Cemal Reşit Rey, Türk Beşleri’nin en yaşlısı, eserleri yurtdışında duyulan ilk üyesiydi. 1910’ların sonunda Paris’te Marguerite Long’un piyano, Gabriel Faure’nin kompozisyon, Henri Defosse’un orkestra şefliği öğrencisi oldu. Dönüşünde, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda (bugünün İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı) ders verdi, İstanbul Şehir Orkestrası’nı (bugünün İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası) kurdu. Çok sayıda öğrenci yetiştirdi. Eserlerinde izlenimciliği, Türk Halk Müziği ve tasavvuf müziği öğelerini kullandı. 1985’te, İstanbul’da 81 yaşında öldüğünde geriye yedi opera, Lüküs Hayat dahil 10 operet, çok sayıda senfonik eser, oda müziği eseri bıraktı. 1972’de İstanbul Radyosu programcısı Nurhan Olcayto, Bestecilerimiz Anlatıyor (*) programı için stüdyoya davet ettiğinde, Rey, üç eserinin doğum süreciyle ilgili birbirinden renkli öyküler anlatmıştı.
ENSTANTANELER
Cortot sipariş verdi, bir türlü ilham bulamıyordum
İmdadıma sokaktan geçen kör dilenci kadın yetişti
1929 ya da I930’da olacak, Paris’te Alfred Cortot’nun yöneticiliğini yaptığı L’ecole Normale de Music de Paris
adlı bir orkestra vardı. Şahsi dostum olan bu sanatçı, yine o yıllarda konserler vermek üzere ilk kez Türkiye’ye geldi. Buradaki hasbıhallarımızın birinde, kendi oda orkestrası için benden bir eser bestelememi rica etti. Peki dedim. İstiyordum ki besteleyeceğim bu eser biraz İstanbul’u yansıtsın. Aklıma bir fikir geldi. Fakat bir türlü ilham bulamıyordum. O sıralarda Nişantaşı’nda oturuyordum. Konağımızın karşısında sarı bir duvar vardı Bir gün pencereden bakarken siyah çarşaf giymiş kör dilenci kadının kendine göre bir şarkıyla iki büklüm dilenerek o duvarın
önünde yürümeye çabaladığım gördüm. O anda oturdum, âmâ dilenci kadın bölümünü bitirdim. Dilencinin sarı duvar önündeki görüntüsünü yaylı sazlarla anlattım. Dilencinin zavallı şarkısını da fagotla canlandırmaya çalıştım. Fakat bu ufacık bölüm bir eserin başlangıcı için pek uygun düşmüyordu. Bir sabah erkenden çok sevdiğim Bebek koyunda dolaşıyordum. Balıkçıların ağ çekerken çıkardıkları toplu sesler, sabahın o güzelliği, ağa toplanan balıkların sıçrayışı beni öylesine duygulandırmıştı ki bu sayede eserimin ilk bölümünü bulmuş oldum. “Balıkçılar Ağları Çekiyor” adını verdiğim bu bölümü “Âmâ Dilenci Kadın” bölümü izler. Her zaman ziyaret ettiğim Eyüp Sultan Camii’nin avlusunun başka bir atmosferi, akustiği ve özellikle bol güverciniyle müstesna bir armonisi vardı.
Eserimin üçüncü bölümünde bu havayı yansıtmaya çalıştım. Boş bir caminin içine girince duyulan huşu ve sükuneti zannederim benim gibi birçoğunuz hissetmiştir. Çok düşündüm, bu izlenimi ancak piyanonun yardımıyla yapabilecektim. Bu sebepten, “Boş bir Cami İçi” adlı bölümü yalnız piyano için yazdım. Enstantaneler’i canlı bir şekilde bitirmek istedim. İsmine de “Bayram” dedim. Eski İstanbul’u bilenler hatırlayacaklardır. Sokak muhallebicileri ve şerbetçiler zil ve ufak kampanalar çalarak dolaşırdı. İstanbul’a ait bu geleneği aksak bir yerli motifle, hafîften başlayarak kuvvetlenen bir kreşendoyla karakterize etmek istedim. Eserim 1931 yılında, bizzat Alfret Cortot’nun yönetiminde L’ecole Normale de Music’te çalındı. Büyük bir nezaket göstererek beni de davet etmişlerdi. Cortot, tecrübesiyle “Boş bir Cami İçi” adlı bölümü benden başka kimsenin çalamayacağı kanısına vardığını söyleyerek, bu bölümü benim çalmamı arzu etti. Böylece eserimi ilk defa büyük bir müzikçinin yönetiminde çalıp dinlemek mutluluğuna eriştim. Sonuç çok parlak oldu. Konserin akisleri günlerce devam etti. Eleştiri yazılarını hâlâ saklarım.
“Enstantaneler” için “Empresyonist bir eser midir” diye sorarlar bana “Empresyonist olmayan bir eser var mıdır?” Resim sanatındaki Empresyonizm akımı müziği de etkilemiş, ressamların izlenimlerini fırça darbeleriyle anlatmaları gibi, Debussy, Ravel gibi bu akımın etkisinde kalan besteciler de izlenimlerini noktalar halinde anlatmış. Benim eserimde ise izlenimler noktalarla değil, ufkî çizgilerle belirtilir. Takdir edersiniz ki “Enstantaneler”i Alfred Cortot’ya ithaf etmem kadar tabii bir şey olamazdı. Öyle zannediyorum ki, geleceğe benden bir şey kalacaksa, bu, Enstantaneler olacaktır.
FATİH SENFONİK ŞİİRİ
İlhamımı Madrid yolculuğunda duyduğum çanlardan aldım
Ben eskiden beri büyük bir kumandan, hassas bir şair ve bir hümanist olan Fatih’in şahsına büyük hayranlık duyarım. Bir devri kapayıp yeni bir çağ açan İstanbul’un fethini, Fatih’in İstanbul’a girdikten sonra Bizans ileri gelenlerini toplayıp onlara “dininizde, inanışlarınızda, bundan sonraki yaşantınızda serbestsiniz” demesi ve onların şükran duygularını ifade eden konuşmanın sonunda beliren bayram havasını müzikle dile getirmek, eskiden beri arzu ettiğim bir konuydu. 1953 yılında konserler vermek üzere Madrid’e davet edilmiştim. Otel Emprador’un 18. katında, önünde terası olan mükellef bir oda ayırmışlardı bana. Yaradılış icabı ben yüksekten bakamam. Bunun için, bütün Madrid’i kuşbakışı gören bu terasa çıkmak benim için hemen hemen imkânsızdı Aynı günde iki konser provası yapacağımız 29 Mayıs sabahı havaya ihtiyacım olduğunu anladım ve terasa çıktım. Çıkmamla beraber Madrid’in bütün katedral ve kiliselerinin sanki sözleşmişler gibi çan çaldıklarım duydum. Dinî bir bayram olduğunu sanmıyordum. Nitekim otelin resepsiyonuna ve sonra da orkestra üyelerine sordum. Onlar da çan seslerini duyduklarını fakat bir mâna veremediklerini söylediler. İşte Madrit’te çan seslerini duyduğum sabah, belki kafam Fethin 500. Yılı’yla çok dolu olduğu için “Allahım” dedim, “bana ne büyük ilham verdin.” Bu hislerimle kafamda Fatih Senfonik Şiiri’nin ana motifi sanki bir anda belirivermişti. Odama girdim, hemen notalarımı aldım ve İstanbul’a dönünce eser üzerindeki düşüncelerimi geliştirerek kısa zamanda Fatih Senfonik Şiiri’ni tamamladım.
Bu eser bir nevi senfonidir. Fakat bölümler birbirine bağlıdır. Birinci motifle, Fatih’in cengâverliğini karakterize ettim. İkinci motif yumuşak ve hissi yanı galebe çalan bir motiftir. Bu bölüm şair Fatih’i anlatmak ister. Andante’de viyolonsellerin çaldığı uzun motif Fatih’in zafer için Allah’a duasıdır. Birden borazan sesiyle harp başlar. Bu borazan motifinin gelişmesi ve kreşendosuyla surlar yıkılır ve birden ses kesilir. Mehter takımının uzaktan yaklaşan ve fortissimoya kadar yükselen sesiyle Fatih’in ordusu artık İstanbul’a girmiştir. Avrupalıların barbar dediği Fatih burada insancıl ve sanatçı yönüyle halka seslenir. Daha sonra gelen kalın perdeden tek sesli bir motif, İstanbulluların şükran duası olarak yayılır. Bu sesler yavaş yavaş çoğalır ve bu şekilde eser biter.
İlk seslendirilişini Fransız Millî Radyo Senfoni Orkestrası yaptı. 1958 Mayısı’nda verilen bu konserde orkestrayı ben yönetiyordum. Bu arada bir anımı daha belirtmek isterim. İlk çalınıştan iki ay sonra Brüksel’de eser ikinci defa çalındı. Dinleyiciler arasında ana kraliçe Elizabeth de vardı. Konserden sonra sefirimiz tarafından kendisine tanıtıldım. Uzun uzun konuştuk. Eserimi çok beğendiğini söyledikten sonra, Fatih’i o güne dek yalnız büyük bir asker olarak tanıdığını, bu büyük adamın asıl hüviyetini bugün öğrendiğini ifade etti.
ESKİ BİR İSTANBUL TÜRKÜSÜ ÜZERİNE VARYASYONLAR Eserin finalinde Katibim’le
Mozart’ın Türk Marşı el ele yürür
Eski Bir İstanbul Türküsü Üzerine Varyasyonlar’ı 1960-1961 yıllarında bestelemeyi düşündüm. Bestelememe şu ufak hadise sebep oldu. Ablam, tedavi edilmek üzere Almanya’nın bir kaplıca şehrine gitmişti. Dönüşünde bana “Cemal, kaldığımız kaplıca otelinin yemek salonuna her girişimizde, orkestra şefi bizim Türk olduğumuzu öğrenmiş olacak ki, hemen Üsküdar’a Gider İken türküsünü çalmaya başlıyor, ardından da piyanist bu tem üzerine varyasyonlar yapıyordu. Neden sen de bu türküyü ele alarak varyasyonlar bestelemiyorsun” dedi. Birden çok enteresan buldum bu düşünceyi ve eseri yazmaya başladım. İlk seslendirilmesi Viyana’da, Türk Hükümeti’nin düzenlediği bir Türk Bestecileri konserinde yapıldı. Solist İdilBiret’ti, orkestrayı ben yönetiyordum. Aynı konserin programında Ulvi Cemal Erkin’in Senfonisi ve Necil Kâzım Akses’in Ballad’ı da yer alıyordu. Konserimiz Viyana’da büyük yankı uyandırdı. Hattâ hiç unutmam, konserden sonraki bir resepsiyonda, tanınmış bir eleştirmen elinde bir levhayla girdi salona. Levhada “Türkler bu defa Viyana’da” yazılıydı. Aynı repertuvarla daha sonra Romanya’nın Bükreş, Kluş, Braşov şehirlerinde konser verdik. Bu eserimin bende tuhaf bir hatırası daha var. Eseri bestelemiş, bitirmiştim. O günlerde radyoda yüksek rütbeli bir subay Selimiye Kışlası’nın yapılış yıldönümü münasebetiyle bir konuşma yapıyordu. Benim de bu mevzulara ilgim büyük. Can kulağıyla dinliyordum. Bu konuşmadan öğrendiğime göre, Selimiye Kışlası’nın yapıldığı tarihlerde Kırım Harbi çıkmış ve İngilizler de bize yardım için İstanbul’a asker yollamış. Bunların arasında İskoçlar varmış. İskoç askerleri değişik kıyafetleriyle ilgi uyandırmışlar. O zamanın İstanbul halkı bu askerleri sevimli bulmuş ve milli bandolarının çaldığı bir marş da halk tarafından çok sevilmiş. İşte bu marşa sonradan güfte ilâvesiyle “Kâtibim” türküsü ortaya çıkmış. Ben o zamana kadar bu hadiseden habersizdim. Beni şaşırtan şu oldu: Bu İskoç etkisinden habersiz, varyasyonlarımdan birini Ekoses, yani İskoç tarzında bestelemiştim. Artık siz buna tesadüf mü dersiniz, önsezi mi dersiniz bilemem. Eserin müzikal analizine gelince:
Katip Türküsü üzerine piyano ve orkestra için yazdığım bu 21 varyasyona bir piyano konçertosu gözüyle bakılabilir. Temin serimiyle ilk 11 varyasyon konçertonun birinci bölümüdür. Obuanın tem’i sunmasından sonra varyasyonların ilki piyanonun girişiyle başlar. Allegretto akışlı ilk dört varyasyon tem’e sıkı sıkıya bağlı kaldığından bu bölümde sonat allegrosunun ilk düşüncesi serilmiş olur. Andantino başlıklı beşinci varyasyonda ikinci düşünce ortaya çıkar. Altıncı ve sonraki varyasyonlarda Katip Türküsü’nden gitgide uzaklaşılır.
Varyasyonlar tem’i ancak uzaktan aksettirir ve tem’i sonat allegrosundaki anlamı ile geliştirir. Sekizinci varyasyonu yalnız piyano duyurur. Onuncunun ritmi bir Ekoses’i andırır. Genellikle korno ve piyanonun çaldığı on birinci varyasyondan sonra piyanonun tek başına çaldığı coda ile birinci bölüm biter. Konçertonun ikinci bölümü, hepsi de andante akışlı olan 12, 13 ve 14’üncü varyasyonlardan oluşur. Yalnız yaylılarla solo kemanın seslendirdiği on ikinci varyasyonu, piyanonun tek başına çaldığı on üçüncü varyasyon izler. Nocturne havasındaki on dördüncüde sesleri İstanbul’da çok duyulan kuşların, özellikle kumruların ötüşleri duyulur. Altı varyasyondan oluşan üçüncü bölüm konçertonun Scherzo’sudur. Allegro, scherzando, vivace ve listesso tempolu 15,16 ve 17’nci varyasyonları izleyen on sekizincisi bir çeşit sambadır. Listesso tempolu 19. varyasyonun ardından gelen andantino conmoto akışlı 20 varyasyon bir blus’u andırır. Konçertonun son bölümü çift füg kuruluşunda tek varyasyondur. Türkünün ilk cümlesi fügün ilk tem’i, ikinci cümlesi fügün ikinci temidir. Stretto’da iki füg çeşitli biçimlerde birleşir. Piyanonun kadansa benzeyen bir geçitinden sonra Kâtip Türküsü’yle Mozart’ın Türk Marşı’ndan bir yankı, bir ara elele yürür. Mehter müziğini hatırlatan sesler gitgide uzaklaşıp kaybolduktan sonra piyanonun ve onun ardından orkestranın kısa bitirişleriyle eser parlak bir ışık içinde sona erer.
(Nurhan Olcayto / 17 Ocak 1972 / Besteciler Anlatıyor / TRT-2) Renkli ana fotoğraf: Haluk Özözlü
Linkler
Cemal Reşit Rey’in biyografisi
Cemal Reşit Rey: Musiki inkılabına karşı halkımızın çoğunun sessiz direnmesi şayanı hürmettir
Cemal Reşit Rey: Müziksever şarkı söyler, saz çalar, rakseder, asla müziği anlamaya çalışmaz
Cemal Reşit Rey: Operette revü tipini tercih ederim
(* ) Bestecilerimiz Anlatıyor programı İstanbul Radyosu’nun 2. Programı’nda (TRT-2), 1972 yılında yayımlandı. Programın amacı, müzikseverlere Türk bestecilerinin TRT arşivinde kaydı bulunan eserleriyle birlikte, eserler hakkında birinci ağızdan bilgi sunmaktı. 1970’de, TRT’de çoksesli müzik prodüktörü olarak çalışmaya başlayan Nurhan Olcayto (1943-2021), programı hazırlarken besteciler hakkında yazılı kaynaklardan bilgi bulabilmiş, ancak eserler hakkında bilgiye ulaşamamıştı. Dönemin TRT Çoksesli Müzikler Şubesi Müdürü Dr Erdoğan Saydam’la birlikte 14 besteciye mektup yazdı. TRT arşivinde ses kaydı bulunan eserleri hakkında bilgi istedi. Bu çağrıya Adnan Saygun, Ferit Tüzün, İlhan Baran, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses cevap vermedi. 17 Ocak 1972’de yayımlanan ilk program için Cemal Reşit Rey, TRT Harbiye Stüdyoları’na giderek üç eserini anlattı. Bülent Tarcan, Cenan Akın, Nevit Kodallı, Okan Demiriş, Yalçın Tura, Ertuğrul Oğuz Fırat, Ekrem Zeki Ün ise yazılı metinlerle cevap verdi. İlhan Usmanbaş, daha önce yayımlanmış, eserlerini anlattığı bir yazıyı göndermekle yetindi. Cemal Reşit Rey’in eserleriyle ilgili üç, Bülent Tarcan’ın eserleriyle ilgili iki program olmak üzere “Bestecilerimiz Anlatıyor” dizisi toplam 13 program olarak 15 günde bir TRT-2’de yayımlandı. Nurhan Olcayto, 33 yıl sonra TRT’deki programlarını noktaladı. Bu metinlerin yok olmamasını, genç kuşaklara ulaştırılmasını arzu ediyordu. Müzik Söyleşileri bu arzuyu yerine getiriyor.
Nurhan Olcayto programın öyküsünü anlatıyor
TRT’de çoksesli müzik prodüktörü olarak çalışmaya başlamamın ikinci yılıydı. Program hazırlarken çalacağım eserler hakkında çeşitli kaynaklarda araştırma yapıyordum. Bestecilerle ilgili bilgiye ulaşmak kolaydı. Ancak eserler söz konusu olunca durum farklıydı. Pek çok başyapıt hakkında günümüze yeterli bilgi ulaşmamıştı. Türk bestecilerinin eserleriyle ilgili yazılı kaynak da yetersizdi.
Bu boşluğu doldurmak, geleceğe yönelik kalıcı bilgi sağlamak amacıyla bir program dizisi yapmak istedim. Bir çeşit arşiv amaçlı çalışma olacaktı. O zamanki Çoksesli Müzikler Şubesi Müdürü Dr. Erdoğan Saydam’a açtım düşüncemi. Her zamanki olumlu ve destekleyici tavrıyla yaklaştı önerime. Eserlerin bestelenişi, ilk yorumu ile ilgili bilgileri, biçim ve yapı açısından müzikal analizlerin en doğrusunu bestecilerimden alabileceğimizi ve kendi anlatımlarıyla vermenin daha ilginç olacağını düşündüm. Radyomuz arşivinde eserlerinin kaydı bulunan Adnan Saygun, Ferit Tüzün, İlhan Baran, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses, Cemal Reşit Rey, Bülent Tarcan, Cenan Akın, Nevit Kodallı, Okan Demiriş, Yalçın Tura, Ertuğrul Oğuz Fırat , Ekrem Zeki Ün, İlhan Usmanbaş‘a amacımızı açıklayan birer mektup yolladık. Bazıları heyecanla yanıtladı talebimizi, bazıları yanıt vermedi. Gelen bilgilerle İstanbul Radyosu’nun 2. Programı’nda, 1972 yılında, diziyi gerçekleştirdim. Aradan 33 yıl geçti. Radyodaki dolabımda bu kaynağı içeren dosyayla her karşılaşışımda, görevimi eksik yapmanın ezikliğini duyar oldum. Bantlar silindi, metinler dolapta… Benden sonra ne olacaktı tüm bunlar? Bu düşünceyle dosyayı çıkarıp metinlerin internet ortamında yayımlanmasını arzu ettim…