Artur Rubinstein / 20 yıldır Chopin’in Etüdler’ini kaydetmek istiyorum, cesaret edemiyorum

0

20.yy’ın efsanevi piyanistlerinden Artur Rubinstein, Chopin yorumlarıyla tarihe geçmiş ve 89 yaşında göz sağlığı nedeniyle sahneden çekilene kadar konserlerini sürdürmüştü. 1966’da, 77 yaşında yapılan röportajda kayıt teknolojisinin yorum sanatını olumsuz etkilediğini söylüyor: “Genç piyanistler plaktaki şaşmazlığın etkisinde, plaktan kötü çalmak endişesiyle tekniğe odaklanıp yorum için gerekli heyecanı kaybediyorlar.”

 

77 yaşındaki Artur Rubinstein, konser vermek üzere geldiği Zürih’te, randevu saatimizde kapıyı bizzat açıp beni karşıladı. Kibar ve kendine hâkim tavırlarıyla, fotoğraflarındaki gibi, karşımdaydı. Akıcı Almancasıyla beni içeri davet ederken konser yorgunluklarını nasıl böyle kolaylıkla yendiğini hayretle gördüm. İtalya’dan dönüyordu, dört gece dört ayrı kentte çalmıştı. Geceleri ancak konser gerginliğini savuşturduktan sonra uykuya dalabiliyordu. Zürih’te seslendireceği Brahms’ın 2. Piyano Konçertosu’nu hemen ardından Prag’da yorumlayıp, arkadan bir Chopin resitali verecekti. Son olarak Liszt’in Si Minör Sonat’ını, Schubsert’in Wanderer Fantezisi’ni ve Beethoven’ın Bagatellerini kaydetmişti. O arada, anılarını büyük bir gayretle kaleme almaktaydı. Hayatı hakkında uydurulan pek çok gerçek dışı hikâyenin doğrusunu anlatmak üzere yazmaya başlamıştı. Tamamladığı 400 sayfa hayatının ancak 19 yılını kapsıyordu. Rubinstein sempatik tavırlarla konudan konuya sıçrıyordu. Haensel ve Gretel operasını daha üç yaşında kardeşleri ile beraber tanımıştı ve çok seviyordu. Dört yaşında ebeveyni onu Aida operasına götürmüş, zafer sahnesinde trompetleri duyduğunda öyle bir çığlık atmıştı ki, ailesi, hemen salonu terk etmek zorunda kalmıtı. Bu, küçük Arthur’un operaya son gidişi olmuştu.

İyimserliğini koruyor

Bir başka çocukluk anısı 11 yaşına aitti. Eugen d’Albert’in Berlin’deki resitalinden sonra, sahne arkasında Humperdink ve Gerhard Hauptmann ile görüştüğü sırada çağının ünlü piyanistine takdim edilmişti. D’Albert onu süzmüş, “isim tamam ama istidat nasıl” diye sorup onu biraz önce terk ettiği sahnedeki piyanonun başına oturtarak dinlemek istemişti. Küçük Rubinstein, Brahms’dan iki İntermezzo çalarken, henüz salonu terk etmeyen, fuayede olan bir grup dinleyici, d’Albert’in bis çaldığını sanarak salona girmiş ve kısa pantalonlu piyanisti çılgınca alkışlamıştı.

Müziğin, genellikle bugünün kültür hayatımızda eskiye göre daha az yer tuttuğundan üzüntüyle yakındım ama Rubinstein buna katılmıyordu. Haydn ve Mozart gibi besteciler zamanında müziğin sadece mutlu azınlığın malı olduğunu unutmamamız gerektiğini, onun içinde bulunduğu 1920 yılı yüksek tahsil gençliğine oranla bugünkü gençliğin sanata gösterdiği ilginin çok büyüdüğünü, bunu özellikle çocuklarında izlediğini, müziğin yayılmasında radyo ve plâk endüstrisinin de pek büyük bir rol oynadığını söyledi.

Rubinstein, bu görüşmelerden sonra, bana fiziksel gelişmeleri hatırlatarak beraber getirdiğim kayıt cihazını işaret etti. Söyleşimize başladık.

Öğreniminizi H. Barth’la yaptınız, yani Liszt’in sanat torunu sayılırsınız, o zamandan bu yana piyano öğreniminde sizce önemli değişmeler olmuş mudur?

Biliyor musunuz, bu yolda sizi aydınlatacak bir cevabım yok, çünkü ben yalnız Barth’la çalıştım. Modern piyano öğretmenlerinden de yararlanmak isterdim ama çok yaşlanmıştım. Barth, disiplini ile tanınmıştı. Amerika’dan biraz piyano ve Almanca öğrenip koca bulmaya gelen genç kızları ders sonunda öyle bir ümitsizliğe düşürürdü ki, intihara yeltenenler olurdu. İşte bu sıkı disiplin beni piyanist yaptı.

Çevrenizde birçok ünlü besteci bulunuyordu. Ducas, Villa-Lobos, Szymanowsky gibi. Bu besteciler sizin yorum sanatınızı etkiledi mi?

– Cevabım biraz garip ve küstahça gibi gözükecek ama bu tersine olmuştur. Bu besteciler gerçekten büyük kişiliklerdi. Lobos, Prokofyef ve Stravinski’nin müziği birkaç ölçü içinde bellidir. Ben Ravel’i, genç kuşaktan Poulenc, Auric, Milhaud’yu hatta Saint- Saens’ı da iyi tanıdım. Bütün bu besteciler, çevrelerindeki virtüozlardan çok yararlanıp etkilendi. Virtüozların birçok besteci kalıbına girebilmeleri, bukalemun gibi değişmeleri, onlara özgü bir yetenek. Bir Beethoven sonat çalarken bir başka besteci olmadığını düşünmeliyim, arkadan çalacağım Liszt Rapsodi’de doğuştan Macar müzisyeni gibi olabilmeliyim.

Sadece hazır ve deneyimli piyanistlere ders veririm

Çok ders verdiniz mi?

– Önceleri pek çok. Halka öğretmek benim için büyük bir tutkudur. Ama yılda, yüzden fazla konser vermekteyim. O yüzden zamanım yok. Bana “ziyanı yok ders yılı başında ve sonunda bir hafta gelseniz yeter” gibilerden yapılan teklifleri geri çevirmek zorundayım. Çünkü; öğretmen, öğrencinin gelişme ve kariyerini adım adım izlemeli. Yoksa o öğrenci hayat yolunda şaşıracaktır. Bu yüzden hazırlanmış ve çok konser vermiş piyanistlerle çalışmaktayım.

Bay Rubinstein, sizin Dubrowka Tomsic isimli bir öğrencinizi dinledik

– Öyle istidatlarla her zaman ilgilenirim. Ayrıca istekle ders veren bir öğretmen öğrenciden daha çok öğrenir. Ben çok zaman sezgisel çalarım. Bir parçayı alır, büyük bir zevkle ona çalışırım. O sırada bana gelen bir öğrenci onu bambaşka çalar. Hakkı vardır, ama onun yorumunda beğenmediğim şeyleri açıklamak zorunda kalırım. O anda da parçayı daha iyi tanırım. Bilinçli hale gelir ve onu çok daha iyi çalarım.

Üçlü kurup oda müziğine yönelsem şöhretimin yüzde 60’ını kaybederim

E. d’Albert’den bugüne piyano yorumculuğu belirli bir alanda gelişti mi? Yani teknik yararına, ifade elemanı aleyhine…

– Sanatta genellemenin tamamen karşısındayım. Sanatta kişilik önemlidir. Her kişiliğin bir dünyası vardır. Bugünkü gençler plakların şaşmazlığının etkisinde. Genç kuşak piyanistleri ise plaktan kötü çalmak endişesiyle, teknikle uğraşıyor ve yorum için gerekli heyecanı kaybediyor. Meselâ, gramofon etkilerinin az olduğu zamanlarda, hiç çalışmayan E. d’Albert bir şey anlatmak istediğinde yanlış notalara rağmen pek büyük bir şey ortaya çıkardı. Benim hiçbir yanlış notamı affetmeyen hocam Barth, Anton Rubinstein’ın çalışından, yanlış notalarından hayranlıkla bahseder “Evet hepsini bozdu ama yine de dâhiyaneydi” derdi.

Birkaç yıl önce oda müziği plâkları yaptınız. Yine onun için zamanınız var mı? Birlikte çalmayı, piyano öğreniminin temel taşlarından biri sayar mısınız?

– Elbette, hatta en önemlisi… Tanrı’ya şükür ki, bu bakımdan J. Joacnim’in yardımı büyük oldu. Dört yaşında beni önce kemana başlattı, sonra Barth’a devretti ama hiç gözünden ayırmadı. Onun kuartet provalarına devamlı gitmek zorundaydım. Çellisti Robert Hauptmann benim oda müziği öğretmenim oldu. Daha sonra solo konserlerim azken, çok oda müziği konseri verdim. Casals, Kreisler ve Thibaud ile çok çaldım. 1. Dünya Savaşı’nda Londra’da her gece çalıştığımız Ysaye ile 40 konser verdim. Ama sonraları iş değişti. Amerikan emprezaryolarının eline düştüm. Şimdi bir üçlü kurup çalışsam ünümün üçte ikisini kaybederim.

Maddi nedenler mi rol oynuyor?

– Yalnız onlar değil. Amerika’da henüz müzik kültürü pek yeni. Bir piyanist, bir sezon bir kemancıyla çalsa piyanist değil eşlikçi sayılır ve solist kariyerini kaybeder. Tabiî budalaca bir fikir.

Müzik anlayış ve görüşünüze pek kısa bir zamanda uymak zorunda olan orkestra şefleri arasında kimleri çok beğendiniz?

– Bazı şeflerle ani kontak hasıl olur. G. Szell ile çalmak bana büyük bir zevk verir.

Hangi bakımlardan?

– Özellikle ritm duygusu yönünden. Birlikte müzik yaparken ritm gücü en önemli elemandır.

İlk Chopin kaydımdaki ses ve yorumu bir daha yakalayamadım

İlk plâğınızı ne zaman kaydettiniz, hatırlıyor musunuz?

– Tabiî… 1920 yılında, Amerika’da çok tanınmış bir kadın şarkıcı dostum vardı. Victor Kumpanyası, şarkıcıyı ikna etmem şartıyla beni de artistleri arasına alacağını bildirdi. Sinirlenerek, piyanonun plakta banço sesi verdiğini söyledim ve gramofondan nefret ettim. Elektrikli gramofonun icadından sonra, 1929’da Londra’da çok iyi dostum olan Sahibinin Sesi’nin müdürü, kent dışındaki fabrikaya beni götürdü. Beğenmezsem, satışa çıkarmayacağı güvencesiyle bana çaldırdı. Orta boy bir Blüthner üzerinde rahat ve endişesiz Chopin’in Barcarolle’unu çaldım. O günden bu yana belki altı defa aynı yapıtı plâğa kaydettim. Ama o ses ve yorumu bir daha elde edemedim.

Plaklarınız nasıl bu kadar canlı oluyor?

– Gayet basit, esinli olmadığım zaman çaldığım şeylerin satışına hiçbir şekilde izin vermiyorum.

İki yıl önce kaydettiğiniz Chopin’in Vals’lerini çok seviyor ve üstün tutuyorum. Siz de aynı kanıda mısınız?

– Size korkunç bir itirafta bulunmalıyım. Bir eseri plâğa aldığımda çok mutlu olur ve herkesin dinlemesini isterim. Birkaç ay sonra bende bir şey değişiyor olacak ki, o plâk bana artık eski, sıkıntı veren bir tanıdık gibi geliyor. O yüzden çalmış olduğum şeyleri ikinci çalışımda asla birincisini dinlemem. Kızım karşılaştırır.

Gelecekde hangi eserleri plâğa almayı plânlıyorsunuz?.

– Ah!.. Acıklı bir hikâye… 20 yıldan beri, Chopin’in Etüdler’ini plâğa almak istiyorum, herkes de bekliyor. Bense onları gereğince iyi çalamayacağım endişesindeyim. Kafamda ve parmaklarımda hissediyor ama cesaret edemiyorum! Ama inşallah yakın bir gelecekte…

(Jürgen Meyer-Josten / Röportaj kaynağı belirsiz / Tercüme: Ergican Saydam / 1 Ekim 1966 / Orkestra)

Share.

Leave A Reply

17 − fourteen =

error: Content is protected !!