Tanburi Cemil’in oğlu Mesut Cem’il, müzik çevrelerinde nadir rastlanan çok yönlü entelektüellerdendi. Müzikte Doğu – Batı ayrımı yapmadan ikisini de başarıyla icra etti, takdir edilecek bir yazardı. 1945 ve 1961’de yayımlanan iki ayrı röportajda yaşamı hakkında pek çok detay veriliyor. Bu arada soyadını neden sildirdiğini de açıklıyor: “Teller birbirine karışıyordu, soyadımdakini kesip attım”
Mesut Cem’il, sadece 10 saza 60 makamdan ses veren bir müzisyen değil. Hukukta okumuş, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’ni bitirmiş, tıbbiyenin kapısından bile geçmediği halde doktorluğa merak sarmış. Gazetelerde muhabirlik, mütercimlik yapmış, 11 yıl tek başına radyoda konuşmuş. Bu arada, sahneye çıkmış, figüran olarak beyaz perdede görün-müş. Elinden boyacılık, marangozluk gelir. Radyonun bozulan aletlerini onarabilir. Babası Tanburi Cemil için bir kitap, kedileri için de 38 yazı yazdı…
Üç saz, iki sesten kurulu ince saz takımı, kıvrak bir longa ile şehnaz faslını bitirmişti. Duvardaki büyük saat, tam, 23.00’ü gösteriyordu. Salonun duvarları kırmızı çuha kumaşla kaplanmış, yere desenli halılar yayılmıştı. Sazendelerden biri, tanbur çalan uzun boylu adam, elindeki sazı yere bıraktı. Ortadaki, çemberli mikrofonun önüne geldi.
Rahat bir ifadeyle “Muhterem samim” diye söze başladı. “İstanbul Radyosu’nun bu akşamki neşriyatı, şehnaz faslıyla hitam bulmuştur. Yarın 6’da buluşmak üzere hayırlı geceler…”
Öteki sazendeler de sazlarını kılıflarına soktular. Uzun boylu adam, salonun ışıklarını birer söndürdü. Bu sırada, salonun kapısı açıldı. Orta boylu bir adam, biraz önce mikrofon önünde konuşan tanbuliye “Mesut Cemil Bey, şimdi postaneye Ertuğrul Yatı’ndan bir telsiz emri gelmiş” dedi. “Gazi, faslı beğendim, devam etsinler emrini vermiş. Arkadaşlar fasla devam edebilir.”
Mesut Cemil ışıkları birer birer yaktı. Sazendeler sazlarını kucaklarına koydu. Hazırlıklar tamamlandı. Mızraplar, yaylar, sesler, içli ve duygulu bir hüzzam şarkıya başladı. Bu hüzzam şarkıyı, öteki hüzzam şarkılar takip etti.
23.30’da kapı yine açıldı. Orta boylu adam sessizce içeriye girdi. Mesut Cemil’in kulağına şunu fısıldadı:
“Gazi’den yeni emir geldi. Daha ağır şarkılar istiyorlar.”
Fasıl, bir kemençe taksimi ile makam değiştirdi. Rast makamından ağır, yürük, nakış semailer çalınmaya, okunmaya başladı. Yarım saat sonra, orta boylu adam yine içeriye girdi;
“Gazi çok memnun” dedi, “Ama daha eski şarkılar, fasıllar istiyor.”
Mesut Cemil, ara verip çemberli mikrofonun karşısına geçti.
“Rast makamından besteler, semailer takdim ettik. Şimdi rastı atik makamından eserler çalacağız” dedi.
Sonra, saz arkadaşlarının yanına giderek kulaklarına bir, iki cümle fısıldadı. Nihayet gülümsediler. Mesut Cemil tanburunu akord etti. Fasıl yine başladı.
Paşam, siz istediniz
ben de makam uydurdum!
Kırmızı çuha kaplı duvarı ortalayan saat 02.00’yi gösteriyordu. Orta boylu adam üçüncü defa kapıda göründü. Yüzü gülüyordu.
“Tamam çocuklar” dedi yavaşça. “Gazi memnun. Aşağıda otomobiller bekliyor. Sizi Saray’a götürecek.”
Sazlar kılıflarına sokuldu. Stüdyonun ışıkları söndürüldü. Sazcılar, okuyucular 150 ayak merdiveni kuş gibi uçarak indi. Kapıda bekleyen otomobillere dağıldılar.
Dolmabahçe Sarayı’nın yemek salonu ışıklar içindeydi. Büyük masa bir pano gibi renk renkti. Baş köşede sarı saçlı, deniz mavisi gözlü Gazi oturuyordu. Yeni gelenlere.
“Tebrik ederim” dedi, “güzel fasıllar geçtiniz.”
Sonra Mesut Cemil’e döndü:
— Rastı atik faslı, dediniz. Bunca makam bilirim, bu adı hiç duymamıştım. Nasıl makamdır, anlatsanıza…
Mesul Cemil sapsarı olmuştu:
“Efendim” dedi, “böyle bir fasıl yok! Bu adı ben uydurdum, daha doğrusu yakıştırdım. Eski fasıl istiyordunuz. Eskisini bulamadık. Ben birkaç az duyulmuş rast şarkı buldum. Adını da, rastı atik koydum.”
Atatürk bir saniye düşündü. Sonra sazcılara sordu:
“Rastı cedit var mıdır?”
Tümü bir koro birliğiyle:
“Vardır, efendim,” dedi.
Atatürk’ün göz bebeklerinde bir ışık yandı, söndü:
“Öyleyse” dedi “Mesut Cemil haklı. Yeni sıfatını taşıyan bir faslın, eskisi de olur. Peki, rastı atik’i duydunuz mu?”
Yine koro gibi:
“Hayır, efendim” dediler.
“Arayın, bulacaksınız!”
Mesut Cemil’in sırtını sıvazladı:
“Aferin çocuğum!”
Ve ilave etti:
“Beyefendiye içki.”
Salonu, yeni bir makamdan kıvrak peşrevin melodileri doldurdu.
Soyadım ip cambazıyla karıştırıldı
Mesut Cemil’in 35 yılı bulan radyoculuk hayatında unutamadığı en güzel hikayelerinden biri de buydu. O bir hatıralar albümüydü. Babasının hâtıraları arasında doğmuş, müzik hatıralarıyla büyümüştü. Sokakta bulduğu, cebinde gezdirdiği, evinde beslediği kedilerin hikâyeleri ise bir cilt tutardı. Ustaca çaldığı 10 sazın her teli, en az 100 hikayeden ses verirdi. Ancak, daha ilgi çekici olanı ayrı bir “Tel” hikayesiydi. Bunu Mesut Cemil’den dinleyelim:
“Soyadım hiçbir zaman ‘Tel’ olmadı. Soyadı Kanunu çıktığı zaman soyadımı, ikinci adıma bir koma koyarak seçtim: Cem’il. Nüfusa da işte böyle yazdırdım. Yıllarca sonra, her dilde olduğu gibi okunabilen bir ‘Tel’ kelimesini bir deneme mahiyetinde adımın arkasına ekledim. Ancak, bir süre içinde gelen mektuplar, beni başka arkadaşlarla, vatandaşlarla karıştırmaya başladı. Meselâ, Mesut Cemil Telhüner, Mesut Cemil Tektel gibi. Tektel ve Telişler iki kemani arkadaşın soyadlarıydı. Bir defasında da Mesut Cemil Tekçeker diye garip bir mektup geldi. Bu da Ankara Radyosu’nda bir teknisyenin soyadıydı. Sonunda Bomonti Bahçesi’nde icrai sanat eden ip cambazı bir vatandaşın adıyla çağırıldım: Mesut Cemil Telgezer. Baktım ki, teller fazlasıyla karışmaya başladı, ben de ‘Tel’i kestim, attım.
Belki de bir zamanlar kediydim
Doğumunuz?
— 1902.
Nerede?
— İstanbul.
Babanızın adı?
— Tanburi Cemil.
Tahsiliniz?
— Hukuku yarıda bırakmıştım. Sonra yine hukuktan başlayarak Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldum.
İlk müzik hocanız?
– Babam.
Elinize aldığınız ilk saz?
— Kemençe.
En son öğrendiğiniz saz?
— Viyolonsel.
Radyoya girdiğiniz yıl?
— 1926
Göreviniz neydi?
— Spiker, tanbuli, viyolonselist.
Çaldığınız sazları sayar mısınız?
— Yaylı, mızraplı çalgılardan keman, kemençe, viyola, viyolonsel, tanbul, yaylı tanbul, lavta, ut, bağlama, cura, medyan sazı… Daha sayayım mı?
Nefret ettiğiniz çalgı?
— İki tane: Cümbüş ve banjo.
Evli misiniz?
— Evet.
Beğendiğiniz kadın tipi?
— Kadına benzeyen…
İçki kullanır mısınız?
— Rakı.
Mezelerden?
– Tahin helvası…
Dünyaya ikinci gelişte ne olmak isterdiniz?
— Veteriner.
En sevdiğiniz hayvan?
– Kedi. Yüzlercesini tanıdım. Bir aralık 18 kedim vardı. Hepsinin hikayesini yazdım. Bu sevgi belki ırsidir, bekli bir alışkanlıktır. Belki de vaktiyle bir kediydim. Kediler ne yazık ki bir mutluluk arkadaşı olarak az tanınıyor.
Koleksiyon yapar mısınız?
— Koleksiyon bakarım.
Sinemayı sever misiniz?
– Seyahat, kovboy, polis filmlerini. Berlin’de parasız kalınca bir filmde de oynamıştım. Kovboy filmi değildi ama. Onu da seyrettim.
Evde nasıl vakit geçirirseniz?
— Tembellikle.
(Orhan Tahsin / Mart 1961 / Hayat Dergisi / Fotoğraf: Erol Dernek / Arşiv çalışması, redaksiyon: Serhan Yedig / Arşivini açan Yakup İçten’e teşekkür.)
MESUT CEM’İL TEL / Tek müzik vardır: Dünya müziği, iyi müzik…
1945 kışında, gazeteci Baki Süha Ediboğlu dostu Mesut Cemil’e sürpriz yapar. Ulvi Cemal Erkin, Necil Kasım Akses ve CSO sanatçılarından Orhan Borar’ı alıp üstadı kedileriyle yaşadığı evinde ziyarete gider. İşte o günün sohbetlerinden geriye kalanlar…
Türk musikisinin büyük üstadı merhum tanbuli Cemil’in sanatkar oğlu Mesut Cemil’i kim tanımaz?
Kim tanımaz, çünkü o Türkiye’de radyonun tarihiyle yaşıt mikrofon hayatına sahip olduktan başka, gerek musiki mahfillerinde, gerekse musiki edebiyatının, şayet bizde varsa, yazılar ve sözler halinde çalkana gelen her alanında isim yapmış bir kıymettir.
Almanya’da haydut rolünü oynadı
Babasından devraldığı büyük sanat kabiliyetini ilk önce şark mektebinde besleyip yükselttikten sonra Garp ülkelerine koşan Mesut Cemil Tel orada bin bir mahrumiyete katlanarak bilgi ve görgüsünü artırmaya çalışıyor. Burada sırası gelmişken söyleyelim. Değerli sanatkar Almanya’da musiki tahsili yaparken ekmek parasını çıkarabilmek, büyük konserlere gidebilmek için film şirketinde çalışmış ve bu arada haydut rollerine bile çıkmıştır.
Evet… Mesut Cemil’i kim tanımaz, diyordum… Tarihi Türk Musikisi korosunu ilk defa tertipleyen veyahut ihda eden odur. Yurdumuza radyonun girdiği tarihte (1929) İstanbul Radyosu’nda ilk defa ajans okuyan, gazete hülasaları veren bir numaralı spiker odur. Ve niyahet onun radyodan bir kar topu gibi sanki yuvarlana yuvarlana çıkan kalın, dolgun sesini tim tanımaz?
Tarihi Türk Musikisi konserlerinin, geçmişin derinliklerinden gelen nağmeleri arasında Mesul Cemil’in dolgun sesi, o devirlerin, o saltanatların ve insanların ikliminden gelen bir rüzgâr gibi radyo dalgalarıyla bütün dünyaya yayılır:
Vardım ki yurdumdan ayak göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı.
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı…
Şark ve Garp musikisini olgun bir sanat anlayışıyla tertip etmesini bilen Mesut Cemil’in, Tarihî Türk Müziği’nin sessiz ve loş müzesinde tannan sesiyle okuduğu bu şiirler, o beste ve semailerin üstünde, fakat onlarla beraber yürüyen, onları himaye eden bir tarih poemi heybeti vermektedir.
Uzun sohbetlere tahammülü yok
Onu, böyle bir konserin ertesi günü, Garp sanatının en ileri örnekleri üzerinde çalışırken de görmek mümkündür: Meselâ bir oda müziği konserinde viyolonsel çalarken veyahut dört sesli koroyu idare ederken..,
Şark ve Garp müziği arasında, günün muhtelif saatlerinde mekik dokumaya mecbur olan sanatkarın her iki sahada da başarı göstermesi, onun Şark ve Garp musikisi diye bir ayrım yapmamasından ileri gelmektedir. Mesut Cemil’e göre tek musiki vardır: Kül halinde dünya musikisi, kalitesi olan musiki.
Üç – beş satırla sanat hayatını anlatmaya çalıştığımız Mesul Cemil’in bu sütunlarda muhtelif resimleri olmasına rağmen portresini de merak edenler olmuştur:
İnce, uzun boylu bir adam. Sarıya daha yakın kumral, fakat maalesef azalmış saçlar… İri, uzun, hünerli parmaklar… Biraz telâşlı, ama alabildiğine sevimli bir yüz… Sonra, dünyayı daha iyi görebilmek için taktığı gözlüğün arkasında fırıl fırıl dönen, zeki, uyanık gözler…
Herkese karşı mültefit davranan ve uzun cümleler kurarak konuşan Mesut Cemil, aynı zamanda amatör bir muharrirdir.
Eline kalemi aldığı vakit, bağını kaldırmadan, kısa zamanda uzun uzun yazılar yazabilir… Biraz sıkıntılı, canı tez olduğu için karşısına çıkanlarla uzun uzadıya hoşbeş yapmaya tahammülü yoktur… Dostlarından ekseriyetle gücenmeyeceğini bildiğim için söylüyorum: Çabuk bıkabilir. Daima tenevvü ve hareket ister. En çok sevdiği evindeki kedileridir. Zaten evinde onlardan başka kimseciği de yoktur…
Bütün sanat muhitlerinde etrafı yüzlerce talebe meslektaş- dost halkalarıyla çevrildiği halde, kendini daima derin bir yalnızlık içinde hisseder. Sanatkâr mizacının yarattığı bu yalnızlık, onun belki de şiddetle muhtaç olduğu bir uzlet dünyasıdır.
Üstat uykusundan yeni uyanmış, henüz kahvaltı yaptırdığı kedilerini pencerede sevmekle meşgul… Onlarla, bizimle konuşur gibi konuşuyor. Kimsesiz evinde arasıra sükutu bozan kedi miyavlamalarına – kedi dilinden anladığı için – bazen uzun, bazen kısa cevaplar veriyor:
– Kızım senin karnın doymadı mı? Bu ne açgözlülük böyle?
Bir aralık diğer kediyi okşayıp:
– Gel bakalım gel… Çapkın, yüzün gözün ne olmuş senin? Nerelerdeydin, anlat bakalım…
Üstadın gece geç yattığı, uykusunu tam alamadığı besbelli. Fakat muayyen saatte kedilerin kahvaltısını kim verecek? Onun için tatlı uykusunu feda edip, evinin bu kadirbilir çocuklarına yemek çıkarmış…
Derken acele acele telefon çalıyor… Mesul Cemil, isteksizce yerinden kalkarken mırıldanarak konuşuyor:
— Bu telefondan da bıktım azizim. Zır, zır… Gece-gündüz hep böyle…
Ahizeyi kaldırdıktan sonra:
— Allo… Buyurun efendim… Vay Ulvi Cemal’ciğim sen misin? İki gözümün nuru… Aman efendim niçin rahatsız olayım… Bilâkis, bilâkis şeref vermiş olursunuz… Ne münasebet kardeşim, memnun olurum. Bekliyorum, buyurun…
Bu telefon muhaveresinden 10-15 dakika sonra Ulvi Cemal Erkin, Necil Kâzım Akses ve Orhan Borar geliyor.
Her üçünü de radyodaki çeşitli faaliyetlerinden tanıyacağınız bu değerli sanatçılar, Mesut Cemil’in evine bir konservatuvar havası getiriyor. Kimisi yakında vereceği konserden, kimisi hazırlamakta olduğu bir kompozisyondan bahsediyor… Zaten Mesut Cemil’in küçük fakat sevimli evi bir musiki aletleri müzesini andırıyor: Duvarda asılı duran kemanlar, lâvtalar, tanburlar bu dekorun göze batan en güzel araçları…
En sevdiği Aşık Veysel şiiri: Kara Toprak
Mesut Cemil, derinden derine içini çektikten sonra:
– Biraz da havadan, sudan konuşalım. Her zaman musiki olmaz ya, diyor.
Her gününü musiki san’atının çeşitli nevileri üzerinde geçirmeye mecbur olan, bir taraftan da gerek radyoda, gerekse Devlet konservatuvarında hocalık yaparak kâfi derecede yorulan sanatkarın ihtarını misafirleri de haklı buluyorlar.
Kısa bir sükûttan sonra Mesut Cemil, Divan şiirinden söz açıyor.
Eskiden beri sevip meşgul olduğu şiir sanatı, ona göre, bir nevi söz musikisidir ve diğer müzikte mesul olup yorulduktan sonra şiir okumak ister.
Nitekim o gün de öyle yaptı. Fuzuli’den, Şeyh Galip’ten, Yahya Kemal’den ve Orhan Veli’den şiirler okudu…
Ama hiç mi hiç musikiden bahsetmedi….
Ve yine bir aralık Aşık Veysel’in en çok sevdiği “Toprak” şiirini ağır dolgun sesiyle söylemeye başladı. Söylemeye başladı, diyorum. Çünkü bu güzel şiiri okumuyor. Sanki bir şarkı gibi söylüyordu:
Dost dost diye nicesine sarıldım.
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım, kaldım,
Ne bir vefa gördüm ne de fayda buldum,
Her türlü isteğim topraktan aldım.
Benim sadık yarim kara topraktır.
* *
Karnın yardım kazmaylan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
Yine beni karşıladı gülinen
Benim sadık yarim kara topraktır.
Mesut Cemil, hep böyle güzel şiirler okuyor, misafirlerine Türk şiirinin en güzel örneklerinden tertiplediği nefis bir ziyafet çekiyordu.
(Baki Süha Ediboğlu / 1 Mayıs 1945 / Radyo Dergisi / Arşiv çalışması, redaksiyon: Serhan Yedig)