1964 yılında, İstanbul’a gelmişti Aşık Veysel. Sirkeci’de küçük bir otelde kalıyor, sağlık sorunlarını çözmek için uğraşıyordu. Arayanı, soranı yoktu. Henüz Fikret Kızılok, Esin Afşar onun ezgilerini keşfetmemiş, Türk Halk Müziği dışındaki geniş dinleyici kitlelerine mal etmemişti. Akşam Gazetesi’nden genç muhabir Yener Süsoy, Veysel’i otelde ziyaret etti, dertlerini dinledi. 2006’nın son gününde aramızdan ayrılan Süsoy’un yayımlanan ilk röportajıydı bu. Yıllar sonra Veysel’in kızı, damadı ve torunuyla buluşmuş, anılarını dinlemişti. Bu röportaj da Hürriyet’te yayımlanmıştı. İşte iki röportaj birden…
Sirkeci’nin Afyon Eskişehir oteli tekinsiz bir mekan, ucuz cinsten. Odada üç yatak var. Pencerenin hemen yanındakinde bağdaş kurmuş bir ozan oturuyor. Elinde bir saz, hem çalıyor, hem söylüyor. Sabit nazarlarla baktığına göre ama olsa gerek. Kulak verelim biraz. Evet, sesinden de, sazından da tanıyoruz bu ozanı: Ünlü halk ozanımız Aşık Veysel Şatıroğlu. Aşık Veysel tam otuz yedi gündür bu otel odasının dört duvarı arasında oturuyor. Otururuyor da dost bildiği kişiler arayıp “nasılsın” diye bir kere bile sormuyor. Kapısını bir kere olsun açmamışlar odasının. Ama yine de bu durumdan yakınmıyor. Eh… Altmış iki seneden beri sazını hiç bırakmamış. Ama gel gör ki…
Yedi yaşından itibaren, dünyanın ışığına gizleri kapanmış. Kendi dünyasının adamı olmuş. Anasının sütü bildiği sazıyla, söylediği şiirleri öylesine süslüyor ki “Yaş yetmiş beş” diyor Veysel ve devam ediyor:
Ömür geldi sonbahara
Kış yapıyor ara sıra
Gazel düştü yapraklara
Gül soruyor kara bahtım
Ne Veysel İstanbul Radyosu’na uğruyor. Ne de onu arayıp soran var radyodan. Nedenini sorunca başlıyor anlatmaya.
“Ne dersin bey, kimseye minnet edemiyorum. Bir kere olsun beni sormadılar. Halbuki bugün halk müziğinde şeflik masasında oturanlar, milletten aldıkları türküler sayesinde bu mevkiye ulaştılar. Onların ilerlemelerinde payımız büyük. İşte bunun meyvelerini de topladık, yalnız başımıza kaldık.”
Bir an soluk alıyor:
“Aşık, bir ağaca benzer bey. Meyvesinin tadını kendisi bilemez. Ancak yiyenler bilir. İşte bu meyvelerden Anadolu’da yaşayanlar daha iyi biliyor. Büyük şehirlerdekiler, henüz daha tadını alamadı. Bir de son zamanlarda, türküleri alafrangaya çevirmek çıktı. Olmuyor da. Olmaz da. Olduğu gibi neden tanıtmayız sanki. Mutlak değiştirmek mi lazım?”
Dertsiz ozan olur mu hiç. Dertler bir yana, yaş ilerleyince insan kendini ölüme daha yakın bulurmuş. İşte Veysel de böyle diyor:
Veysel söyler derdi çoktur,
Ecel gelir, ölüm haktır
Saklanmaya imkan yoktur
Ora baktım, bura baktım.
(Yener Süsoy / Akşam Gazetesi / 1964)
EN KÜÇÜK KIZI HAYRİYE ANLATIYOR
İlk eşi Esma’yı, aldatmasına rağmen, ölünceye kadar sevdi
Babamı 25 yaşındayken Esma adlı köyün çok güzel kızlarından biriyle evlendirmişler. Ondan bir çocuğu olmuş, ama anasının memesi ağzına tıkanıp ölmüş. Derken Esma Hanım, evdeki yanaşmayla babamı bir başına bırakıp kaçmış. Babam, Esma’nın kaçacağını anlamış ama, yapacağı bir şey yok. Ama yine de hainlik etmemiş, öyle örnek bir insandı Yener Bey. Bak şimdi sana anlatacağım, kim böyle bir şey yapabilir? Evde kimse yokken babam, Esma Hanım’ın çorabının içine biraz para koymuş. Evden kaçtıktan sonra iki sevgili Bafra’da bir çeşmenin başında serinliyor. O anda Esma Hanım, çorabını aralayınca paraları görmüş. Hemen anlamış, parayı kaçarsa sefil olmasın diye babamın koyduğunu…
Babam, sevgilisiyle evden kaçan ilk karısı Esma’yı meğer çok severmiş. Esma gittikten çok sonra bile babam hâlâ onu hayallerdi, köyün en güzel kadınlarından biriymiş. Bir gün kapıyı çalıp bana “Çok başım ağrıyor kızım, babandan benim için bir ilaç iste” dedi. Çok şaşırdım, “Nasıl isteyebilirim Esma anne” deyince, ısrar etti; “Sen iste, o verir” dedi. Çekine çekine varıp söyledim babama. Elini cebine attı, çıkardığı aspirini avucumun içine koydu. O anda bana söylediği de hala kulağımda; “Onun başı daha çok ağrıyacak.” Hakikaten dediği gibi de oldu, kadının hayatı perişanlıklarla geçti.
Babam akciğer kanseriydi, durumu çok ağırlaşınca Esma gelip kendisiyle helalleşmek istedi. Babama sordum, “İstiyorsa gelsin” dedi. Kadın kapıya kadar geldi; tam içeri girecekken “Ben o adama çok çektirdim, Allah da beni perişan etti. Ne yüzle onunla helalleşeceğim” deyip geri kaçtı. Babamın ölümünden sonra Esma da çok yaşamadı, kocası da felç oldu, ailece dağılıp gittiler. Gülizar anam, Esma’ya hiç kıskançlık duymazdı, onunla iyi konuşurdu. Annem o kadar çok temiz kalpli, saf bir köy kadınıydı ki. Babamla görüşleri çok ayrıydı, zaten babamı sadece annem değil hiçbirimiz anlayamadık.
Atatürk, Dolmabahçe’de radyoda dinlemiş babamı
Bir gün Şemsi Yastıman’ın evindeyiz, Baki Süha Ediboğlu, Behçet Kemal Çağlar, Mesut Cemil de orada. Öyle bir muhabbet ziyafeti var ki, tadına doyamazsın. O gün Mesut Bey’in ağzından dinledim, şimdi ilk defa size anlatacağım. Veysel baba, 1933’te uzaktan akrabası da olan İbrahim adlı bir arkadaşıyla İstanbul Radyosu’na gidiyor. Yayınlar o zamanlar Tokatlıyan Han’dan yapılıyor, müdürü de Mesut Cemil. İbrahim önden girip Mesut Bey’e babamı tanıtıyor. Radyoda çalıp çalamayacağını soruyor. Veysel’e diyorlar ki “Aşık, şimdi seni bütün dünya canlı canlı duyacak, ona göre çal, söyle. Köyde kadınlar madımak toplar gibi yapacaksın, biz sesini yükseltip indiririz.” Baba vuruyor sazın tellerine, türkülerini art arda çalıp söylüyor. Radyoda işleri bitince bizimkiler Tokatlayan Han’dan çıkıp Kuledibi’ne doğru yürüyorlar. Tam o sırada polis köşe bucak Aşık Veysel’i arıyor. Meğer Atatürk, Dolmabahçe’de Veysel’i dinleyip çok beğenmiş, hemen saraya getirilmesi için emir vermiş. İstanbul kazan, polis teşkilatı kepçe, arıyorlar Veysel’i ama, bulunamıyor.
Veysel baba ertesi sabah arandığını öğrenince derhal Mesut Cemil Bey’e gidiyor. Mesut Bey bir şeyler yazdığı kağıdı Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün yaveri Şükrü Bey’i bulup vermelerini söylüyor. Atatürk’ün huzuruna çıkacağım diye kan ter içinde saraya gidiyorlar. Mesut Bey’in yazdığı kağıdı verdikleri kişiden aldıkları cevapla ikisinin de hayalleri yıkılıyor: “Dün keyif zamanıydı, bugün ise mesai zamanı. Mesai zamanında babası bile gelse giremez içeri.” Veysel baba, Atatürk’le görüşemediği için çok hayıflanırdı. Bir de, askere gidip cephede şehit olamadığına yanardı.
İnsanları ayak sesinden tanırdı
Babam bize isimlerimizle hitap ederdi, bazen de “kuzum, canım” diye ilaveler yapardı. Sessizce yanından süzülürken bile hangimiz olduğunu anlar, ismini söylerdi. Bir gözünü çiçek hastalığından, öteki gözünü de kazayla kaybetmiş, 7 yaşına kadar gözleri sağlammış. O günlerde köyde gördüklerinden aklında kalanları hep sorardı. “Yolun karşısında şu çalı vardı, filan yerde şu taş vardı, hâlâ duruyor mu” diye sorardı.
Babamın gündüzleri şiir yazdığını hiç hatırlamam, çoğu zaman ya uyurdu, ya misafirleriyle konuşurdu. Şiirlerini, türkülerini hep gece yazardı. Bizim o yaşta aklımız ne erecek ki, geceki mırıldanmalarını ben hep hasta olduğuna yorardım.
Yemeklerden en çok kuru fasulyeyi severdi. Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi’nde yatarken bile ona özel kuru fasulye yaparlardı.
Her türlü içkiyi içmiştir ama, en çok rakı içerdi. Asla 3 kadeh kararını geçmezdi.
Sigaranın her türlüsünü içerdi, sadece Gelincik’ten uzak dururdu. “Pipo içmezsem karnım doymuyor” derdi. Rahmetli babam çok sık ağlardı, en çok kendi kaderine üzülürdü.
Radyo dinlemeyi çok severdi, radyosu hep baş ucunda dururdu. Haberlerin hiçbirini kaçırmazdı, yurttan ve dünyadan haberleri kaçırmazdı.
Rüyamda babam bana cebinden bir elma çıkarıp verdi ve şöyle dedi: “Bu elmayı saklayacaksın.” Hayırdır inşallah deyip rüyamı birkaç gün sonra komşumuz olan bir büyüğe anlattım. O arada öğrendim ki, 5. çocuğuma hamileyim. Ama niyetimiz çok olacak diye çocuğu aldırmak. Yaşlı kadın “Sakın ha, günaha girersin, o elma bu çocuk” dedi. Ben de doğurmaya karar verdim, oğlan olsaydı adını Veysel koyacaktık. Kız olunca, babamın en sevdiği çiçek Çiğdem’i seçtik.
Yetmedi mi oğlum, dokuz armut kopardın
Babamın en büyük eğlencesi, kapımızın önünde kendi elleriyle yaptığı küçük bostandı. Bostanda elma ve erikten başka, bir de armut ağacı vardı ki, mübareğin tadına doyamazsın. Bir gün komşulardan biri gelip babamdan salatalık koparmak için izin istiyor. Babam da hayhay diyor, kimseden bir şeyi esirgemezdi zaten. Adam salatalıklardan sonra, nasıl olsa gözleri görmüyor diye başlıyor armutları da koparmaya. O sırada babamdan bir ses geliyor: “Yeter yavrum, şu ana kadar 9 tane topladın.” Adam sonra anlattı, hakikaten 9 tane koparmış.
TORUNU ÇİĞDEM ANLATIYOR
Ruhi Su, dedemin türküsünü söyleyince
Ben 5 kardeşin en küçüğüyüm, doğum tarihim 1975. Annem de Aşık Veysel’in en küçük kızı. Sadece biyolojik olarak Aşık Veysel’in torunu kimliğine sarılmak bana yetmez, bunu yapmam. Onu satır satır okumalı, nota nota anlamalıyım, tanımalıyım. Dedemi görmemiş olmam, onu anlayamayacağım anlamına gelmez. Ben buradaki Sivaslıların kurduğu 600’ü aşkın derneğin bütün davetlerine gitmeye, onlarla aynı havayı solumaya çalışıyorum. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm ama, kendimi Sivrialanlı olarak kabul ediyorum, öyle daha mutluyum. Yılda birkaç kez köye gidip kalıyorum, mezarları ziyaret ediyorum, müzeleri inceliyorum.
Ruhi Su bir dost meclisinde dedemin bir türküsünü söylemiş. Bitince dedeme sormuşlar “Aşık nasıl buldun” diye. O da şöyle cevap vermiş “Dağlarda bir çiçek olur, alır onu şehre getirirsiniz. Çok güzel saksılarda, çok güzel şekilde onu beslersiniz. Ama, eski kokusunu tutturamazsınız.”
Ben A.Ü. Açık Öğretim’de halkla ilişkiler okudum. Gazete ilanıyla Akbank’a girdim, önce bankacılık bölümündeydim. Kısa bir süre sonra Suzan Sabancı Dinçer’in asistanı oldum. Bu arada Londra’da çeşitli kurs ve seminerlere katıldım. Halen Suzan Hanım’ın asistanlığını keyif ve gururla yapıyorum.
Çalınan cüzdandan sonra yazılan şiir
Dedem Mersin Halkevi’nde konser vermeye giderken arkadaşıyla birlikte Tarsus Şadırvan Han’da konaklıyor. Sene 1939 sonları, mevsim sonbahar. Yiyip içtikten sonra dedem odaya çekiliyor, arkadaşı da kapıyı üzerinden kilitleyip kendi odasına gidiyor. Dedem yatağa girmek için üzerindekileri çıkarıp askıya asıyor. Sabah kalktığında ceketini, pantolonunu astığı yerden alıp giyiniyor. Bu arada eliyle cüzdanını yokluyor, yerinde. Cüzdan yerinde ama, içindeki paralar yok. Hemen bir şiir de oracıkta yazıyor, arkadaşına hırsız diyemediği için şöyle diyor:
Paramparça olsun paramı çalan / Kimisi gerçek dedi, kimisi yalan / Dünyada görmedim böyle bir plan / Kapı kilitli, cüzdan cepte, para yok.
Dedemin bütün şahsi eşyaları Sivrialan’da kendi adını taşıyan müzede sergileniyor. Bende sadece bir tespihi ile bir parfüm şişesi var, onları gözüm gibi saklıyorum. Veysel dedem koku kullanmayı çok severmiş, koku dediğiniz o zaman esans elbette. Annemin anlattığına göre, ceketinin çakmak cebinde mutlaka bir esans olurmuş, fırsat buldukça yüzüne sürermiş.
DAMADI HÜSEYİN ÖZER ANLATIYOR
Ümit Yaşar’ın yanında gelen hanımı öpecekti
Veysel babamı bir İstanbul’a gelişinde rahmetli Aydın Bolak ve Prof. Dr. Sedat Pınar, Şişli’deki özel Hayat Hastanesi’ne yatırıp sağlık kontrolünden geçirmeye karar verdiler. Hastanedeki odada oturup konuşurken gece yarısına doğru kapı çalındı, açtım. Şair Ümit Yaşar Oğuzcan, yanında güzel bir hanımla Divan’da yiyip içtikten sonra cebine koca bir şişe viski koyup Aşık’ı ziyarete gelmiş. Veysel baba yatağında viskisini içiyor. Bir ara Veysel babanın gözleri Ümit Yaşar’la birlikte gelen hanıma daldı. Birden “Gel de şu yüzündeki benden bir öpeyim” demez mi? Ey mübarek adam, kadının yüzündeki beni nasıl hissettin? O anda Ümit Yaşar’ın kekemeliği arttı. Baba başladı gülmeye, “Yahu Ümit Bey, zengin böyle bir şey yaptığında ‘hayırlı olsun’ derler. Siz akşamlara kadar böyle geziyorsunuz bir şey diyen yok, benim bir küçük öpücüğüme neden kızıyorsunuz” dedi.
(Yener Süsoy / Hürriyet Gazetesi / 21- 22 Şubat 2005)
Linkler
Nedret Gülcan’ın 1956’daki Aşık Veysel söyleşisi