılarına ve anksiyetesine bir ilaç olarak görmeğe başladı. Benim hep üzerinde durduğum nokta şu: Anadolu’lu olan, iki tarafın da ne yaptığının farkındadır. Dolayısıyla sanatta yeni bir senteze varılacaksa, bu mutlaka Anadolu kaynaklı olacaktır. Ben buna inanıyorum. Anadolu, iki tarafın da çektiği acıları ufak ufak çekiyor. Tam hastalığına tutulmadı daha. Her an kurtulabilir. Ve ben bunu çok iyi değerlendiren bir sosyal demokrat yönetim olmadıkça, ne sanatın ne de diğer kültürel unsurların üretime geçeceğine inanmıyorum. Müzik Batılı gibi olmayacaktır, olmamalıdır.

Arabesk çıktığında devletin plakevleri
kurması gerektiğini söylemiştim, dinlemediler

O.KÂHYAOĞLU: Az önce söylediğim gibi dinleyicinin işlevinde ne olmalı? Dinleyici ne yapmalı yani?
– Dinleyici susamış durumda, yapacak hiçbir şey yok. Bugün Türkiye’deki iletişim araçlarının ve tröstlerin etkisinde, onlarla birlikte büyüyecektir. Arabesk çıktığında bas bas bağırıyorduk, “aman devlet plakevleri kursun” diye. Popüler müzik dediğimiz şey, aslında aristokrasiyi dışlamış, hatta zaman zaman burjuvaziyi bile dışlayabilen bir müzik türüdür. “Dikkatli olun, devlet plakevleri kurun” diye birçok kez anlattım. Ama politikacılar bazen net göremiyorlar bazı şeyleri. Güncel oy telâşları peşindeler. Hatta arabeski bile düşündüler, radyoda çalalım mı acaba diye. Dolayısıyla devlet plakevleri kurulmadı. Bunlar radyoevlerinde bile yapılabilirdi, yaptırılmadı. Ve bugün gele gele “Çok Sesli Türk Müziği”ne geldik. Maşallah dinliyoruz, altmış kişi aynı şeyi çalıyor. Çok seslilik bir mantık ve düşünce biçimidir. Batı ne yapıyor? Bugün kompüterde üretilecek seslerle uğraşıyor. Üreticiye bir şey kalmadı, çünkü felsefesi yok. Batının felsefesi tükendi, acı çekiyor.
O.KÂHYAOĞLU: Çok geniş anlamda bir dinleyiciye bir biçimiyle yanıt veriyorsunuz. Bir de şu var, en başta sözünü ettiğim: sınırlı sayıda bir de aydın dinleyici var müzikte. “Biliyorum, anlıyorum” havasında ortalıkta dolaşanlar var. (Bana kalırsa entellektüellik bu olmamalı). Gerçek anlamda “aydın” dinleyicilerin sayısı oldukça az.
– Ne kadar sonra “aydın” ama? İlk sekiz yıl insanın oluştuğu dönemler. Orada çocuk sizin dışınızda; okula gidiyor. Tarihi yanlış öğreniyor, otomobillerde arabesk dinliyor. Sizin onu bütün bunlardan koparıp çekmeniz çok zor. Siz de öyle büyüdünüz, sonra yakaladınız gerçeği. Ama mutlaka ve mutlaka kendinizi iyi eleştirin. Çünkü bir an geliyor, o taraftan da zevk almağa başlıyorsunuz. Dikkat edin, en ciddi davetler bile göbek havasıyla biter. Ve en adisiyle biter “mastika mastika” diye. Demek ki, “alkolizan” yaklaşımlar, gerçeği ortaya çıkarıyor. Bu Batı’da da var.
O.KÂHYAOĞLU: Şu var: biz bunu burada ne denli konuşursak konuşalım, bu bizden bağımsız bir belirlenmeler ağı, yaşantı biçimi.
– Bu nokta sizin işiniz. Bence Stüdyo İmge’nin yapacağı en önemli şeylerden biri, yavaş yavaş insanları bir terminolojiye alıştırmak “şarkıcı nedir” gibi. Yoksa ünlülerle söyleşi yapmakla falan olmaz bu iş. Belki satış olur, o kadar.
(Mario Levi Orhan Kahyaoğlu / Stüdyo İmge / Eylül 1986)

Linkler

Biyografisi

1996’de BBC’de yayımlanan röportaj

Share.

Leave A Reply

15 − 10 =

error: Content is protected !!