Münir Nurettin Selçuk / Radyomuz kadrosundaki alaylıları çıkarıp yerine diplomalı müzikçileri aldığında Türk müziği curcunadan kurtulacaktır

0

Münir Nurettin 1950 yılında, uyarıyor: Piyasa musikisinde geçer akçe kabilinden kalitesi çok düşük eserler sürülmektedir; bu, halkın güzel hislerini ve selim zevkini bozduğu için çok zararlı ve fenadır. 

Münir Nureddin’le karşı karşıya, sessiz, hattâ dudakları hiç kıpırdatmadan bile otururken insan bir kayıplardan geliyormuş gibi perde perde yanıklaşarak bir çağlayan gibi akan billur sesini duyar gibi oluyor.

30 senedir nesilleri besteleyerek tazeliğini kaybetmemiş bu sesin, çok uzaktaki yabancı hayranlarından biri, Kral Abdullah’ın: “Ah, Münir Nureddin ah… Beni her gün Türk sesiyle teshir etmekle (büyülemekle) kalmıyor, içime o sesin geldiği yerin müthiş daussılasını da (yurt özlemini de) veriyor” dediğini hatırlarken, daha ötelerdeki bütün Arap âlemine sesi ile hükmeden Ümmi Gülsüm’ün şu sözünü de unutmuyorum:

“Şarkıyı ballandıran adam. Ben onun sesini ağzından değil radyo veya gramofondan dinlerken bile, bir kelimesini bile bilmediğim Türkçe’yi öz dilimden fazla seviyorum.”

Bu sesi, kim ve nasıl keşfetti?

Münir Nureddin Selçuk, dudaklarına götürmekte olduğu çay fincanını tekrar tabağa bırakarak:

– Bana mı soruyorsunuz bunu? dedi. Yine eski, çok eski günlerin hikâyesine mi döneceğiz şimdi?

1930’da, Fransız Tiyatrosu’ndaki konserde çığır açtık

Zararı yok, dedim, tekrar tekrar dinlenmesi hoşa giden hikâyeler çoktur..

– İlkokulu bitirmiş Soğukçeşme Rüştiyesi’nde (Ortaokulu’nda) bulunuyordum. Müzikle doğrudan doğruya ilk safhada temasım, orada okuduğumuz marşlarla olmuştur. Bir müddet sonra Kadıköy Numune Mektebi’nde rahmetli Zati ve Sadi beyler gibi amatörlerle karşılaştım.

Fakat asıl müzik âlemine ayak atışım, Rauf Yekta Bey’in delâletiyle (rehberliğiyle) olmuştur. O esnada Babıali’de, Hariciye Âmedi Divanı Hümayun (Dışişleri Padişah Kurulu’nun gelen evrak) kaleminde bulunan Rauf Yekta Bey, aynı dairede bulunan babamın benden ve benim musikiye olan hevesimden bahsedişi ile ilgilenerek, beni görüyor ve ricaya gerek kalmadan Zekâi Dedezâde Ahmet (Irsoy) Efendi’den ders almamı temin ediyor (sağlıyor).

Ahmet Efendi sesimi çok beğeniyordu. Ben bir yandan Ahmet Efendi’den ders alırken, bir taraftan da amatör hocaların kurmuş oldukları Kadıköy’deki Darülfeyzi musiki mektebindeki derslere devam ediyordum. Hem de Birinci Dünya Harbi’nin ilk senesinde bu mektep heyetiyle beraber Hale Tiyatrosu’nda ilk konserimi veriyordum. O gece bu heyet arasında okuduktan sonra solo da yapmamı istediler. Halk karşısında yalnız olarak ilk okuyuşum budur. Hiç unutmam, Sadullah Ağa’nın bayati uryan makamından ağır bir eserini okumuştum. Nitekim, o gece 14 yaşlarındaki bir çocuğun böyle büyük eserleri okuması, dinleyiciler arasında kıyamet kopardı denecek kadar hayret ve heyecan uyandırmıştı.

Gariptir ki, 35 sene sonra, bu ilk konserimin namlı bestekârı Sadullah Ağa’nın çevrilen filminde onu temsil etmek rolü de yine bana nasip oldu. Bu sırada yani Kadıköy Sultanisi’nde (Lisesi’nde) iken o devrin en önemli musiki üstadlarından Üsküdarlı Ziya Bey de beni dinlemiş ve sesimi beğenmesi üzerine beş, altı sene benimle meşgul olmuştu.

Böylece yaş 20’ye geldi. Sonra?

– Kendimi bulur gibi olduğum gençliğin daha bu çağında, aklım fikrim yine musikide. Ali Rıfat Bey ile beraber 12 arkadaş Kadıköy’de Şark (Doğu) Musikisi Cemiyeti’ni kuruyuyoruz. İşte burada İstanbul’da nadir görülen, çok istekli ve feyizli (verimli) bir çalışma vardı. Birkaç sene böyle cemiyet hâlinde çalıştıktan sonra, Cumhur riyaseti (Cumhurbaşkanlığı) Türk Musiki Heyeti’ne girerek Ankara”ya gittim ve üç sene Atatürk’ün maiyetinde kaldım. Oradan ayrılarak ses tahsiline, Fransa’ya gittim.

Bu işi de Paris’in tanınmış hocalarından bir sene ders alarak bitirdikten sonra 1930’da İstanbul’a dönerek, Fransız Tiyatrosu’nda yalnız başıma bir konser verdim. O zamana kadar Türk musikisi böyle sahnede ve bu şekilde görülmediği için benim Mesut Cemil, Ruşen Ferit (Kam), Kanuni Artaki (Candan) gibi tanınmış sazcılarla ilk defa verdiğim bu konser, hoşa gittiği kadar, yeni bir çığırın açılmasına da sebep oldu.

Münir Nureddin koltuğuna şöyle bir yaslanarak, hikâyenin sonunu getirmiş olduğunu anlatan bir el hareketiyle:

– İşte, o günden, yani 20 seneden beri okuyorum, diyor.

Şikayetim var: Kalitesiz eserlerle halkın zevkini bozuyorlar

Yalnız okumak mı? Okuttuğunuz da yok mu?

– Evet… Var, sekiz sene evvel İstanbul Konservatuvarı İcra ve Tasnif heyetlerine girmiş; dört, beş sene çalışmıştım. Bu sene de gene oraya, Türk musikisi okunuş üslubu ve teganni (şarkı) dersi vermek üzere tekrar girmiş bulunuyorum.

Biraz da bugünkü Türk musikisinin halinden bahsedebilir miyiz?

– Bugünkü Türk musikisinin muhtelif safhaları (çeşitli aşamaları) var. Bir kere elde mevcut iftihara değer gayet sanatlı eski, ananevi (geleneksel) bir musikimiz var. Komşu memleketlerde bu musiki unutulup kaybolmuş olduğu halde, bizde güzel bir talih eseri olarak, birçokları muhafaza edilmiştir (korunmuştur).

Diğer sahalarda da eski eserler ayarında yapılamamakla beraber, bugünün zevkine ve diline uygun, daha sade ve güzel eserler de meydana gelmektedir.

Halk musikisi alanında da çalışmakta ve iyi neticeler alınmaktadır.

O halde durumdan memnunsunuz?

– Hayır… Şikâyetim de var. Piyasa mukisikisinde, sırf şunun bunun zevkine âlet olarak, geçer akçe kabilinden kalitesi çok düşük eserler sürülmektedir ki, bu, halkın güzel hislerini ve selim (kusursuzluk) zevkini bozduğu için çok zararlı ve fenadır.

Bunu önlemek için ne yapılmalı?

– Bence, bu gibi kalitesi düşük eserleri süren ve bunların propagandasını yapan musikî zevk ve anlayışları kıt elemanların yaptıkları bu menfi (olumsuz) hareketleri, yalnız kendi sahalarında bırakarak, yaymak için radyo gibi yarı resmi mahiyeti haiz olan (niteliğe sahip) yerlerin çok dikkatli ve hakiki Türk musikisinin asaletini korumak bakımından çok kıskanç davranmaları lâzım gelir.

Bu mesele, memnuniyetle görüyorum ki, matbuatta (basında) da yer almakta ve bazı münevver (aydın) yazıcılarımız; radyo gibi yerlerde musikinin iyi kalitede olan kısmını halka aşılamak ve sevdirmek yolu tutulmasını hararetle tavsiye etmektedirler (salık vermektedirler). Ben de bu fikirdeyim ve gerek konservatuvarda, gerek hariçte bulunan iyi elemanların elele vererek bu tezi müdafaa etmelerini (savunmalarını) çok lüzumlu ve hayırlı sanıyorum.

Yüreğimizi sızlatan keşmekeşin sebebi alaylı müzikçiler

Yeni yetişen talebeler (öğrenciler) hakkındaki düşünceleriniz?

– Güzel bir istikbal (gelecek) vaat eden ses terbiyesine ehemmiyet (önem) vererek, bunun üzerinde ekzersizler (alıştırmalar) yaptırarak talebeyi hazırladıktan sonra derecelerine göre beş kursa ayırmak lâzım. Ben Garp musikisinde olduğu gibi bizde evvelâ ilk sınıflarda bu işe ehemmiyet verilmesini doğru buluyorum.

Yeniler arasında istidatlar (yetenekler) var mı?

– Elbette var… Zaten bunları yetiştirmek için uğraşıyoruz. Bu uğraşış dersleri benimle başlamış olmamdır. Metodla, tam mektep halinde devam ediyoruz. Şimdi ilk üç kısmı ayırmış bulunuyorum. Diğer iki kısım da ayrılınca, nazariyat (teori, kuram) kısmında olduğu gibi benim ameliyat (uygulama) kısmında da da tahsil (öğrenim) beş sınıf ve böylece nazariyat ve ameliyat müşterek (ortak) bir şekilde yetiştirilmiş olacaktır.

Buradan mezun olacaklar.

– İşte asıl mesele de o ya. Bugünkü yüreğimizi sızlatan keşmekeşe sebep olan -tabiri mahsus ile- (özel ifade ile) alaylı musikişinaslar, bu suretle yavaş yavaş yerlerini bunlara bırakacaklardır.

O zaman, radyo gibi nim (yarı) resmi müesseseler (kurumlar) ve halkın selim zevkine saygı göstermesini bilen hususî (özel) yerler de işin yalnız ticaret ve kazanç cihetini (yönünü) nazarı itibare (dikkate) almadan, hiçbir tahsil devresi geçirmemiş acemileri bir tarafa bırakarak mektepten yetişmiş olan değerli elemanları tercih etmeyi bir dava halinde ele alırlarsa, Türk musikisini bugünkü curcunadan kurtarmış olurlar.(Kandemir / 26 Aralık 1950 / Bizim Yıldızlar / Arşiv çalışması: Serhan Yedig / Redaksiyon: Ferruh Yazıcı)

BİR KONSER İÇİN 500 LİRA!

Münir Nureddin Selçuk’un radyonun müracaatına;

– Bir konser için 500 lira isterim, diye mukabele ettiği (karşılık verdiği) malûmdur; tanınmış ses sanatkârının bu cevabı, basında epey kıyl-ü kal’e (dedikoduya) sebep olmuştu; fakat Kandemir’in bu sahifelerde yaptığı müIakatta (röportajda) öğreniyoruz ki, Münir Nureddin, radyodan müştekidir (şikâyetçidir); bakın ne diyor:

“Kalitesi düşük eserleri süren ve bunların propagandasını yapan musiki zevk ve anlayışları kıt elemanların yaptıkları bu menfi (olumsuz) hareketleri yalnız kendi sahalarında bırakarak; bu zevksizliği yaymamak için radyo gibi yarı resmî yerlerin çok dikkatli ve kıskanç davranmaları lâzım gelir…”

Bu haklı görüşte olan ve bundan ıstırap duyan ve bu zevksizliğin yarı resmi bir neşriyat müessesesi (yayım kuruluşu) tarafından halka aşılanmakta olmasına dayanamıyan gerçek bir musiki sanatkârının bu şikâyeti ve o talebi haklıdır.

SES‘in TESİRİ

Münir Nureddin adı birçok gönülleri fethetmiştir; bu cazibenin sadece sesden geldiğini kabul edersek (ses ruhtur) diyen telakkiye (anlayışa) inanmak lazımdır, fakat bu ruh aynı zamanda kuvvetli olmak zorundadır. Ruhun kuvvetini ise kültür yapar.

Şu halde Münir Nureddin kültürlü bir sese sahip olmaktadır ki gönül fütuhatında (fetihlerinde) bu kadar muvaffak (başarılı) olsun. 

 

 

Share.

Leave A Reply

20 − six =

error: Content is protected !!